Kur'ânî Bir Prensip: Selefe Saygı
Günümüzde dinî konular ulu orta ve ehil olmayan kişiler tarafından tartışılmakta ve halkın, bin dört yüz küsur yıllık kökleşmiş geleneksel telakkisi ve birikimi sarsılmak istenmektedir. Ne buyurursunuz?
Günümüzde özellikle bazı çevreler, bazı müfrit ve kendini beğenmiş kimselerin tesirinde, selef-i salihîne karşı tahkir ve tezyifte bulunmakta, özellikle de mezhep imamlarına ulu orta saldırmaktadırlar. Zannediyorum bu insanlar, semavî içtihadın üveyikleri olan o zatları yere indirmek suretiyle kendilerine sun'î bir zirve oluşturma gayreti içinde bulunmaktalar. Ben, aşağılık duygusunun hastalık hâline geldiği günümüzde, bu meseleyi selef-i salihîne kadar tamim etmenin marazî bir ruh hâletinden kaynaklandığını düşünüyorum.
Aynı zamanda bu insanlar, dinin herkes tarafından anlaşılabilir bir mesele olduğunu sık sık tekrar ederek herkesin dinî konularda konuşabileceği fikrini yaymaktadırlar. Oysaki araştırma kaynakları belli olduğu hâlde meselâ fizikle alâkalı bir problem olduğunda fizikçiye, kimyayla alâkalı bir problem olduğunda kimyacıya, tıpla alâkalı bir problem olduğunda da tabibe gidilmektedir. Hâlbuki bu insanların okudukları kitaplar pek çoğu itibarıyla Türkçe'dir. Dolayısıyla normal bir insan da o kitapları okuyup bir fizikçi, bir kimyacı veya tabip olabilir. Ancak böyle yapan birisini göstermek mümkün değildir. Nitekim insanlar, konuyla alâkalı meseleleri kitaplardan öğrenebilecekleri hâlde yine de işin erbabına müracaat etmektedirler. Fizik, kimya ve tıp gibi ilim dallarında bu şekilde hareket edildiği hâlde, niçin hem dünya hem de ahiretimizi alâkadar eden dinimizi öğrenme mevzuunda bir işi basitleştirerek "Bu işi herkes yapabilir." diyor ve o sahada da erbabının söyleyeceği sözlerin olabileceğini kabul etmiyoruz? Bunu anlamak mümkün değildir.
Sahabe-i kiram efendilerimiz sabah-akşam Allah Resûlü'nden Kur'ân ve hadis dinleyip müzakere etmekteydi. Hâlbuki âyet ve hadisler bizzat onları konu alarak ele alıyor ve onların üzerinde duruyordu. Buna rağmen Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Âişe Validemiz gibi önde gelen sahabiler, Efendimiz'e yüzlerce mesele soruyor ve O'nun izahlarını alıyorlardı. Hâlbuki Kur'ân, o dönemde gelişen ve konuşulan dil üzerine, yani Kureyş'in Mudar lehçesine göre nazil olmuştu ve onlar kendi dillerini çok iyi biliyorlardı. Meselâ Hz. Ömer, "Ben istesem devrimin dili ile alâkalı bin beyiti hiç durmadan söyleyebilirim." demekteydi.
Evet, bu insanlar dil ve edebiyat yönüyle lisana bu kadar vâkıf oldukları hâlde yine de: "Yâ Resûlallah! Acaba bu âyet ne diyor, şu hadis ne demek istiyor?" şeklinde Allah Resûlü'ne sorular sorma lüzumunu duyuyorlardı. Bundan da anlaşılmaktadır ki, din o kadar da basit bir mesele değil.. ancak bu yaklaşımdan, "dinin anlaşılmaz" olduğu da zannedilmemelidir. Yukarıda da ifade edildiği gibi, şimdilerde din, herkesin anlayacağı, icabında aleyhinde konuşacağı ve kendine göre hüküm çıkaracağı bir mesele hâline getirilmeye çalışılmaktadır. Nasıl ki, "Her ilim, erbabından sorulur." deniliyor, öyle de bu işin de erbabı vardır, bu meselede söz de onlara aittir.
Burada ayrı bir hususa daha değinmek istiyorum. Bazı kişiler, bu tür fikirleri ortaya atıp bunların bayraktarlığını yapan bir kısım zâhirîlerle, şarkiyatçıların eserlerini okuyup onları ön plana çıkarmakta, ancak her ne hâl ise bu düşüncelere mukabil yazılan kitaplara bir türlü bakmamaktadırlar. Hiç olmazsa, Zahid el-Kevserî'nin "Makâlât"ına veya Mustafa Sabri Efendi'nin "Mevkıfu'l-akli ve'l-ilmi ve'l-âlemi min Rabbi'l-âlemin"ine bakmaları ve daha yeni bir kısım araştırma ve makaleleri de dikkate almaları gerekmez miydi? Oysaki sağlıklı bir neticeye varabilmek için mutlaka karşılıklı tenkitlerin okunması lâzımdır.
