Tarihî Arka Zemin Temelinde Aile ve İlk Tahsil Hâlesi İçinde Fethullah Gülen
Belki bir biyografi çalışması çerçevesinde yeterinden fazla ayrıntıya girdiğimiz bu tarihî tahlil, Türkiye'de 20'nci asrın başlarından itibaren olup bitenleri, ülkedeki devlet-millet ayrışmasını, toplum katmanlarındaki bölünmeleri, önce CHP-DP olarak başlayan ve daha sonra CHP-AP, CHP-Milliyetci Cephe olarak devam siyasî uzlaşmazlıkları, bir dönem sağ-sol, daha sonra İslâmcı-lâik kutuplaşmalarını, 1960'li ve 70'leri yılları içine alan anarşi ile 1984-2000 yıllarını kapsayan korkunç terörü, Türk toplum ve siyaset yapısını anlamak kadar, Fethullah Gülen'i de tanıma ve tahlilde bir hayli önemlidir.
Fethullah Gülen, Osmanlı modernizminin bıraktığı enkaz üzerinde kurulan, fakat, en azından henüz bu enkazın kaldırılamadığı, kaldırılamamış olmasının yanısıra, modernizm öncesi "İleri Osmanlı Toplumu"nun ana dinamiklerinin büyük ölçüde reddedildiği bir dünyaya gözlerini açtı. Onun, denebilir ki, "kökü maziye bağlı bir âtî" olarak yetişmesinde en önemli tesirlerden birini icra eden ve Erzurum ilinin Hasankale (Pasinler) ilçesinin 50-60 haneli Korucuk köyünden başlayıp, Erzurum'un içine uzanan bu dekorun merkezinde, İslâm ruhunun çok canlı olduğu baba ocağı bulunuyordu. Bu ocakta, kendi değerlendirme ve ifadeleriyle, bir ciddiyet, temkin, vakar ve dinî salâbet timsali olan büyükbaba Şamil Ağa, torunuyla kimsenin farketmediği bir gönül alışverişi içinde idi. Baba Ramiz Efendi, Türkiye'nin maddî-manevî yokluk, kıtlık ve kuraklık dönemlerinde ve küçük bir köyde yetişmiş olmasına rağmen, "Enderun terbiyesi almışçasına" asil, ilim âşığı, vaktini asla boşa geçirmez, kıvrak bir zekânın göstergesi olarak nüktedan ve dinine gönülden bağlı kerim bir zattı. Babaanne Mûnise Hanım, sessiz, durgun deryalar gibi derin ve engin, inanmayı ve Allah ile irtibatı her hal ve hareketiyle ortaya koyan örnek bir hanımefendi; bir paşa ailesinden gelen anneanne Hatice Hanım ise, her yanı ile bir nezahet âbidesi, kızı ve Fethullah Gülen'in annesi Rafia Hanım da, aynı şekilde, köyün bütün kadınlarına Kur'ân öğreten bir şefkat ve deruniyet timsaliydi. Böyle bir ocakta neşet eden Fethullah Gülen, daha 4 yaşında iken annesinden Kur'ân okumayı öğrenir ve bir ay içinde Kur'ân'ı hatmeder. O yıllarda, Türkiye'de açıktan Kur'ân okutmak bir hayli zordur. Bu sebeple, anne Rafia Hanım, gece kalkar, oğlunu kaldırır ve ona öyle Kur'ân öğretirdi.
Bu ocak, civardaki bütün tanınmış ilim ve manâ insanlarının gelip konduğu, konup göçtüğü bir misafirhane gibiydi de âdeta. Âlimleri çok seven baba Ramiz Efendi, her gün evde hiç olmazsa bir misafirin bulunmasını arzuladığı için, yaşıtlarından çok büyüklerle oturup kalkmayı seven çocuk Fethullah efendi, kendisini neredeyse doğumundan itibaren bir ilim ve maneviyat halkası içinde bulmuştu. Kısaca, şuuraltını oluşturacak ilk tesirleri aldığı, dolayısıyla ruhunun tekevvününde ilk mayalanmayı yaşadığı ve merkezinde bu ocağın bulunup, en önemli özelliğini, Yahya Kemal'in
"Âhiret öyle yakın seyredilen manzarada,
O kadar komşu ki dünyaya, duvar yok arada;
Geçer insan bir adım atsa birinden birine,
Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine."
mısralarında ifadesini bulan dünya-Âhiret iç içeliğinin oluşturduğu bu dekoru, içindeki ilk tahsil ve izlenimleriyle birlikte bizzat Fethullah Gülen şöyle anlatmaktadır:
Benim ilk hocam, validemdir. (O'ndan Kur'ân okumayı öğrendim.)
