Çağın Problemlerine En Etkili Çözüm
“Öyle bir demokrasi istiyorum ki, öldüğüm zaman kabirde de berzah hayatında da ahirette de bana yardımcı olsun. Dünyanın yanı başında, benim kabir sonrası hayatımla ilgili problemlerimi de çözsün.”
28 Şubat Süreci (1997)
Refahyol hükümetinin icraatlarından rahatsız olan Türk Silahlı Kuvvetleri, 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulu toplantısı esnasında bir takım kararları hükümete dikte ettirdi ve bunların takipçisi olacağını belirtti. O günden sonra uzun bir süre devam edecek olan 28 Şubat süreci başladı. Özellikle, Sincan'da tankların yürümesi bu sürecin simgesi oldu. Bundan sonra, Millî Güvenlik Kurulu kararlarının uygulanıp uygulanmadığının denetimi amacıyla Batı Çalışma Grubu (BÇG) yasadışı olarak kuruldu. BÇG, Güven Erkaya'nın komutanı olduğu Deniz Kuvvetleri bünyesinde faaliyet gösterdi. Fikir babası ise Genelkurmay 2. başkanı Çevik Bir'di. İrticai faaliyet içerisinde olduğunu iddia ettiği kişilere karşı tedbir almak amacıyla kurulan BÇG'nin 28 Şubat sürecinde 6 milyona yakın insanı fişlediği iddia edilmektedir. Tarihe, post-modern darbe olarak geçen 28 Şubat süreci, Türkiye’de siyasi, idari, hukuki ve toplumsal alanlarda olumsuz değişimlere neden oldu.
Hocaefendi’nin Bülent Ecevit’le Görüşmesi (1997)
Hocaefendi ile Ecevit, 23 Mart 1997 günü ikinci kez görüştüler. Bu görüşmeleri de tıpkı birincisi gibi, ikisinin de ortak ilgi alanı olan şiir, tasavvuf ve felsefe üzerine yoğunlaştı.
Nevval Sevindi'ye New York'ta Verdiği Mülakat (1997)
Fethullah Gülen Hocaefendi, sağlık problemleri nedeniyle 11 Haziran 1997 günü ABD'ye gitti. Orada bulunduğu sırada Türkiye'de yaşanmakta olan siyasi gerilim sonrası hükümet değişti ve yeni bir sürece girildi. Türkiye’nin tehlikeli bir viraja doğru yol aldığı 28 Şubat sürecinde ANAP lideri Mesut Yılmaz başkanlığında 13 Temmuz 1997’de Anasol-D hükümeti kuruldu. Bu sırada, Nevval Sevindi ABD'de Fethullah Gülen Hocaefendi ile ilk defa röportaj yapan gazeteci olarak tarihe geçiyordu. 20 Temmuz 1997 günü Yeni Yüzyıl gazetesinde yayınlanmaya başlayan röportaj 10 bölüm halinde 29 Temmuz 1997 tarihine kadar sürdü. Bu dönemde, Rusya Yazarlar Birliği, Amerika Birleşik Devletleri'nde tedavi gören Fethullah Gülen Hocaefendi'yi 10 Ağustos 1997’de Rusya'ya davet etti. Birlik Başkanı Timur Polatov, "Gülen'i Rusya'ya davet etmenin yararlı olacağına inanıyorum. Şu anda gerek Rusya gerekse Türkiye'de mevcut olan çağdaş sorunların farkındayız." diyordu. Hocaefendi, tedavi için gittiği Amerika Birleşik Devletleri'nden 30 Eylül 1997 Salı Türkiye'ye döndü.
Bayram Yüksel'in Cenaze Namazını Kıldırdı (23 Kasım 1997)
Hayatı boyunca Bediüzzaman Said Nursi'ye hizmet eden Bayram Yüksel ile yanında bulunan Ali Uçar ve Mehmet Emin Çiçek, Almanya'dan dönüşlerinde Bulgaristan'da geçirdikleri trafik kazası sonucu vefat ettiler (19 Kasım 1997). Cenaze namazları Fatih Camii'nde kılındı. Bayram Yüksel nerde vefat ederse etsin cenaze namazını Fethullah Gülen Hocaefendi’nin kıldırmasını ve naaşını kabre indirmesini daha önceden vasiyet etmişti. O yüzden cenaze namazını Fethullah Gülen Hocaefendi kıldırdı.
