Fethullah Gülen Hocaefendi’nin çocukluk yılları olan 1940’lar
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin doğup büyüdüğü Korucuk Köyü’nde 1940’lara kadar okul yoktu. Zaten halk çocuğunu okula göndermekten korkuyordu. Dini eğitimin yasaklanması, öğretmenlerin inanca aykırı tavır ve söylemleri halkta devletin okullarına karşı bir korku oluşturmuştu. Devletin eğitim sistemi milletin inanç hayatına uymuyordu. İnsanlar, evlatlarının dini inançlarını kaybetmelerinden endişe ediyordu.
O gün Kur’an yasaktı, ezan yasaktı ama; bütün yasaklara rağmen sağlam bir nesil yetişiyordu. Bugün ise ‘dindar bir nesil yetiştirmek’ istediklerini ifade edenler, tam aksine dinden kopuk bir neslin doğmasına neden oldular. Siyasal İslam adı altında, dünyaperestlik, şakilik, serkeşlik, şehvanî arzular, servet ve şöhret meyli sunuluyor. Bugün İslâm’ın mâruz kaldığı tehlike çok daha öldürücüdür. Fakat, toplum, benliğini kemiren, mana kökünü darbeleyen, ruhî dinamiklerini yok eden hadiseleri pek sezemiyor. Cemiyetin basiret gözü tamamen körleşmiş. İçi boş bir muhafazakarlık tiplemesi ortaya çıkmış ve pek çok kişi sürü psikolojisi ile göstermelik olarak dine yakın gözükmekte. Ülkede insanların İslam'dan uzaklaştığı, deizm ve ateizme yöneldiği bir gerçek.
Korucuk Köyü’nde 1944’ten itibaren caminin bitişiğindeki medreseyi sınıf olarak kullanmaya başladılar. Gündüzleri çocuklara, geceleri de yaşlı erkek ve kadınlara orada okuma-yazma öğretiyorlardı. ‘O yaşlı başlı insanların durumunu pencereden seyreder gülerdim.’ diyor Hocaefendi hatıralarında. Olgun insanların o halleri kendisine çok tuhaf geliyordu. Nüfus kaydına göre (1942) yaşı tutmadığı için ilk sene Hocaefendi’yi okula almadılar. 1946 yılında okula başladığında yaşı yine tutmuyordu; fakat o yine de devam etti. Üç yıl bu okula gitti.
Öğrenciler, zor şartlarda eğitime başlamışlardı ama; okul üniforması olan önlüğü giyemiyorlardı. Çünkü köylü fakirdi. Ailelerin okuldaki çocuklarına önlük alacak durumları yoktu.
Bu arada Hocaefendi’nin ilkokula başladığı 1946 yılında ülkede önemli bir gelişme yaşanıyordu. Cumhuriyet Halk Partisi’nden ayrılan Celal Bayar, Adnan Menderes, Tevfik Koraltan ve Fuat Köprülü 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi kurdular. Seksen dört maddelik programının esasını liberalizm ve demokrasi oluşturuyordu. Demokrat Parti 27 Mayıs 1960 İhtilali’ne kadar varlığını devam ettirecekti.
İlkokul Yıllarından Bir Hatıra…
Hocaefendi, hatıralarında Belma ismindeki ilkokul öğretmeninden bahseder: “Okulda bir de Belma Öğretmen vardı. Bana çok iltifat ederdi. Bazan sınıfta, bana bakar ve "Bir gün Galata Köprüsünde genç bir teğmen dolaşacak ve ben onu şimdiden seyrediyorum" derdi. Kendisi İstanbulluydu. O'nunla ilgili unutamadığım bir hatıram vardır. Bir gün her nasılsa sınıfta gürültü edenler arasına ben de karışmıştım. Diğerlerini dövdü. Sıra bana gelince kulağımdan tuttu ve sadece "Sen de mi?" dedi. Bu bir çift söz bana yetmişti.”
