‘Meşîme-i Şeb’den Neler Doğacak!'
Hocaefendi’ye göre Türkiye, bazı güçler tarafından yönetilen bir süreç yaşıyordu. Bu, Türkiye’yi ayrıştırma süreciydi. Türkiye âdeta mecburi istikametmiş gibi böyle bir sürece zorlanıyordu. Oysa bu, suni olarak oluşturulan bir uçurumdu ve akılcı hiçbir sebebe dayanmıyordu.
Adanmışlık ve Fedakârlık Ruhu
Sovyetler’in 1989’da Afganistan’dan çekilmesinden sonra ülkede sonu gelmez iç savaş ve iktidar çekişmeleri başlamıştı. Sovyetler’e karşı zafer kazanan Afgan halkı birbirine düşmüştü. Ve yıllarca birbirleriyle vuruşmaları sonucunda Afganistan’da tek bir otorite kalmamış, ülke fiilen bölünmüş haldeydi. Buna rağmen Anadolu'nun himmetleri ve öğretmenlerin fedakârlıkları Afganistan’a da ulaştı ve burada bir umut ışığı oldu. Türk okulları, Afganistan’da 1994’ten itibaren açıldı.
“Avrupa’nın Kudüsü” olarak anılan Saraybosna’ya da okul açmak için fedakar Hizmet gönüllüleri, 1994 yılının Ekim ayında, savaşın en yoğun olduğu bir zamanda gittiler.
Yugoslavya dağılınca Bosna Hersek, 1992’de bağımsızlığını ilan etmiş ve hemen ardından Sırpların saldırısına uğramıştı. Sırplar etrafı dağlarla çevrili şehri tepeden tanklar ve keskin nişancılarla kuşatınca Saraybosna’nın dünyayla bağlantısı kesilmişti.
Boşnakların ordusu yoktu ve savaşmayı bilmiyorlardı. İşte tam bu noktada Turgut Özal, çok büyük fedakarlıklarda bulunarak savaşın kaderinin tamamen değişmesine vesile oldu. 150’nin üstünde subayı küçük gruplar halinde Bosna’ya göndererek onları eğitti. Bosna’ya silah ve her türlü yardımı gönderirken, diğer yandan da çok ciddi politik görüşmeler, lobi faaliyetleri yaptı.
Boşnaklar için gelen yardımı şehrin içine dağıtmanın tek yolu Birleşmiş Milletlerin kontrolündeki havaalanının altından bir tünel kazımaktı. Nitekim, Boşnaklar da havaalanının altından geçen 800 metre uzunluğunda, 1,5 metre genişliğinde bir tünel kazıdılar. Gelen yardımlar ve şehre ulaşım, kontrollü ve gizli olarak bu tünelden yapıldı.
Okul açmak için 1994’te Saraybosna’ya giden Hizmet gönüllüleri de şehre işte bu tünelden girdiler. Fakat bu tünele ulaşıncaya kadar günlerce aç kaldılar, sığınacak bir yer bulamadılar. Parayla bile olsa yiyecek bir şeyler bulmak çok zordu. Sırtlarında kitapları ve ceplerindeki az parayla savaşın ortasında okul açmaya gelmeleri hem ilginç hem de sevindiriciydi. Boşnaklar’ın gönüllerini daha ilk günden fethettiler.
Fransa Cumhurbaşkanı Mitterand’ın “Ben Avrupa’nın içinde Müslüman bir devleti hazmedemem” sözleri o günkü Çetnik Sırplar’ı daha da cesaretlendirmişti. 1992 Nisan’ında başlayan savaşta (1995 sonuna gelindiğinde) 20.000 çocuk, 250.000 Boşnak öldürülmüştü. Tam anlamıyla bir soykırım yaşamıştı Bosna Hersek.
Dört yıllık bir katliamdan sonra Bosna Hersek’te açılan Türk okulları Saraybosna’yı yeniden “Avrupa’nın Kudüs’ü” yapacak ruhu, Boşnak, Sırp, Hırvat ve yirmiye yakın diğer milletlerin çocuklarını aynı sıralarda sevgi ve hoşgörüyle oturtarak başaracaktı. Bu hizmet gönüllülerinin fedakârlığıydı.