Önceleri köyümüzde ilkokul yoktu; daha sonra açıldı. Okulda bir de Belma öğretmen vardı. Bana çok iltifat ederdi. "Bir gün Galata Köprüsü'nde genç bir teğmen dolaşacak ve ben onu şimdiden seyrediyorum" derdi.
Evin bütün ayak işleri bana düşerdi. Anneme de ev işlerinde yardım ettiğim gibi, ineklerimizi ve koyunlarımızı da ben güderdim. İşlerden boş vakit bulduğum zaman kitap okur veya Kur'ân ezberlerdim. Babam Alvar'da imam iken Hasankale'de Hacı Sıdkı Efendi'den tecvid okuyordum. Hasankale'de kalacak yerim olmadığından, aradaki 7-8 km.lik yolu yaya olarak gidip gelmek zorundaydım
İlk Arapça hocam babam oldu. Daha sonra, Muhammed Lütfi efendinin torunu Sadi efendiden okudum. Ailemin dışında, üzerimde Muhammed Lütfi efendinin tesiri çok büyüktür. O'nun ağzından çıkan her kelime, bana başka bir âlemden akıp gelen ilhamlar şeklinde görünürdü. O konuşurken, şimdiye kadar yere inmemiş bir takım semavî şeyler dinliyor gibi kulak kesilirdim. Onu idrak ettiğimi söyleyemem. Çünkü o, ötelere göç ettiği zaman, ben henüz 16'ncı yaşımın yamaçlarında dolaşıyordum. Buna rağmen, ilk şuur ve ilk ihsaslarıma seslenen bir ruh olması itibariyle, benim o idrake kapalı yaşım, başım ve istidatlarımdan ziyade, onu yine onun tenezzüllerinde yakalamaya çalıştığımı ve bugünkü seziş, duyuş ve hissedişlerimi o günkü ihsaslarıma borçlu olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim.
Erzurum'da ders görürken dedem ve ninemin ölüm haberi beni iyiden iyiye sarsan bir hadise oldu. Gece gündüz, "Ya Rabbi, ne olur, benim de canımı al da, dedeme ve nineme kavuşayım" diye dua ettim. Bu kadar sarsıntı geçirmem, biraz da aile fertleri olarak birbirimize çok ileri seviyede tutkun olmamızdan kaynaklanmaktaydı. Meselâ, ben Edirne'ye gittiğim günden itibaren kardeşim Mesih tek kelime konuşmamış ve bu, ben askerden izinli gelinceye dek sürmüş.
Yine çocukluğumda bir kardeşim vefat etti. Senelerce onun kabrinin başında da göz yaşı döktüm. Hayatımın en sarsıcı hadiselerinden biri de Alvarlı Muhammed Lütfi efendinin vefatı oldu. Onun ölümüyle dünya, yeri doldurulamayacak bir boşluk daha görecek ve bu ‘yaşlı ana' bir defa daha inleyecekti.
Babam, Alvar köyünden ayrılmak zorunda kaldı. Bir ara, Artuzu köyünde vazife yaptıktan sonra Erzurum'a yerleşti.