Selefi tenkit etmede ileri gidenlerden bir diğeri de Muhammed b. Abdulvahhab'dır ve bu zatın yazdığı kitaplar bugün elimizdedir. O kitaplara bakıldığında, Muhammed b. Abdulvahhab'ın İbn Kesir, İbn Kayyim el-Cevziyye, Şevkânî gibi müelliflerden bol bol ihtisarlar yaptığı, bu ihtisarları kaleme aldığı ve bir kısım hadisleri kendine göre toparladığı görülecektir. Aslında bu zat, ilim düşüncesi ve İslâm'ın temel disiplinleri adına söz söyleyecek iktidarda bir insan da değildir. Ne var ki, bu zatın düşüncelerinden beslenen kimseler her ne hikmetse, İslâmî pek çok meseleyi şirk olarak addetmişlerdir. Bilmem ki, mezar ziyaretinden, vefat edenlere Fatiha okumaya, oradan tesbih çekmeye kadar pek çok şeye şirk nazarıyla bakmayı ve herkesi dalâlet içinde mütalâa etmeyi mü'minlere nasıl reva görmektedirler.
Bunlardan başka, Batı şoku ile şoke olmuş insanlar da inhirafın ayrı bir versiyonunu teşkil etmektedirler. Kimileri kevnî mucizeleri inkâr edecek kadar bu mevzuda ileri gitmiş, kimileri Efendimiz'le alâkalı harikaları sadece Kur'ân'a bağlamış; kimileri Dekart'ın, kimileri Kant'ın, kimileri Bergson'un arkasında yürümüştür. Aslında, onların yazdıkları eserlere bakıldığında bu insanların tesirlerinde kaldıkları açıkça görülecektir. Mustafa Sabri Bey kitabında bunların hepsini tenkit etmiştir. Ben de bu zatlar okunacaksa tenkitleriyle birlikte okunmasının daha faydalı ve ilmî hassasiyete daha uygun olacağını düşünüyorum.
Bu meselenin diğer bir buudu ise, içtihadın ayağa düşmesidir. Dinsizin, imansızın ve inkârcının dini istismar edip kendine göre dini yorumlamaya kalktığı bir dönemde, içtihadın kapısını açıp Kitap ve Sünnet'i cahillerin yanlış yorumlamasına müsaade etmek, kalenin muhasara edildiği bir dönemde -Üstad'ın ifadesiyle- kalenin kapılarını açmak, dolayısıyla kasr-ı İslâm'a ihanet etmek demektir. Birileri, "İçtihat kapısı açık olduğuna göre ben de içtihat yaparım." derse, diğeri de bundan cesaret alıp "Ben de yapabilirim." diyebilecektir. Esasen bu anlayış, değişik yönleriyle çok mâlul ve marazî ruhlardan kaynaklanan bir husustur. Meselâ benim, gen mühendisliği ve DNA hakkında bildiklerim ansiklopedik bir bilgiden öteye geçmez. Şimdi kalkıp bu mevzuda içtihatlarda bulunursam, hem o sahaya, hem de o sahanın sahiplerine karşı ciddî bir saygısızlık yapmış olmaz mıyım?
Bu konuda yapılması gerekli olan, işi uzmanına bırakmaktır. Çünkü bu konuda senelerini verip doktora yapan, akademik seviyede araştırmalarda bulunan insanlar vardır. Şunu kemal-i samimiyetle ifade etmeliyim ki, ben yirmi beş senedir lisansüstü denebilecek bir seviyede arkadaşlarla hadis mütalâa ediyorum. Fakat "Hadisin yirmide birini biliyorum." diyemem. Zira hadis, bildim demekle bilinmez. Buna rağmen ben, "Hafızamda da yüzlerce hadis var. Bunlardan bir hüküm çıkarayım." dersem, -hafizanallah- Sünnet'e saygısızlık yapmış olurum. Bu iş bir ihtisas işidir ve ciddî bir usûl bilgisi olmadan nasslardan hüküm çıkarmak mümkün değildir.