Okuldaki öğretmenlerden birisi aşırı din düşmanıydı. Hocaefendi’nin teneffüslerde dahi namaz kılmasını hazmedemiyordu. Ancak o, yine de bir sıranın üstüne çıkıyor ve namazlarını kılıyordu. Hocaefendi’nin adını molla koymuştu bu öğretmen. Bütün sebep de onun namaz kılmasıydı. Fakat, öğretmenin bütün baskıları ve dalga geçmeleri de onun namaz kılmasına engel olamadı.
Namaz Hassasiyeti
Hocaefendi, 8-9 yaşlarında ilkokula devam ederken bir taraftan da ailesine bütün işlerde yardımcı oluyordu. Etrafı toplama, süpürme, yemek yapma, bulaşık yıkama ve davarları gütmeye kadar her işe koşuyordu. Bütün bu koşuşturma içerisinde yine de okumayı ihmal etmiyordu. Yorgunluğuna rağmen gecelerini değerlendirmek istiyordu. Yine, çok yorgun olduğu bir gün yatsı namazını kılmadan uzanmıştı. Biraz dinlendikten sonra kalkıp namazını eda edecekti. Evladının her halini dikkatle takip eden Refia Hanım, onun namaz kılmadan yattığını fark etmişti. Bu durumdan çok rahatsız oldu ve kendisine seslenip: “Namazını kıl öyle yat, ben de yorgunum seni kaldıramam belki” dedi. Hocaefendi, o ana kadar da namazını kılmadan asla yatmamıştı. Yorgunluk ve annesinin merhametine dayanarak; “Ana çok yorgunum, kalkar kılarım.” diye cevap verdi. Refia Hanım çok üzüldü. Bütün gün o da çalışmış çabalamıştı. Oldukça bitkindi. Ama, onlar için bir vakit namazı geçirmek başlarına dünyanın yıkılması demekti. 'Eğer namaz kılmadan yatarsan sabah kalktığımda senin cenazeni göreyim' dedi ve oğlunun gece uyanamayacağını düşünüp endişelenerek o yüzden ellerini kaldırıp dua etti. Hocaefendi, bu sözler üzerine kalkıp namazını kılacak ve ‘namaz karşısındaki bu ciddi tavrı’ ömrü boyunca unutamayacaktı.
Hocaefendi’nin 9 yaşında olduğu 1947’de Amerika, komünizm tehlikesine karşı dünyanın jandarmalığını üstleniyordu. 12 Mart 1947’de Truman Doktrini ile Amerika, özellikle Türkiye ve Yunanistan’ı komünizme karşı korumaya yöneldi. Nitekim Yunan iç savaşında komünistler mağlubiyete uğradı. Bu doktrinle Türkiye, Sovyetler’e karşı kendisini güvende hissetti. Türkiye Batı bloğu ile yakınlaştı ve NATO’ya girme sürecine girdi. Marshall Planı da bu doktrinin bir neticesiydi. Yine bu dönemde, Hindistan bağımsızlığına kavuştu (1947).
1948’den sonra Bediüzzaman’a yapılan zulüm ve baskıların şiddeti arttı. Büyük bir isyan hadisesi vuku bulmuş gibi Vali ve Emniyet Müdürü sürekli Emirdağ üzerine hiddetle gidip gelirken, diğer taraftan beş uçak da Emirdağ üzerinde uçuşlar yaparak, halkı ve Nur talebelerini korkutup sindirmek istiyordu. 23 Ocak 1948’de Bediüzzaman ve çevre illerden tutuklanan pek çok talebesi Afyon Cezaevine konuldu.
Afyon hapishanesinin şartları daha da ağırdı. Hapishanenin en üst katındaki yetmiş kişi kapasiteli ve çoğu kırık olan yirmi dört pencereli bir koğuşa Bediüzzaman tek başına konuldu. Eksi yirmilere kadar düşen dondurucu kış soğuğunda, kendisine soba dahi verilmedi. Yetmiş yaşının üzerinde bedenen iyice çökmüş olan Üstad , açlıktan bitkin bir hale düşürülerek kendisine üç kez zehir verildi. O, bu tahammülsüz ızdıraplara, çilelere sabrediyor ve talebelerine de bir şekilde ulaştırdığı teselli mektupları ile onları da sabretmeye davet ediyordu.