İhsan Doğramacı’nın, Hocaefendi’yi Ziyareti (1997)
1997 yılında Yüksek Öğretim Kurulu eski Başkanı Profesör İhsan Doğramacı Fethullah Gülen Hocaefendi’yi ziyaret etti. Doğramacı Hocaefendi’ye, üzerinde Osmanlı hat sanatının seçkin örnekleri olan bir antika hediye götürmüştü. “Hocabey” lakabıyla kendisini hocaların hocası olarak gören Doğramacı, o ziyarette Hocaefendi’ye bir levha getirmişti. Antika levhayı Hocaefendi’ye uzatan Doğramacı, tıpkı Kasım Gülek gibi “Hocaefendi Hazretleri” diye hitap ederek levhanın üzerindeki yazıyı okumasını istedi. Hocaefendi, 82 yaşındaki “Hocabey” unvanlı Doğramacı’nın bu isteği üzerine gülümseyerek yazıyı okudu. Yazı, Kur’an’daki “Fetih Sûresi”nden bir ayetti. Doğramacı bu sefer: “Bu arada duyduğuma göre siz abdestsiz yere basmıyormuşsunuz” dedi. Hocaefendi, Doğramacı’nın bu sözlerine sadece tebessümle karşılık verdi. O ziyarette Doğramacı şunları söyledi:
“Her türlü maddi imkânıma rağmen ben yıllardır uğraşıyorum Kuzey Irak’ta, Erbil şehrinde bir ilkokul açamıyorum. Sizin arkadaşlarınız Erbil’de lise açtı. Ben iki bin dolara öğretmen bulamıyorum. Para sorunum da yok. Koca adamlarla bir okul açamıyorum. Sizin arkadaşlarınız 500 dolara öğretmen buluyor. Bunu nasıl başarıyorsunuz?” Doğramacızade Ali Sami Paşa’nın oğlu olan Doğramacı, Kuzey Irak’taki Erbil şehrinde doğmuştu ve sadrazam torunuydu. Ailesi bu bölgendi. Eşi Gülser Hanım da soylu bir aileden geliyordu ve Kerküklü’ydü. O yüzden Doğramacı, Kuzey Irak’ın bu bölgesinde yıllardan beri okul açmak istiyordu, ama açamıyordu. Hocaefendi, o gün yemek sofrasında Doğramacı’ya yurtdışında açılan okulların gerisindeki gücün “fedakârlık” olduğunu anlattı.
Bediüzzaman ve Hocaefendi’ye göre bu kadar büyük fedakarlıklarda bulunan esnaf, öğretmen, kadın, erkek…adanmış her insanda dava uğruna ortaya koyduğu cehd ve gayrete mukabil ahireti kazanma mülahazası da olmamalıdır. Bir insan, Allah’a kulluğunu, ibadet ü taatini, evrâd u ezkârını, hatta i’la-yı kelimetullah yolunda mücahedesini, icabında zindanlara girmesini, değişik belalar altında kalıp prenslenmesini, sıkıntılara maruz kalmasını.. doğrudan doğruya Cennet’i kazanmaya bağlıyor ve bütün bunlarla Cennet’e girmeyi esas maksat yapıyorsa, o insan, kazanma kuşağında kaybediyor demektir. ‘Adanmış bir insanın başına, bunların hepsi gelebilir; fakat o bunlarla ahireti peyleme peşine düşmemelidir. Demelidir ki, “Allahım, eğer ben bütün bunlarla Sana yaklaşıyorsam, kendimi çok talihli bir insan sayacağım. Ben, başka değil, sadece Senin rızanı arıyorum. Rasûllullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz buyurmuşlardır ki: " Her kim Allah için olursa, Allah da onun için olur." Evet, sırf Allah için olma, dava adamının vasfıdır ve böyle bir insan, ellerini açtığı her zaman Allah’ın rahmet ve inayetini yanında bulacaktır. İnsan, Allah’ın rızasını tahsile çalıştığı yolda maddî-manevî füyûzat hislerinden fedakarlıkta bulunduğu nisbette O’na daha yakın olacaktır.’