Mezhepler, dinî hayatı idare etme, din adına dinî prensipleri söyleme ve âdeta "Arkamdan gelin ve benim arabama binin." deme konumundadırlar. Bu mevzuda ben şahsen bu işin mütahassısı gördüğüm Ebû Hanife'nin arabasına binmeyi, onun dümenine itimat etmeyi kendime tercih ederim ve ettim. Ebû Hanife, İmam Şafiî, İmam Malik, İmam Ahmed b. Hanbel gibi devâsâ mezhep imamlarımız kendilerini tamamen bu işe vermiş, özel donanımlı ve dinin ruhuna saygılı insanlardır. Ben ne Kitab'a ne Sünnet'e onlar kadar saygılı olamadım. Her ne kadar Kitab'ı abdestsiz ele almasam, hadisi abdestsiz okumasam, Efendimiz'in nâm-ı celîli anılırken saygı ve terbiyede kusur etmesem de mezhep imamları ölçüsünde saygılı olduğumu söyleyemem. Meselâ, İmam Malik, öyle bir insandır ki, birisi onu şöyle anlatmaktadır: Hadis okuduğu bir anda bir akrep kendisini iki defa soktu ve imamın rengi kaçtı, bembeyaz oldu. Neden sonra yanına sokuldum sordum: "Yâ imam, ne oldu size?" İmam Malik: "Beni bir akrep soktu, ancak Allah Resûlü'nün sözlerine saygısızlık olur diye kıpırdamadım." dedi.
Evet, bunlar bize göre belki aşırı gelebilir ve "Olur mu böyle bir insan?" denebilir. Ancak olmuştur ve bu tarihen de sabittir. Yine İmam Serahsî otuz ciltlik Mebsût'unu, atıldığı bir kuyunun dibinde, kendi orada, talebeleri de kuyunun başına toplandıkları hâlde onlara hafızasından dikte ettirmiştir. Daha sonra bu eser tahkik ettirildiğinde hafızasından yazdırdığı hadislerin, orijinalleriyle aynı olduğu görülmüştür.
Evet, işte bu insanlar kendi zamanlarını aşan insanlardır. Nasıl ki Einstein fizikte çağını aşmış bir insandır, Ebû Hanife, İmam Şafii, İmam Malik, İmam Ahmed b. Hanbel de çağını aşmış birer fakih/hukukçudurlar. Buna rağmen bu insanları hafife alma sadedinde "Onlar bir şey demiş, ben de bir şey diyorum." şeklinde sözler sarfetme -en hafif tabiriyle- çok büyük bir saygısızlıktır. Ebû Hanife bile bu sözü söylememiştir. Kendisinden önce gelen sahabeyi ve tâbiîni baş üstüne koymuş, tebe-i tâbiîn ise emsali olduğundan onlar hakkında هُمْ رِجَالٌ وَ نَحْنُ رِجَالٌ diyerek, biz de onlar gibi hüküm verebiliriz diyebilmiştir.
Ayrıca, selef-i salihîn dönemine bakıldığında onların hayatlarının her karesinin dinî meselelerle içli dışlı oldukları görülecektir. Gerçekten o dönemde, toplumun hemen her kesiminde tamamen Kur'ân ve Sünnet, değişik müzakere ve müşaverelere konu teşkil etmektedir. Nasıl ki günümüzde bir çocuk henüz 5-6 yaşlarındayken film artistlerini, futbolcuları, şarkıcıları ismen çok iyi biliyor ve tanıyor, o günün çocukları da İslâm'a ait değerleri, Kitap ve Sünnet'le alâkalı konuları ve sahabileri, diğer âlimleri hiç kimsenin bilemeyeceği şekilde biliyorlardı. Çünkü çevrelerinde devamlı bu türlü şeyler müzakere ediliyor, söz dönüp dolaşıyor hep Allah (celle celâluhu), kâinat ve insana geliyordu. Dolayısıyla bir çocuk 5-6 yaşlarına geldiğinde, şimdilerde normal bir insanın bildiği malumatı çok rahatlıkla öğrenebiliyordu.
İşte Ebû Hanife, İmam Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Malik gibi devâsâ kametler böyle bir ortam ve böyle bir dönemde yetişmişlerdi. Bu insanlar, çok zeki olmakla beraber aynı zamanda akıl almaz bir hafıza gücüne de sahiptiler. Meselâ İmam Şafiî, "Ben hayatımda unuttuğum bir şey olduğunu hiç hatırlamıyorum." demektedir. Yine bu kutlu imamlar, yüz binlerle ifade edilen hadisi senetleriyle birlikte hafızalarında bulundurabiliyorlardı. Dile kolay. Bunun ne kadar zor bir iş olduğunu azıcık hadis ilmiyle uğraşanlar çok iyi anlayacaklardır. Ayrıca, yüz milyonların asırlar boyu bu zatlara itimatları ve peşlerinden gitmeleri, din hususundaki yeterliliklerine ve samimiyetlerine en büyük delildir.