Yine bu devrenin önemli gelişmelerden birisi de Gandi’nin, 30 Ocak 1948 akşamı suikaste uğramasıydı. Son nefesinde "ALLAH!" demişti. Mohandas Gandi, yalnız Hindistan'ın bir değeri değildi, bütün dünya insanlarınındı. Arkasında kalan hiçbir malı yoktu, yalnız eskimiş bir çift takunya ve gözlüğünden başka...
Dönemin çok çarpıcı bir hadisesi de İsrail Devleti’nin kurulmasıydı. (14 Mayıs 1948) İngilizler, bölgede kurulacak bir Yahudi devletinin Arapları fazlasıyla kızdıracağını bile bile Filistin’de İsrail’in kurulmasına izin verdi.
İsrail Devleti’nin kuruluşunun ilan edilmesinden sonra Arap Birliği İsrail'e savaş açtı. Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak kuvvetleri üç yönden saldırıya geçerek önemli ilerlemeler kaydettiler. Ancak savaş sonradan Araplar’ın aleyhine dönüştü. Ve İsrail savaş sonunda 1947'de elde ettiği %56’lık Filistin toprağını %78’e çıkardı.
Alvar Köyü’ne Göç (1949)
Ortadoğu’da dengelerin değiştiği ve Bediüzzaman’ın, 1949’da Afyon’da keyfi bir muameleyle hapiste tutulduğu bu devrede Hocaefendi ilkokul üçüncü sınıftaydı ve ailesi Korucuk’tan Alvar Köyü’ne göç etmek üzereydi.
Ramiz Hoca 1949 yılına kadar kendi köyü Korucuk’ta imamlık yapmıştı. Son dönemlerinde köy halkı arasında ‘imamlık’ konusunda görüş ayrılıkları baş gösterdi. Bazı kişiler Ramiz Hoca yerine başka imam tutulmasını istiyor, bazıları da Ramiz Hoca’nın devam etmesini arzu ediyordu. Sıkıntıların çözümü yine Alvarlı Efe Hazretleri’nden geldi. Ramiz Hoca’ya, yıllarca imamlık yaptığı Alvar’da vazife yapmasını tavsiye etti. Alvarlılar buna zaten razıydı. Ramiz Hoca, Efe’nin sözünü tuttu ve Korucuk’tan ayrılıp Alvar Köyü’nde imamlık yapmayı kafasına koydu. Bu mevzu ortaya çıktığında mevsim kıştı, taşınmak için baharı beklediler. Ayrılmak, gidenler için de geride kalanlar için de çok zordu. Ailelerin hep bir arada yaşadığı o yıllarda evden bir bölümünün çıkması ölüm gibi ağır gelmişti onlara.
Neticede 1949 yılında çok zor da olsa Korucuk’tan ayrıldılar. Alvar’da caminin hemen karşısındaki imam evine yerleştiler. İki odadan ibaret küçük bir evdi burası. Zaten fazla eşyaları da yoktu.
Fethullah Gülen Hocaefendi, babasının Alvar Köyü'ne imam olması ve ailesinin oraya taşınması nedeniyle üçüncü sınıfı bitirmeden ilkokulu bırakmak zorunda kaldı ve daha sonra dışarıdan tamamladı.
“İki buçuk sene kadar okuduktan sonra okuldan ayrıldım. Babam, İmam olarak Alvar'a gittiği için biz de ailece oraya taşındık. Bir daha da okula gitmedim. Bir ara Korucuk'a gelmiştim. Belma Öğretmen beni görmüş ve 'Ben seni dördüncü sınıfa geçirdim' demişti. Fakat onun bu jesti de fayda etmedi. Okula gitmedim. İlkokulu daha sonra, Erzurum'da dıştan imtihanla bitirdim.”