Yurtdışındaki ilk Türk okulu Bakü’deki Kuba bölgesinde açıldı. Peygamber Efendimiz (sav) yeryüzündeki ilk mescidini Kuba’da kurmuştu. ‘Ta ilk günden, temeli takvâ üzere kurulan mescidde (Kuba’da) namaza durman daha münasiptir. Orada, maddî ve manevî kirlerden arınmayı seven kimseler vardır. Allah da temizlenenleri sever.’ (Tevbe Suresi, 108) diye Yüce Allah’ın övdüğü Kuba Mescidi… Kaderin cilvesine bakın ki Bediüzzaman’ın hayatını adadığı, insanların maddi ve manevi olarak temizleneceği, ruhunu kanatlandıracağı evrensel anlamda okulların ilk halkası da aynı ismi taşıyan Kuba’ da açılmıştı. Kışın o şiddetli soğuğunda öğretmenler ve öğrenciler tahta kulübeleri dershane olarak kullanmak zorundaydı.
Eğitimden anlamayan bir esnaf, tecrübesi olmayan bir öğretmen adını duymadığı, yerini bilmediği, dilini konuşamadığı ülkelere gidip dünya çapında madalya kazanacak okullar açıyorsa bu tamamen Allah’ın lütfuydu. Böyle birçok örnek, birer gerçek olarak ortadaydı. Bu, insanlığa Hizmet etmeyi hayatının gayesi yapmış samimi gönüllere Allah’ın büyük bir ihsanıydı.
Doğramacı, sonraları Türkçe konuşan ülkeler çocuk sağlığı kongresine katılmak üzere Azerbaycan’ın başkenti Bakü’ye gittiğinde oradaki Türk okullarından birini ziyaret etti. Çocuklara İngilizce ve biyoloji derslerinde sorular sordu.
Çağın Problemlerine Çözümler
Bediüzzaman Said Nursi, insanlığı mahveden üç büyük problem üzerinde duruyordu: 1-Fakirlik, 2-Cehalet, 3-İhtilaf. İşte Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, ticareti teşvik etmesi, eğitime önem vermesi ve hoşgörü ikliminin yayılmasını istemesinin altında, memleketi kasıp kavuran bu üç bela ile mücadele etme arzusu vardı. 'Ticaret yapın ki, ülke zenginleşsin, eğitimi yaygınlaştıralım ki, cehalet sona ersin, herkese müsamaha gösterelim ki, tefrika ve ihtilaf ortadan kalksın.' diyordu.
Ahenkli Bir Toplum Arzusu
Bediüzzaman Said-i Nursi gibi, Fethullah Gülen Hocaefendi de, ihtilafların doğurduğu kargaşayı, büyük tehlike olarak görüyor. 'Birbirine yabancılaşan, birinin ak dediğine öbürünün kara dediği, adeta birbirinin kurdu haline gelen kitleleri' yeniden müşterek bir ülkü etrafında toplamak, vicdanları ve gönülleri birleştirmek. İşte hoşgörü mesajının altında böyle bir arayış yatıyor. Fertlerin, yaradılıştaki nizamdan örnek alarak, çelişkileri aşmasını, ahenge kavuşmasını istiyor Hocaefendi... 'Canlı ve cansız varlıkların arasındaki uyum ve dengeden, gökyüzünde bize sürekli göz kırpan yıldızlara, ağaçların dal yaprak ve çiçeklerinde tüllenen mânâlardan, canlılık soluklayan hayata kadar, her yerde ve her şeyde büyüleyen bir nizam hakimdir. Her yerde ve her şeyde nizam köpürdüğü halde, kargaşa yeryüzüne nereden gelmiştir' Yeryüzü kargaşayı ve onun arkasındaki ahlâk bunalımını insanoğlu ile tanıdı. Aklını Allah'a teslim etmemiş, iradesini şerlere karşı frenlemeyip, hayır duygularını coşturamamış insanoğluyla.' Fethullah Gülen Hocaefendi, eğitim seferberliğini işte bu amaca hizmet için başlattı. Toplumun arasına serpiştirilen nifak tohumlarını ortadan kaldırmak, sevgi iklimini yeniden hakim kılmak, bilginin yanı sıra iyiliği, güzeli, doğruyu öğretmek üzere, mefkure insanlarını çevresinde topladı.
Bu Şüphe Neden?