Bunun yanında, dünyanın hemen her tarafında Müslüman, Hindu, Şaman, Budist, Musevi, Hıristiyan, Sırp, Hırvat, Boşnak, Şii, Sünni, Türkmen ve Kürt çocukları ‘yeni bir dünya’ çatısı altında toplayan ruh hep aynıydı. Samimi, cömert ve diğergam Hizmet insanlarının fedakârlığıydı.
Sabah ve Hürriyet Gazeteleriyle Röportaj (1995)
Hürriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, yıllar önce Çankaya Köşkü’nde Turgut Özal’ın “Fethullah Hoca’yı yakından izleyin” sözleri üzerine, Hocaefendi ile bir röportaj yapılması arzusundaydı. Bunun için Nuriye Akman’ı görevlendirmişti. Bu süreç devam ederken, Akman Hürriyet gazetesinden Sabah’a geçmişti. Hocaefendi’den röportaj talebine 1995’in başında “evet” cevabı geldiğinde Akman, Sabah’taydı.
Hocaefendi ile ilk röportajı yapacak gazeteci olan Akman’a “Nuriye” ismini, Hocaefendi’nin çok sevdiği ve saygı duyduğu Bediüzzaman Said Nursi koymuştu. Çünkü Akman’ın savcı olan amcası Atıf Ural Bediüzzaman’ın ilk öğrencilerinden biriydi. Ankara’da hukuk öğrencisiyken Bediüzzaman’ı tanımıştı. Akman’ın albay olan dedesi ise, Bediüzzaman’ı uzun bir süre mecburi ikamete tabi tutulduğu Kastamonu’da tanımıştı.
Nuriye Akman, İzmir’e gidip Bozyaka’da röportajına başlarken Ertuğrul Özkök, bunu hemen duydu. Özkök, bu röportajın aslında Hürriyet gazetesinin hakkı olduğuna inanıyordu. Bu fikri o ortaya atmıştı. Özkök, Hocaefendi’nin yakın arkadaşlarından Alaattin Kaya’yı arayarak eşzamanlı olarak Hocaefendi’nin Hürriyet’e de bir mülakat vermesini istedi. Hocaefendi, onun bu isteğini geri çevirmedi. Böylece, Hürriyet için kendisi İzmir’e gidip Hocaefendi ile yeni bir röportaj yaptı. Özkök’ün birkaç saatlik röportaj sırasında ortaya çıkan izlenimi pozitifti. Hocaefendi’ye “Hocam biz bugüne kadar sizi yanlış tanımışız” dedi. Hocaefendi, yine mütevazi üslubuyla cevap verdi: “Bir kusur varsa bize ait. Biz kendimizi size doğru anlatamamışız.”
Hürriyet ve Sabah gazeteleri, Hocaefendi’nin röportajını aynı gün, 23 Ocak 1995’te yayımlamaya başladılar. Röportajlar Türkiye'nin içinde bulunduğu durum, İslamiyet, siyaset, kadın ve eğitim eksenindeydi. Hocaefendi’nin her iki röportajdaki en güçlü mesajı yine demokrasiydi. Mozart’ın müziğinden, Picasso’nun resimlerine kadar birçok konudan bahsetti Hocaefendi.
Gazi Olayları (12-15 Mart 1995)
İstanbul Gazi mahallesinde Alevilere ait bir kahvenin taranmasıyla başlayan olaylar ertesi günkü cenaze töreninde çatışmaya dönüştü. Ordu birlikleri bölgeye sevkedildi. 3 gün süren olaylarda 22 kişi öldü.
Terör yine Türkiye gündeminin birinci maddesiydi. Hocaefendi, bu gibi toplumsal sorunları ve büyük çaplı terör olaylarını sadece silah gücüyle bitirmenin çok zor olduğunu söylüyordu. Askeri güçle çözüm peşinde koşulduğunda akla pek müracaat edilmediğini, oysa bu gibi sorunların akıl gücünün kullanılmasını öngören siyasetle çözülmesi gerektiğini vurguluyordu. Buna Yavuz Sultan Selim örneğini veriyordu: “Yavuz, Şah İsmail’le yaptığı mücadelede o kadar sert olmak yerine, başka bir yol takip etseydi, bugüne kadar gelen problemler belki de yaşanmayabilirdi. Keşke Yavuz da o zaman meseleyi güç ve kuvvetle değil, konuşarak halletseydi.”