Ramiz Hoca’nın Alvar’a taşındığı sıralarda 4 Nisan 1949’da NATO kuruldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan güçlü çıkan komünist emperyalizminin muhtemel saldırılarına karşı, hür milletlerin istiklal ve toprak bütünlüğünü savunmak niyetiyle kurulan bir teşkilattı.
Tam bu sıralarda, Amerika'yla nükleer silah yarışına giren Sovyetler Birliği, Ağustos 1949’da ilk atom bombası denemesini gerçekleştirdi.
Hocaefendi’nin annesi Refia Hanım’ın Alvar’daki yükü daha da artmıştı. Hoca hanımı olduğu için köylünün kendisinden beklentileri vardı. İlmi de olduğundan hiçbir şeyden geri kalmıyor, yetişebildiği her türlü hizmete koşturuyordu. Bu arada ev işlerinde en büyük yardımcısı da Hocaefendi’ydi:
“Babam Alvar Köyüne imam gidince annem tamamen yalnız kalmıştı. Büyükannem (Munise Hanım) ablamı yanında alıkoyduğu için ev işlerinde ona yardım etme yükü bana düşmüştü. Çünkü evin en büyüğü bendim. Yaşım dokuz veya ondu. Bir taraftan hıfzımı tamamlıyor, diğer taraftan da anneme yardım ediyordum. Hamur yoğurur, yemek yapar, bulaşık ve çamaşır yıkamada yardımcı olurdum. Tabii ki yine de anneme düşen çok iş kalırdı. Bu arada koyun ve ineklerin sağımını da o yapıyordu. Velhasıl anamın hayatı bütünüyle çileydi. İşte bütün bunlara rağmen bizlerin yetişmesi için de amansız mücadele vermişti. Bu da bana tesir eden ve hayatımın bazı dönemlerinde yapmam gereken işlerde beni yönlendiren ve benim için süreklilik arzeden tesirler arasındadır diyebilirim.”
Hocaefendi’nin Alvar Köyü’nde çocukluk yıllarını meşakkatlerle geçirdiği günlerde Bediüzzaman Hazretleri hala Afyon hapsinde tutuluyordu. Mahkemenin bir karar alamamasından dolayı Üstad ve talebeleri yargı sürecini Afyon hapsinde geçirdikten sonra 20 Eylül 1949 günü tahliye edildi. Ancak, beraat etmiş olsa bile, 2 Aralık 1949 tarihine kadar Üstad’ın Afyon’dan ayrılmasına müsaade edilmedi. Keyfi bir muameyle polis nezaretinde Emirdağ’a gönderildi. Burada iki sene ikamet etmeye mecbur bırakıldı.
Bernard Lewis Türkiye’de (1950)
1950’li yılların başında, İngiliz asıllı bir Amerikalı olan Bernard Lewis Türkiye’ye geldi. Osmanlı arşivlerini inceledi ve “Modern Türkiye’nin Doğuşu” adlı kitabını yazdı. Sonraları “Medeniyetler Çatışması” tezini ilk kez ortaya atacak olan Lewis, Batı dünyasında günümüzün en etkili İslâm tarihçisi ve Ortadoğu uzmanlarından biri olarak kabul edilecekti. Lewis’in “Medeniyetler Çatışması” fikrine karşı dünyanın dört bir tarafında vesile olacağı sulh adacıkları ve tesis edeceği diyalog köprüleriyle farklı medeniyet ve kültürleri buluşturacak olan Fethullah Gülen Hocaefendi o yıllarda henüz çocuktu. Hocaefendi’nin ufkunu o günlerde keşfedemediklerinden İslam âleminin moderniteyle problemi olduğunu ileri sürerek çatışmadan bahsedeceklerdi.
Kore savaşı (1950-1953)
Kore savaşı 1950-1953 yılları arasında Komünist Kuzey Kore ile Güney Kore arasında yaşandı. Stalin’in Kuzey Kore’yi desteklemesiyle ABD savaşa müdahale etti. Böylece, savaş boyut değiştirdi ve genel bir hal alarak “Komünist blok - Hür dünya” mücadelesine dönüştü.