Fethullah Gülen Hocaefendi, düşünen, tartışan, doğruyu ve güzeli arayan bir âlimdi. Onun mânâ dünyasına ulaşamayanlar, başkası için yaşamanın zevkine varamayanlar, giderek büyüyüp serpilen, halka halka genişleyen bu hizmete, korku ve kuşkuyla bakıyordu. ‘Acaba, farklı bir amacı mı var? diye soranlar vardı. Onun tek gayesi iyi Müslümanlar, ülkesine ve milletine hizmet eden inançlı insanlar yetiştirmekti. Sevgi ve hoşgörü soluyan bir dünya için çalışmaktı. Vicdanlar birleştiği takdirde ellerin kenetlenmesinin daha kolay olacağı kanaatini taşıyordu. 1994’ten itibaren gazete yöneticileriyle, aydınlarla ve sanatçılarla yaptığı görüşmelerde hep buna işaret ediyordu. Müspet yöndeki bu gayretlerine rağmen, 1 Şubat 1998 günü, Türk solunun Maocu kanadı olan Aydınlık dergisi haziran fırtınasını (18 Haziran) adeta haber verir gibi kapağında şunu yazıyordu: “Fethullah Gülen’in sekiz aylık ömrü kaldı!” Bu, Hocaefendi’nin sekiz ay içinde cezaevine gireceğini açıkça ifade etmeleriydi. Aynı zamanda Hizmet aleyhinde kapılar arkasında ne çevirdiklerinin de ifşasıydı. 15 Temmuz Düzmece Darbesi bunu daha net olarak ortaya koydu.
Bu arada, Hocaefendi hizmetlerine devam ediyor, 3 Şubat 1998 akşamı İstanbul’da The Plaza Cevahir Otel’de Barış Manço, Erol Büyükburç… gibi sanatçı ve yazarlarla birlikte katıldığı bayramlaşma töreninde şunları söylüyordu: “Bölgemizde dünyevi bir cennet inşa edebilmemiz için, fikir mimarlarımıza ve düşünce işçilerimize (aydınlara) çok büyük görevler düşüyor.” Ertesi gün yani 4 Şubat 1998 tarihinde Bülent Ecevit’le üçüncü görüşmeyi yaptıkları zaman Ecevit başbakan yardımcısıydı. Hocaefendi, Vatikan’a Papa’yla randevusuna gitmeden önce, başbakan yardımcısı olarak Ecevit’e bilgi vermeyi ve onun fikirlerini de almayı gerekli görmüştü.
Papa İle Tarihi Buluşma (1998)
1966 yılında Hocaefendi’nin İzmir Kestanepazarı’ndaki öğrencilerinden biri olan 13 yaşındaki Mesut Erişen yıllar sonra gazeteci olarak önce Balkan ülkelerinde, sonra İsviçre, Almanya ve Yunanistan’da görev yaptı.
Erişen, Yunanistan’da görevliyken Vatikan’da güçlü ilişkilere sahip Avusturyalı gazeteci Heinz Gstrein’le tanıştı. Gstrein, 57 yaşındaydı ve 35 yıllık gazeteciydi. Avusturya Haber Ajansı ve Vatikan Radyosu Atina temsilciliğiyle birlikte 30’a yakın basın kuruluşu için haber üretiyordu. Moskova, Kahire, Kıbrıs, Tunus, Arnavutluk, Roma gibi yerlerde görev yapmış, Afganistan’da iki ay Afgan mücahitlerle birlikte yaşamış, 1979-80 yılları arasında İstanbul’da gazetecilik yapmıştı. Eşi de gazeteciydi ve Fransız Haber Ajansı “Ajans France Press”in Ortadoğu muhabiriydi.
Her ikisinin de manevi değerlere önem veren gazeteciler olması Erişen ile Gstrein arasında güçlü bir dostluğun kurulmasını sağladı. Gstrein, 1997 yılı Şubat ayında İstanbul’a gelerek Hocaefendi ile bir röportaj yaptı. Hocaefendi bu röportajda, Batı aydınlanmasının sadece akla özgü kaldığını, kalpte bir aydınlanmanın olmadığını, bunun rasyonel olmayan her şeyi bir kenara ittiğini söyledi.
Gstrein, Mesut Erişen’e, “Batı’da insanlar her Müslüman’ı ikinci Humeyni ya da Hizbullah’ın militanı sanıyorlar. Batı’nın Gülen’i tanıması lazım” dedi. Avusturyalı gazeteciye göre, Batı dünyası Fethullah Gülen Hocaefendi’yi mutlaka tanımalıydı. Gstrein’e göre, Hocaefendi’nin Batı dünyasında en etkili ve çarpıcı şekilde tanınmasının yolu onun Vatikan’da Papa II. Johannes Paulus’la bir araya gelmesiydi. Bu görüşmenin altyapısının oluşması için Vatikan’da Erişen için randevular aldı. Gazeteci Erişen, 20 Mart 1997 günü Vatikan’da görüşmeler yaptı. Böylece, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin (9 Şubat 1998 günü) Vatikan’da Hıristiyan dünyasının lideri Papa’yla buluşması süreci başlamış oldu.