Hocaefendi, İstanbul Gaziosmanpaşa’da meydana getirilmek istenen Alevi-Sünni çatışması tehlikesini 1,5 ay önce hissetmiş ve sorunların çözümüne katkı için bir dosyayı Başbakan Tansu Çiller’e ulaştırmıştı. Çünkü bu olaylardan önce Hocaefendi, Avrupa’da Kürt ve Türk Alevilerinin organize edildiği, Türkiye’de olayların çıkabileceği söylentilerini duymuştu. Bazı güçler, Avrupa’nın değişik yerlerinde çıkardıkları gazete ve dergilerle Türkiye’deki Alevileri organize etmeye çalışıyorlardı. Bu, Türkiye’de Alevi-Sünni çatışmasına hazırlık yapıldığını gösteriyordu.
Hocaefendi’ye göre aslında Türkiye, bazı güçler tarafından yönetilen bir süreç yaşıyordu. Bu, Türkiye’yi ayrıştırma süreciydi. Türkiye âdeta mecburi istikametmiş gibi böyle bir sürece zorlanıyordu. Bu ayrışma, Türkiye’yi 1980 öncesinin kanlı olaylarına götürebilirdi. Türk insanı, âdeta büyük bir uçurumun kenarlarında durup birbirlerine hınçla bakan cephelere ayrılmıştı. Oysa bu, suni olarak oluşturulan bir uçurumdu ve akılcı hiçbir sebebe dayanmıyordu.
Hocaefendi, yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: “Yarının Türkiye’sini bekleyen en korkunç terör, mezhep çatışmasıdır. Bu tehlike, terörizmden 50 kat daha fazla tahrip gücüne sahiptir.” Yine, 1995 yılı Mart ayında Ömer Çavuşoğlu ve Meriç Köyatası’nın da aralarında bulunduğu bir grup yazarla görüşmesinde şöyle diyordu: “Türkiye’de meydana gelen dalgalar birbirlerini kırıyor. Birbirini tamamlamıyor. Birleşerek güçlenmesi gereken bu dalgalar birbirine çarparak sıfırlanıyor.” Laik-antilaik, Kemalist-dinci gibi kutuplaşmalarla ülkenin gücü kırılmak isteniyordu.
Hocaefendi’ye göre, terörün dini bir kisveye bürünmüş şekli olan mezhep çatışmasını ve etnik temele dayalı terörünü körükleyen güç merkezlerinin hedeflerinden biri, Türkiye’nin önüne çıkmış olan Asya fırsatını kaçırtmaktı. Çünkü Asya ülkelerine açılımını tamamlamış bir Türkiye demek, dünya dengelerinde söz sahibi bir ülke demekti. Hem mezhep çatışması ve terörün arkasındaki güçler, hem de Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Uğur Mumcu cinayetlerinin arkasındaki güçler büyüktü. Bu olayların ve cinayetlerin planlayıcıları hem askere ihtilal için davetiye çıkarıyor, hem de İslam ile terörü özdeşleştiriyorlardı.
O halde Türk insanı bu süreci tersine çevirmeliydi. Gelmekte olan bu tehlike karşısında hem Türk toplumu teyakkuza geçirilmeli, hem de yepyeni bir süreç başlatılmalıydı. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın kurulmasıyla Hocaefendi’nin 1994’ten itibaren daha sık medyaya açık toplantılarda yer almasının sebeplerinden biri buydu. Hocaefendi, 1995 yılı Haziran ayında Akşam gazetesinin yazar ve yöneticileriyle yaptığı görüşmede, “Teşebbüslerim sağ-sol, Alevi-Sünni kardeşliği içindir” diyordu.
Aynı yılın Ağustos ayında Cumhuriyet gazetesi yazarı Oral Çalışlar’a verdiği röportajda Türkiye’nin önündeki Alevi-Sünni çatışması tehlikesinin nasıl aşılabileceğini şöyle anlatıyordu: “En azından taraflardan birindeki vuruşma düşüncesini kırarsak, karşı taraf sallayacağı yumruğu boşa sallamış olur.”