Birleşmiş Milletler kararı çerçevesinde Türkiye Kore’ye bir tugay yani 5090 asker gönderdi. İskenderun’da askerlik yapmakta olan Bediüzzaman’ın talebesi Bayram Yüksel Ağabey de bu savaşa katıldı. Zaten, Üstad hazretleri “Allah’ı inkar fikrine karşı yapılan bu harbe katılmak lazımdır.” diyerek fikrini beyan etmişti. Kore Savaşı’na katılan talebesi Bayram Yüksel ile 1907 yılında İstanbul’da tanışıp dost olduğu Japon Başkomutanı’na Risale-i Nur Külliyatı’nı gönderdi.
Hocaefendi’nin Hafızlık Çalışmaları (1951)
Hocaefendi, Korucuk’ta 2,5 yıl kadar okula gitmiş, fakat Alvar’da tekrar başlamamıştı. 1951 yılında babası Ramiz Hoca'dan Arapça dersleri aldı. Gramer kitapları Emsile ve Binâ’dan bir miktar talim etti. Babasına ait ne kadar Osmanlıca kitap varsa okudu bu dönemde. Ramiz Hoca’daki sahabe hayranlığı ona da geçmiş, onlara ait hayat hikayelerini o yaşlarda adeta ezberlemişti. Daha sonra Ramiz Hoca, çevresindekilerin tavsiyesi ile iki üç çocukla beraber Hocaefendi’yi de hafızlığa başlattı. Ev işlerinden ve hayvanları gütmekten vakit bulabildiği ölçüde ezber yapan Hocaefendi iyi çalıştığı günlerde yarım cüz (10 sayfa) kadar ezberleyebiliyordu. Ramiz Hoca yumuşak üslubuyla onu teşvik ediyordu. Refia Hanım da tam bir hafız olmamasına rağmen Hocaefendi’nin ezberlerini dinliyordu.
'Ben şahsen hafızım ve hayatımda iki defa hafızlık yapanlardanım. Bir, on küsur yaşlarındayken babam yaptırmıştı. Bazı sebeplerden ötürü üzerinde duramadığımdan tamamen unutmuştum. Daha sonra 1980'lerde tekrar dört ayda hafız oldum. Fakat kemâl-i samimiyetle söylemeliyim ki, onu her okuyuşta yeni yeni ufuklar, yeni yeni kıtalar keşfediyor gibi oldum. Ona gönlünü veren herkesin de aynı şekilde düşündüğünü zannediyorum. Elverir ki, mânâya âşina olarak ondaki ilâhi maksatlar takip edilebilsin ve biraz da konsantrasyon içinde ciddî bir biçimde okunsun.’
Hocaefendi, bu gayretlerinin yanında Alvar köyünde “Alvarlı Efe” olarak bilinen Şeyh Muhammed Lütfi Efendi’den de dersler aldı.
Bu arada, 1951’de Hocaefendi’nin kardeşi Fazilet doğdu.
Bediüzzaman’ın Papa ile Diyalog Faaliyetleri (1951)
Bu dönemde Bediüzzaman’ın dünya insanları ile diyaloga geçtiğini görüyoruz. Zülfikar adlı eser Vatikan’a Katoliklerin dini lideri Papa’ya gönderildi (1951). Aynı yıl, Vatikan’dan gelen yazıda gönderilen “el yazısı güzel eser” için teşekkür ediliyordu.
Hocaefendi’nin Hasankale Günleri (1952)
Babasının çalıştırmasıyla hıfzını tamamlayan Hocaefendi, ertesi yıl yaz mevsiminde ilk defa ev ve tarla işlerinden muaf tutularak Hasankale’de Hacı Sıdkı Efendi diye bilinen bir zattan talim ve tecvit okumaya başladı (1952). Ancak Hasankale'de kalacak yeri olmadığı için Alvar'dan her gün 7-8 kilometrelik yolu yaya olarak gidip gelmesi gerekiyordu.