Vatikan’ın İstanbul Temsilcisi Georges Marovitch de Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, Papa’yla bir araya gelmesini çok arzu ediyordu. Marovitch, Fethullah Gülen Hocaefendi’den gerçek Müslümanlık adına pek çok şey öğrenmiş, “Cevşen”i devamlı cebinde taşıyor ve tanıştığı herkese hediye ediyordu.
Hocaefendi, 1997’nin Haziran ayında ABD’ye gitti. Orada üç ay kalıp kalp tedavisi oldu. O sırada ABD Katoliklerinin lideri Kardinal John O’Connor New York’ta 19 Eylül 1997’de Hocaefendi ile görüştü. Bu görüşme sırasında O’Connor, “Gençliğimiz kiliseye gelmiyor” deyince Hocaefendi, “Aksine bizde gençler camileri dolduruyor” cevabını verdi. O aşamada O’Connor, Hocaefendi’yi hayal kırıklığına uğratan şu sözleri söyledi: “Bugün kötülükler çok arttı. Zulüm, çatışma, haksızlık, cinayetler, ahlaki yozlaşma çok yaygın. Doğrusu bu dinden kaçış karşısında Tanrı’nın yerinde olmak istemezdim…”
Hocaefendi, hiç beklemediği bu sözler karşısında ona şu karşılığı verdi: “Sizin seviyenizdeki bir kişinin Allah hakkındaki bu üslubunuzu talihsiz buldum, yadırgadım… Allah hakkında öyle düşünmek doğru değildir. Onu kendi mizanlarımızla (ölçülerimizle) tartamayız. İcraatını ve icraatındaki hikmetini tam kavrayamayız. Allah hakkında bir şey düşünür ve konuşurken çok dikkatli olmamız lazım.”
Bunun üzerine O’Connor, “Çok özür dilerim. Allah beni affetsin. Çok büyük bir hata işledim” diyerek pişmanlığını dile getirdi. Konuşmanın devamında O’Connor, Hocaefendi’ye, “Demokrasiyi nasıl buluyorsunuz?” sorusunu yöneltti. Hocaefendi, “Öyle bir demokrasi istiyorum ki, öldüğüm zaman kabirde de berzah hayatında da, ahirette de bana yardımcı olsun. Dünyanın yanı başında, benim kabir sonrası hayatımla ilgili problemlerimi de çözsün” cevabını verdi. O’Connor bu sözler karşısında hayrette kaldı: “Siz Batı için lazımsınız.”
O’Connor, Hocaefendi’nin görüşlerinden çok etkilenmişti ve onun mutlaka Papayla görüşmesi gerektiğine inanıyordu. Ve bunun için de devreye girdi. Çünkü Batı dünyası Müslümanlığı bu şekliyle tanımıyordu. Ve bilmediğinin de düşmanıydı. Hocaefendi, daha sonra Türkiye’ye döndü. Vatikan’dan henüz davet gelmemişti. Papa II. Johannes Paulus herkesle kolay kolay görüşmüyordu. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz üç yıldır Vatikan’dan davet bekliyordu. Bu arada Mesut Erişen 1998’de İtalya’da “Vatikan muhabiri” olan tek Müslüman gazeteciydi. Zaman gazetesinin hem Roma hem de Vatikan temsilcisiydi.
Hocaefendi Vatikan’a Gitmeye Nasıl Karar Verdi?
Bir süre sonra Vatikan, Papa ile Hocaefendi’nin görüşme tarihini belirledi. Görüşme, 9 Şubat 1998 günü yapılacaktı. Davet mektubu Vatikan’ın Ankara Büyükelçisi Pier Luigi Celata ve Marovitch tarafından İstanbul’da Hocaefendi’ye iletildi.