Burada istidradî olarak içtihat hususunda mütesahil davrananlara şöyle bir soru sormak istiyorum: "Bu zatların, bu istidat, kabiliyet ve teveccühleriyle Allah'ın emirlerini anlama mevzuunda, dinle ve dinin kaynaklarıyla konsantre olmaları neticesinde elde ettikleri hakikatlerin üstünde ne bulmayı umuyoruz?" Bu tür isteklerde bulunan bir kişinin Serahsî'nin Mebsût'unu, İbrahim Halebî'nin Mültekâ'sını, yine Merğinânî'nin Hidaye'sini karış karış taraması gerekir. Buna rağmen kişi, "Ben, bu insanların Kitap, Sünnet ve İcma'dan süze süze, damlata damlata meydana getirdikleri bu deryayı bütünü ile karıştırdım ve aradığım şeyleri göremedim." diyorsa, bulamadığı bu meseleleri tespit edip ortaya koymalı ve eğer gücü yetiyor, samimî ve bu işe de ehilse, bunların cevaplarını edille-i şer'iye denilen "Kitap, Sünnet ve İcma" içerisinde aramalıdır.
Bu esaslar sahabeden beri birer prensip olarak vaz'edilmiş ve hüküm istinbatında kullanılagelmiştir. Yok, daha farklı düşünüyor ve "Ben, Kitab'ın şu meselesini almıyorum, İcmada da şunu kabul etmiyorum." diyerek bunlara muhalefet etmek istiyorsa, o apaçık bir dalâlettir. İstihsan, istishab, maslahat-ı mürsele, sedd-i zerâi gibi esaslara gelince, bunlar da İslâm âlimlerinin Kur'ân ve Sünnet'ten ilham alarak hüküm istinbatında kullanmış oldukları hukukî disiplinlerdir. Meselâ "Zaruret hâlinde mahzurlu şey mübah olur." küllî kaidesi, İslâm âlimlerinin Kur'ân ve Sünnet'in ruhuna dayanarak istikra ile ortaya koydukları bir kaidedir. Bu olmasa bile, bazen bu kabîl küllî kaideleri açıktan açığa Kur'ân ve Sünnet'te bulmak zordur; zordur ama bu yine de Kur'ân'daki bir âyetten istinbat edilmiştir.
Hâsılı, İslâm Hukuk Metodolojisi (Fıkıh Usûlü), İslâm âlimlerinin Kur'ân ve Sünnet'i anlamada geliştirdikleri, dünyada benzeri olmayan ciddî bir ilim dalıdır. Bu metodoloji sayesinde, her asrın Müslümanları Kur'ân ve Sünnet'in kendi zamanlarına bakan yanlarını alabilir ve geliştirebilirler.
Günümüzde Kitap ve Sünnet'te çözümünü bulamadığımız içtihada ihtiyaç duyulan meselelere gelince, bizim kanaatimiz, sahasının uzmanı şahıslardan bir heyet teşkil edilmesi ve böyle bir içtihadı bu heyetin gerçekleştirmesidir. Böylelikle bir kişinin üstesinden gelemeyeceği bu ağır yük cemaatin omuzlarına yüklenmiş olacaktır ki; onun da her zaman dalâlete düşmeyeceği teminatı söz konusudur.
Hitam-ı misk olsun diye sözlerimizi bir âyet ve bir hadis mealiyle noktalayalım. Bu âyet ve hadis, buraya kadar izah etmeye çalıştığımız selefe karşı gösterilmesi gerekli olan saygıyı, terbiyeyi, anlayışı ve ruh disiplinini çok güzel ifade etmektedir:
Âyet-i kerime: "Ey Kerim Rabbimiz! Bizi ve bizden önceki mü'min kardeşlerimizi affeyle, içimizde mü'minlere karşı hiçbir kin bırakma. Duamızı kabul buyur yâ Rabbenâ, çünkü Sen Raufsun, Rahimsin: Şefkat ve ihsanın son derece fazladır."[1]
Hadis-i şerif: Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (bir gün): "Ümmetim on beş şeyi yapmaya başlayınca ona büyük belânın gelmesi vacip olur!" buyurmuşlardı. Yanındakiler, "Ey Allah'ın Resûlü! Bunlar nelerdir?" diye sorduklarında Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz de on beş madde saydı. (Bunlardan on beşinci madde şu idi): "Bu ümmetin sonradan gelen nesilleri, önceden gelip geçenlere (çeşitli ithamlar ve bahanelerle) hakaret ettiği zaman artık kızıl rüzgârı, zelzeleyi veya yere batışı (hasf) ve suret değiştirmeyi (mesh) veyahut da gökten taş yağmasını (kazf) bekleyin!"
[1] Haşr sûresi, 59/10
- tarihinde hazırlandı.