Fethullah Gülen Hocaefendi, bu amaç etrafında İzmir’de eskiden milletvekilliği de yapmış bir Alevi dedesiyle görüşerek İzmir Narlıdere’de ortak bir okul yapılması, Alevi-Sünni birlikteliğinin sembolü olacak şekilde yan yana bir cemevi ve cami yapılması projesini ortaya attı. Zira, Osmanlı, yüzyıllarca cami, havra ve kiliseyi yan yana yaşatmıştı.
Bu ayrımlar, Türkiye’nin rampaya binip büyüklüğe sıçrayacağı bir dönemde kolumuzu kanadımızı kırma ve yükselişimizi sabote etme girişimleriydi.
Türk toplumu bütün katmanlarıyla birbirine yakınlaştığı, aradaki duvarlar yıkıldığı takdirde, hem bu kutuplaşmalar sona erecek, hem de yeni bir Gazi Olayı ya da yeni bir Madımak Olayı organize etmek isteyenlerin başarı şansı olmayacaktı. Hocaefendi, “Camide birbirimize düşeceksek, camiye girmeden avluda barışmanın çaresine bakalım” diyordu. Türkiye’nin bu kritik süreci aşabilmesi için öncelikle aydınların sevgi ve hoşgörü etrafında buluşması gerektiğine inanıyordu. Yıllarca ülkeyi meşgul eden sağcı-solcu çatışmasından sonra, şimdiki Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-antilaik kamplaşmaları ancak bu hoşgörüyle aşılabilirdi.
Hocaefendi’nin Bülent Ecevit'le Görüşmesi (20 Mart 1995)
Fethullah Gülen Hocaefendi, 20 Mart 1995 günü Ankara’da Oran Sitesi’ndeki evinde Bülent Ecevit'i ziyaret etti. Hocaefendi’nin bu ilk görüşmesinde Ecevit’in siyaset sahnesinde ağırlıklı bir gücü yoktu. Partisi Meclis’te birkaç milletvekiliyle temsil ediliyordu. Ama Hocaefendi’nin gözünde 70 yaşındaki Ecevit, Meclis’te sahip olduğu sandalye sayısından bağımsız çok değerli bir kişilikti.
Hatta o günlerde bir arkadaşı Hocaefendi’ye, “Ecevit’in bundan sonra artık siyaset sahnesinden bir etkinliği olmaz” diyordu. Gerçekten de Ecevit’in bir daha siyasette bir varlık göstereceğine, hele hele başbakan olacağına kimse ihtimal vermiyordu ve etrafı epeyce tenhalaşmıştı. Ancak Hocaefendi, bu türden siyasi meselelerle değil, Ecevit’in kendisiyle ilgileniyordu.
O gün Ecevitlerin evinde Hocaefendi’yi en çok etkileyen şey, sadelikti. En az 20 yıllık oldukları anlaşılan koltukların başları aşınmıştı. Yerdeki halılar eskiydi. Rahşan Ecevit, Hocaefendi’ye refakat eden kişilerin mutfaktaki hiçbir yardım talebini kabul etmedi. Çayları kendisi getirip ikram etti. Çay sırasında Ecevit, Hocaefendi’ye Orta Asya ülkeleri başta olmak üzere yurtdışında açılan Türk okullarının sayısını sordu. Hocaefendi kesin sayıyı bilmemekle birlikte 186 civarında olduğunu ifade etti. Bunun üzerine Ecevit, mutfaktaki eşine seslenerek, “Rahşan duydun mu, Orta Asya’da 186 okulumuz varmış” dedi. Ecevit’in eşine bu yürekten seslenişi, Hocaefendi’yi o anda derinden etkiledi.
O gün salondaki masanın üzerinde Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Ölüm Ötesi Hayat kitabı vardı. Ecevit, bu kitaptaki bazı sayfaların altını çizerek okumuştu.
Hocaefendi masadaki kitabı görünce, Ecevit bir mahcubiyet hissine kapıldı. “Sakın siz geleceksiniz diye kitabı oraya koyduğumu düşünmeyin. Unutmuşum, özür dilerim” dedikten sonra kalkıp kitabı rafa koydu. Rafta Hocaefendi’nin başka kitapları da vardı.