Hocaefendi, Vatikan görüşmesi öncesinde Profesör Suat Yıldırım ve Profesör İbrahim Erkul’un görüşlerini aldı. Profesör Yıldırım zaten branşı gereği Hıristiyanlık alanında bir otoriteydi. Bir tıp profesörü olan Erkul da otuz yılı aşkın bir süredir Hocaefendi’nin yakın arkadaşıydı. İki profesör de görüşmenin yapılmasının büyük yararlar sağlayacağını söylediler. Profesör Yıldırım, görüşünü belirtmeden önce İslam kaynaklarından bir özel araştırma da yapmıştı. Hazreti Peygamber’in (sav) kendisini ziyarete gelen Hıristiyan din adamlarına mescitte cüppesini serip onlara yer verdiği İslami kaynaklarda yer alıyordu.
Öte yandan Hocaefendi Vatikan’a giderken, görüşlerine çok değer verdiği Bediüzzaman’dan da güç alıyordu. Bediüzzaman, Papa XII. Pius’a bir mektup yazmış ve Vatikan’a Osmanlıca el yazısıyla yazılan Zülfikar’ı göndermişti. Papa’nın temsilcisi Bediüzzaman’a gönderdiği cevabi mektupta, “Kitaplarınızı aldık, kütüphaneye koyduk” diyordu.
Bu, Bediüzzaman’ın yazdığı ve Risale-i Nur olarak bilinen kitaplarının yıllardır Vatikan kütüphanesinde mevcut olduğu anlamına geliyordu. Bediüzzaman’a göre, bu yüzyılda gerçek Müslümanlar ile gerçek Hıristiyanlar, inançsızlık aşılayan akımlara karşı birlikte durmalıydı. Yine Bediüzzaman, 1950’li yıllarda İstanbul’da Fener Rum Patriği Athenagoras’la görüşmüştü.
Böylece Fethullah Gülen Hocaefendi, Vatikan’da Papa II. Johannes Paulus’la görüşmek için 8 Şubat 1998 günü Roma Havalimanı’na indi. Burada kendisini Türkiye’nin Vatikan Büyükelçisi Altan Güven karşıladı. Havaalanına girip Hocaefendi’yi uçaktan alan büyükelçi, VİP salonundan kendi arabasıyla çıkardı. Hocaefendi’nin Papa II. Johannes Paulus’la yapacağı bu görüşmeyi destekleyen Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit, büyükelçiye Fethullah Gülen Hocaefendi’yi karşılaması talimatını vermişti.
Büyükelçi, Hocaefendi’yi kendi konutunda ağırlamak istiyordu. Ancak Hocaefendi için Roma’da Columbus Otelinde rezervasyon yapılmıştı. Columbus Oteli’ne geldiklerinde kendilerini çok sayıda gazeteci karşıladı. Hocaefendi, otele girince bir sürprizle karşılaştı. Otelin lobisinin duvarında Osmanlı Şehzadesi Cem Sultan’ın büyük bir yağlıboya tablosu asılıydı. Rodos Şövalyeleri’nin eline düşen Cem Sultan, Vatikan’daki esaret günlerinde burada kalmıştı. Tabloyu görür görmez oldukça duygulanan Hocaefendi, gözyaşlarını tutamadı. Vatikan’da Fethullah Gülen Hocaefendi’ye gazeteci Mesut Erişen, işadamı ve gazete sahibi Alaattin Kaya ile ABD’nin Washington kentinde yaşayan Türklerden Rüştü Kalyoncu eşlik ediyordu. Avukat olan Kalyoncu, 25 yıldır Amerika’da yaşıyordu. Bu görüşmede Hocaefendi’ye tercümanlık yapacaktı. Hocaefendi, o akşam Roma’da kaldığı Columbus Oteli’nde gecenin önemli bir bölümünü ibadetle geçirdi, bu görüşmenin insanlık adına faydalı sonuçlar doğurması için Allah’a dua etti.
“Türkiye Müslümanlığı” kavramını ilk defa kullanan Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, bir milyar mensubu olan Katolik Hıristiyan dünyasının dini lideri Papa II. Johannes Paulus’la Vatikan’da bir araya gelmesi girişimlerinin, “Batı ile İslam dünyasının çatışması kaçınılmaz” tezinin hâlâ etkisini sürdürdüğü bir dönemde olması oldukça önemliydi. Onun için dünya gözünü bu görüşmeye çevirmişti.