Hacı Sıdkı Efendi bezzazdı, manifatura işleri yapıyordu. Sadece Allah rızası için talebe okutuyordu. Fakat, işinden boşaldığı anlarda ancak dükkanında bir-iki talebeyle meşgul olabiliyordu. Aynı zamanda, talebelerin öğlen yemeklerini de kendisi karşılıyordu.
Bu tarihlerde, insanlığın başına bela olacak nükleer silahlanma yarışında Amerika Birleşik Devletleri “Mike” adlı ilk hidrojen bombasının denemesini gerçekleştiriyordu (1952).
Hocaefendi, Kurşunlu Camii Medresesi’nde (1952)
Ramiz Efendi, Alvar ile Hasankale arasında bir çocuk için çok uzun sayılacak bir yolu, evladının her gün yaya olarak gidip gelmesinden endişe duymaya başladı. Bu yüzden, onu artık Hasankale'ye göndermedi.
Hocaefendi, yeniden Alvar Köyü’nde babası Ramiz Hoca’dan ders almaya başladı. Ama bunlar kendisi için yeterli değildi. Evladının ilim alanındaki hevesinin ve kabiliyetlerinin farkında olan Ramiz Hoca, nasıl bir yol izlemesi gerektiğine karar veremiyordu. Hocaefendi, bu arayı yine çeşitli kitaplar okuyarak geçirdi.
İşte tam bu kararsızlık döneminde, Alvar İmamı’nın ‘bunu mutlaka okutalım!’ tavsiyesi ve yol göstermesi üzerine Hocaefendi, 1952 yılında Erzurum’da Kurşunlu Camii medreselerinde talebe okutan Alvar İmamı’nın torunu Sadi Efendi’nin yanına verildi. Hocaefendi’den beş altı yaş büyük olan Sadi Efendi temiz ve mazbut bir insandı. Ancak yaşı çok gençti ve tecrübesizdi.
Kurşunlu Camii Medresesi, tavanı ahşap, küçük bir medreseydi. Aşağı yukarı iki kilim boyu kadar bir yerde beş-altı insan kalıyordu. Hocaefendi ilk defa burada medreseye başlayacaktı. Kolunda bir sandık vardı ve bütün eşyası da ondan ibaretti.
Fethullah Gülen Hocaefendi bu medresede iki buçuk ay içinde Emsile, Bina ve Merah'ı metin ezberleyerek okudu. İzhar'ı bitirdi. Akranlarına göre hızlı ilerliyordu. Kâfiye okumasına lüzum görülmedi ve Molla Câmi'ye başladı.
Caminin etrafındaki küçük odalardan oluşan medresede çoğunlukla patatesten başka yemek pişmiyordu. Küçücük odalarda yerde hasır, hasırın üzerinde yatakları vardı. Odasında yemeğini kendisi yapıyordu.
Abdülhalık Gömeç o günlerde Fethullah Gülen Hocaefendi ile beraber okuyan arkadaşlarından biriydi. Gömeç, o günleri şöyle tasvir ediyor:
“Okuduğumuz medrese çok ilkeldi. Yere bir hasır atar ve onun üzerine serdiğimiz yatağımızda oturur, uyur, yer, içer, ders çalışırdık. Kiler dediğimiz bir yer vardı, erzaklar orada dururdu. Çok karanlık bir yerdi; Kurşunlu Medresesi'nin hapishane olduğu dönemlerde idamlar burada infaz edilirmiş... Gülen, haksızlığa tahammülü olmayan bir insandı. Bir gün arkadaşlardan biri bana sövdü. Hırsımdan oturup ağladım. O beni ağlar görünce, derdimi sordu, öğrendi. Bana söven çocuğun yakasını tuttu ve onu dövdü. Sert mizaçlıydı. Güçlü-kuvvetliydi. Ama gücünü ve kuvvetini hiçbir zaman haksızlıktan veya güçlüden yana kullanmazdı. Bir fotoğrafımız vardır. O üç düğmeli ceketiyle... Bütün varlıklı gençler üç düğmeli ceket giyerdi. O günlerde modaydı. Fethullah Gülen pantolonunun da ütülü olmasına itina ederdi. Saçlarını hiç dağınık görmedim.”