Fethullah Gülen Hocaefendi ve Bülent Ecevit’in buluşması, önemli bir görüşmeydi. O yüzden beş gün sonra Hürriyet gazetesine manşet oldu. Hürriyet’e konuşan Ecevit, 1,5 yıl önce Hocaefendi’nin gönderdiği bir mesajın kendisine ulaşmadığını, yeni öğrendiğini vurguluyordu. Böylece görüşmeleri 1,5 yıl gecikmişti. 1995 yılı itibariyle Türkiye’de 130, yurtdışında 186 Türk okulunun fen eğitimi veriyor olması, bir Robert Kolej mezunu olarak Ecevit’i en fazla etkileyen unsurdu. Örneğin İzmir’deki Yamanlar Koleji’nin bir öğrencisi dünya fizik şampiyonu olmuştu ve bu başarısı sebebiyle Amerika Uzay Araştırmaları Merkezi NASA tarafından kabul görmüştü.
Bu arada Fethullah Gülen Hocaefendi, 10 Mayıs 1995’te Hikmet Çetin'le Kurban Bayramının ikinci günü milletvekili lojmanlarındaki evinde görüştü. Görüşme bayram münasebetiyle gerçekleşti.
Türk Ocakları Vakfı'ndan Ödül Verildi (1995)
26 Mayıs 1995’te "Nihal Atsız Türk Dünyası Hizmet Ödülü", teşvik ve telkinleriyle Türk Dünyası'nda pek çok okulun açılmasına vesile olan Fethullah Gülen Hocaefendi’ye verildi.
Aziz Nesin öldü (6 Temmuz 1995)
Aziz Nesin’in ölümünden önce Hocaefendi’nin yakınlarından birkaç kişi Aziz Nesin’i ziyaret etmişler; ama aralarında bir diyalog kuramamışlardı. Ve Aziz Nesin Foça'da geçirdiği ani kalp krizi sonucu 6 Temmuz 1995’te öldü.
Hocaefendi birkaç defa: “İki kişiye ulaşmayı çok isterdim. Biri Aziz Nesin, diğeri Zeki Müren.” demişti. Aziz Nesin’in ölüm haberini aldığında Hocaefendi’nin gözünden yaş geldi. Ölüm haberi geldiği gün: “Keşke bir kere daha ziyaret edilebilseydi!” diyerek üzüntüsünü dile getirdi.
Aziz Nesin, Kadiri tarikatına mensup bir tekke şeyhinin oğluydu. Çocukluğunda Arapça eğitimi almış ve Kur’ân-ı Kerim’i ezberleyerek hafız olmuştu. Fakat, “Babam öldükten sonra dinden soğudum.” diyerek kendisini dinsiz olarak tanımlıyordu.
Bosnalı Çocuklar Yararına Düzenlenen Futbol Maçı (18 Eylül 1995)
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın organize ettiği futbol maçı, İstanbul'da "Her şey Bosna'lı Çocuklar İçin" sloganıyla oynandı. Dünya karmasıyla Türkiye karmasının oynadığı bu maçla hem dünyanın dikkati Bosna’daki katliama çekildi hem de karşılaşmadan elde edilen hasılatla Bosna Hersek'te Saraybosnalı çocuklar için bir okul yaptırıldı. Maçı, Maradona ve Fethullah Gülen Hocaefendi yan yana izledi.
“Bosna-Hersek Balkanlarda İslâm’ın kaderi adına kanayan bir yaradır. Bu kanayan yarada, kan kaybeden de Türkiye’dir. Türkiye, Bosna vesilesi ile gün geçtikçe kan kaybediyor, itibar kaybediyor. Büyüklüğe sıçrama mevsiminde, kendisinden medet uman devletler ve milletler, bekledikleri performansı göremeyince, ona olan güvenleri sarsılıyor ve başka arayışlar içine giriyorlar. Bu ise Türkiye’nin kazanma kuşağında iken kaybetmesi demektir. Hâlbuki bu altın kuşakta şimdilerde başı sıkışan, derde düşen herkesin, çare diye başvuracağı güçlü bir devlet olmalı ve bu devlet tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi gürül gürül ses çıkarmalıydı.