Papa ile Hocaefendi’nin görüşmesi baş başa yapılacaktı. İçeride sadece Hocaefendi’ye tercümanlık yapacak olan Rüştü Kalyoncu bulunacaktı. Papa’ya ise Vatikan’ın İstanbul temsilcisi Georges Marovitch tercümanlık yapacaktı. Vatikan yetkilileri görüşme öncesinde Kalyoncu’ya önemli bir uyarı yaptılar. Papa, Parkinson hastası olduğundan rahatsızlığı, bu tür görüşmelerde de ortaya çıkabiliyordu. Böyle hallerde birden Papa’nın başı önüne düşüyor ve uyku haline geçiyordu. O anda görevliler gelip koluna girerek yatağına götürüyordu.
Nitekim birkaç gün önce saat dokuzda bu şekilde kafası öne düşmüş ve o günkü programlar yapılamamıştı. Dolayısıyla bu görüşmenin ne kadar süreceğinin bir garantisi yoktu. Vatikan yetkilisi, "Böyle bir durumda görüşme sadece üç dakika bile sürebilir" diyordu. Türk heyetine yapılan bir diğer uyarı ise şöyleydi: “İçeride kamera kaydı ve fotoğraf çekimi yapamayacaksınız. Çekim ve kayıtları Vatikan görevlisi yapacak, isterseniz satın alabileceksiniz.”
Ertesi gün bir araya geldiği Papa’ya Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Türkiye’ye davet mektubunu ileten Hocaefendi şöyle diyordu: “İnsanlık, çelişen görüşler ortaya koydukları gerekçesiyle, zaman zaman bilim adına dini, din adına da bilimi inkâr etmiştir. Bilginin tamamı Allah’a aittir ve din Allah’tandır. O halde bu ikisi nasıl çelişebilir?.. Bizler, sözde medeniyetler çatışmasının (inanç savaşının) gerçekleşmesini görmek isteyen yolunu şaşırmış, şüpheci kimselere karşı dalgakıranlar gibi, bariyerler gibi karşı durabiliriz…”
Çünkü “medeniyetler çatışması” tezinin sahibi Profesör Samuel Huntington, şunları öne sürüyordu: “Batı ve İslam medeniyetleri arasındaki fay kırıkları boyunca cereyan eden mücadele 1.300 senedir devam edegelmektedir… Avrasya’da medeniyetler arasındaki büyük tarihi fay kırıkları bir kere daha alevlenmiştir. Bu, Afrika’nın ucundan Orta Asya’ya kadar uzanan hilal biçimindeki İslam ülkeleri blokunun sınırları boyunca bilhassa doğrudur… Kısacası İslam kanlı sınırlara sahiptir… Şayet olursa bundan sonraki dünya savaşı, medeniyetler arası bir savaş olacaktır.”
Görüşme başladığı anda Kalyoncu’nun kafası Papa’nın hastalığıyla meşguldü. İlginç olan, görüşmenin daha başında Papa’nın başının önüne düşmesi oldu. Kalyoncu o anda Hocaefendi’ye baktı. Küfr-ü mutlaka karşı sadece Allah rızası için orada olduğundan Hocaefendi sakindi. Kalyoncu, yeniden dönüp Papa’ya bakınca, Papa’nın yavaş yavaş kafasını kaldırdığını ve uyandığını gördü. Görevliler gelip kendisini götürmeden Papa uyanmıştı. Görüşme devam edecekti. Yaklaşık bir saat süren görüşme boyunca Papa’nın başı bir daha önüne düşmedi. Küba’da Devlet Başkanı Fidel Castro ile görüşen Papa’nın Vatikan’da Fethullah Gülen Hocaefendi’den sonraki konuğu Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin’di. Bu üç görüşme içinde dünya basını özellikle Papanın, Hocaefendi ile görüşmesine çok geniş yer verdi. ‘Ümidin Eşiğini Aşarken’ kitabının yazarı Papa II. Johannes Paulus, bu kitabında Müslümanlık için çok da olumlu olmayan birtakım görüşleri olmasına rağmen, Hocaefendi ile görüşmesinden sonra sürpriz sayılabilecek bir mekânda, sürpriz bir adım attı. Papa, 2001 yılı haziran ayında Suriye’ye gittiğinde başkent Şam’daki Emevi Camii’ni ziyaret ederek, tarihte bir camiyi ziyaret eden ilk Papa unvanını aldı. Papa’nın eski çizgisini bilen gözlemcilere göre, 6 Haziran 2001 günü Şam’da yaşanan bu sürprizde Fethullah Gülen Hocaefendi ile görüşmesinin etkisi vardı.
- tarihinde hazırlandı.