Hocaefendi’nin bir başka medrese arkadaşı olan Sadi Kayhan da o günleri şu sözlerle dile getiriyor:
“1953 yılında Kurşunlu Medresesine gittim. Hocaefendi de orada talebeydi. Tanışmamız burada oldu. Ancak o devrelerde Medreseler bakımsızdı. Talebeyi himaye eden hamiyet sahibi insan çok azdı. Onun için bizim medresede patatesten başka yemek pişmezdi. Her oda yemeğini kendi pişirir ve yemek pişirme nöbetle yapılırdı. Ancak Hocaefendi'nin odasında yemekleri hep o yapardı. Her yemekten evvel iştahımı kabartır ve "Size öyle bir yemek yaptım ki parmağınızı ısıracaksınız" derdi. Biz de bugün başka bir yemek yiyeceğiz zannederdik. Halbuki yine önümüze patates yemeği gelirdi. Ancak Hocaefendi her defasında patatesin başka bir türlü yemeğini yapardı.
Kendi işini daima kendisi yapardı. Hiç kimse onu bir başkasına iş buyururken görmedi. Elinden geldiğince başkalarının işini görmeyi severdi ve severek yardımda bulunurdu.
Halkın kanaatine mal olmuş bazı yanlış düşünceleri hiç çekinmeden tenkit ederdi. Bilhassa, mübalağalı anlatımların hep karşısında olmuştur.
Halkın sevdiği ve okuyup dinlediği bazı kıssalar vardı. O bu kıssaların birer uydurma olduğunu söyler ve karşı çıkardı. Biz onun bu tür davranışlarını o gün için yadırgardık. Halbuki aradan seneler geçtikten sonra onun ne kadar haklı olduğunu anladık.
İlmin izzetini muhafazada onun kadar hassas davrananı hatırlamıyorum. O günlerde bir cenaze olduğunda bizi götürürler, hatim okuturlar ve cebimize üç beş kuruş harçlık koyarlardı. Biz böyle bir günü dört gözle beklerdik. Çoğumuz itibariyle fakirdik, paraya ihtiyacımız vardı. Fakat Hocaefendi ne kadar ihtiyaç sahibi de olsa böyle yerlere gitmezdi. Hatta gidenlere de mani olmaya çalışırdı. Bu esnada kavgaya varan münakaşaları dahi olmuştur.
Çok temiz giyinirdi. Kendi eşyasını başkasına kullandırmazdı. Hatta üzerine oturduğu bir postu vardı. Bazen arkadaşlar ona oturmak isterdi. Hocaefendi latife yollu, "arkadaş, ben kolay kolay, kimseye post kaptırmam" der ve postuna kimseyi oturtmazdı.
Eşyayla münasebeti çok derindendi. Bizi hiç ilgilendirmeyen şeylerle o çok yakından ilgilenirdi. Yeni gördüğü bir şey olursa muhakkak bütün tafsilatıyla onu öğrenmeye çalışırdı. İnsanları tanımada da hassas davranırdı. Bir arkadaşımızın ziyaretçisi gelse, onun kimliği hakkında muhakkak malumat edinirdi. Tabii ki bir daha da o şahsı unutmazdı. Biz onun bu huyuna hayret ederdik. Araştırmacı bir ruha sahipti, diyebilirim.
O bizim medresemizin maddi manevi çekip çevireni durumundaydı. Bu mevzuda kimse onunla boy ölçüşmeye kalkmazdı. Hepimiz bu durumu kabullenmiştik. Bize kendisinin katiyyen böyle bir zorlaması yoktu. Ancak onda bir heybet vardı ki yanında bulunan herkese bu tesir eder ve ona karşı saygı duyardı. Haksızlığa tahammülü yoktu. Bu haksızlık kim tarafından yapılırsa yapılsın muhakkak ona karşı bir tavır koyar ve bizleri de böyle davranmaya teşvik ederdi.”
- tarihinde hazırlandı.