Bosna meselesinde, yaklaşık 4 yıldan beri siyasî ve gayri siyasî birçok insan, değişik platformlarda söylenmesi gerekli olan şeyleri söyledi, yapılması gerekli olan şeyleri yaptılar. Bu aşamada biz de sporun evrensel dilini kullanalım istedik. O dil ile yeni baştan “Bosna’da çocuklar ölmesin, kan dökülmesin, savaş dursun, kadınlar dul kalmasın, çevre tahrip olmasın...” düşünceleri ile böyle bir organizasyon içine girdik. Evet, sporun ruhunda centilmenlik vardır. O insanları birleştirme, aynı duygu ve düşünce çatısı altında toplamada etkili bir yere sahiptir. Burada bir de dünya çapında söz sahibi sporcular bulunursa, onların dünyaya verecekleri mesajın çok daha anlamlı olacağı herhâlde izahtan varestedir.
Yalnız bu konuda bir temennimi arz etmek istiyorum. Keşke bu organizeyi televizyon, radyo ve bütün gazeteleri ile ortaklaşa olarak Türk medyası düzenleseydi.. ve müşterek bir deklarasyon yayınlayabilseydi. O zaman bunun bütün dünyada meydana getireceği yankının daha fazla olacağı muhakkaktı. Fakat her şey geçmiş değil. Bosna meselesi de bitmiş değil. Çare ve çözüm arayışları da. Onun için inşâallah bu teklifimiz medya idarecileri tarafından hüsnükabul ile karşılanır, bu ve buna benzer düşüncelerle daha çok organizeler yapılır.
Niçin “Her şey Bosnalı Çocuklar İçin” sloganı kullanıldı?
İstikbal bugünün çocukları ve gençleri üzerinde bayraklaşacaktır. Siz bir milleti yok etmek istiyorsanız önce onların çocuklarını ortadan kaldırmanız gerekecektir. Onun için 4 yıldır çok ciddî bir soykırıma maruz kalan Boşnakları geleceğe taşıyacak olan, yetim ve öksüz kalan bu çocuklardır. Onlara sahip çıkmak Bosna’ya, Bosna’nın geleceğine sahip çıkmak demektir. Zannediyorum bu düşünce ile o slogan seçilmiş.
Öte yandan, orada savaşın devam etmesine rağmen ilkokuldan üniversiteye varıncaya kadar bizim devlet veya sivil toplum örgütleri olarak özel eğitim ve öğretime sahip çıkmamız lâzım diye düşünüyorum. Gidelim oralara, okullar yapalım, eğitim ve öğretime başlayalım, buralara Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin okulları desinler. Sonrasını onlar düşünsün! Şayet oradaki okullarımız isabet alır, yerle bir olursa, biz de koparacağımız vaveylalarla bütün dünyayı ayağa kaldırırız.
Bunu şu ya da bu sebeple gerçekleştiremiyorsak, bari oradan bütün çocukları getirerek eğitim ve öğretimlerini Türkiye’de sürdürelim. Böylece Batı’nın asimilesinden onları koruyalım. Bu vesile ile son olarak bir endişemi sizlere arz edeyim:
Nereden biliyorsunuz, bugün Bosna’nın başına gelen felâketin yarın sizin başınıza gelmeyeceğini? Allah fırsat vermesin ama bu ihtimali sakın uzak görmeyin. Kendi menfaat ve hâkimiyetini tabiî olarak korumak isteyen yabancı ve bize düşman olan güçler menfaatlerine halel geldiği anda, bir taraftan Suriye, diğer taraftan Yunanistan ile üzerimize saldırır ve bizim –halk tabiriyle– iki ayağımızı bir kaba sokabilir. O zaman Türkiye’ye sözde sahip çıkan devletler, aleyhimize döner. Çocuklarımızı dünyanın dört bir tarafına taşıyarak, asimile ederler. Bu millet böyle bir durumu 93 Harbi’nde, Balkanların düşüşünde, Kırım’ın kaybedilişinde hep yaşamıştır. Köklerini unutmuşlardır bizim çocuklar. Türkü, Müslümanı en âdi, en aşağı varlıklar olarak göstermiş ve inandırmışlardır. “Türkiye diye bir devlet yoktur, Batı’nın vesayetinde, esaretinde, güdümünde Türkler vardır.” demişlerdir. Hâlbuki her gecenin bir gündüzü, her gündüzün de bir gecesi vardır. Allah’ın günleri insanlar arasında dairevî olarak dönüp-duruyor. Bugün birilerine bayram, yarın da başkalarına. Öyleyse bekleyin ve görün! Bakalım meşîme-i şeb’den neler doğacak!..” (Fasıldan Fasıla-3)
- tarihinde hazırlandı.