Erzurum'da okurken bütün eşyam, kolumda taşıdığım bir sandık dolusu kadardı. Çok zor şartlar altında tahsilime devam ediyordum. Yemeğimizi, yattığımız aynı yerde kendimiz yapardık. Çok zaman soğuk kış günlerinde buz gibi su ile banyo yapmak zorunda kalırdık. Bir ara kaldığımız yerdeki oda çok dardı. Yatmak istediğimde baktım, ayağımı arkadaşlardan birine doğru uzatmam gerekiyor; saygısızlık olur düşüncesiyle uzatmadım. Diğer tarafta kitaplarımız vardı; onlara doğru da ayaklarımı uzatmam mümkün değildi. Beri taraf kıbleye denk geliyordu. Ayağımı uzatabileceğim tek yön de Korucuk köyünü gösterdiğinden, bu defa, babam köyde olabilir ve ona saygısızlık etmiş olurum endişesiyle, o tarafa da ayağımı uzatamadım. Birkaç gece bu şekilde hiç uyumadan oturdum. Hayatımda bir defa olsun babama doğru, yani onun doğduğu ve şu anda medfun bulunduğu Korucuk'a doğru ayağımı uzatıp yatmadım. Benim anne-babama karşı saygı anlayışım budur.
Dinî ilimleri alırken, başka kitaplar da okur ve tasavvufî ilimleri de ihmal etmezdim. Bende, dinî ilimlerle tasavvufun izleri hep aynı ritmi dokuyarak devam etmiştir.
Çok enerjik ve çok hareketliydim. Kültür-fizik yapmayı ihmal etmezdim. Gözüm karaydı. Buna aşırı cesaret de denebilirdi. Kurşunlu Camii'nin önündeki yüksek kavak ağacına göz açıp kapayıncaya kadar tırmanır ve etrafı oradan seyretmeyi severdim. Minare şerefesinin üzerinde yürümek ise çok hoşuma giderdi.
Giyimime çok dikkat ederdim. Tertemiz ve biraz da o güne göre lüks giyinirdim. Günlerdir aç kaldığım olurdu da, ütüsüz pantolon, boyasız ayakkabı giydiğim hiç görülmemiştir. Ütü bulamadığım zaman pantolonumu yatağın altına koyardım ve pantolon ütülenmiş gibi olurdu. (Küçük Dünyam)
İşte Fethullah Gülen, bu dekorun penceresinden geçmişe ve hâle şöyle bakar:
Bir zamanlar bizim dünyamız, kendine has renk ve ışıkları, güzellik ve derinlikleriyle müşahedesine doyum olmayan bir meşher ve başlı başına bir kültür; bir medeniyet ülkesiydi. Bu ülkede hayat o kadar sıcak ve yumuşak, o kadar cazip ve imrendirici idi ki, buraya, cihanın dört bir yanından hac kafileleri gibi kervanlar teşkil edilir ve onun yamaçlarında tenezzühe koşulurdu. Onu tanıyamamış olanlar, her bucakta ve her köşe başında ayrı bir sürprizle büyülenir gider; ona ait ihtişam ve güzellikleri tanıma fırsatını bulanlar da, bir daha bu cazibe ikliminden ayrılmak istemezlerdi.
Bu dünyada şehirler, köyler maddî ve manevî rabıtalarla sımsıkı birbirine bağlı ve bütün ülke köyü, kasabası ve şehirleriyle büyük bir kent gibiydi. Bu ideal sitedeki bütün insanlar, derin bir ahlâk saffeti, sağlam bir din şuuru ve sarsılmaz bir millî vahdete sahiptiler... Ve bu sayede de erişilmez bir huzur ve saadet içinde yüzüyorlardı. Hemen her yerde hayat, o kadar hadisesiz, o kadar nizasız ve o kadar tecavüzlere, cinayetlere kapalı sürer giderdi ki, insaflı seyyahlar burada her şeyin mucizevî cereyan ettiği zehabına kapılırdı.
Burada herkes, iyilik ve güzelliklerle dolar boşalır; herkes birbirinin hayırhahı olduğu şuuruyla hareket eder, herkes, umumun şeref, haysiyet ve namusunun muhafızı gibi davranır ve herkes toplumun mesut olması yolunda; içten gelen bir samimiyet, fevkalâde mürüvvetli ve fevkalâde duyarlı olmaya gayret gösterirdi... İmkânı olanlar imkânlarıyla devletin ve milletin emrine amade yaşar; imkânsızlar da, sağa sola yüzsuyu dökmeye mecbur edilmezlerdi. Evet, ikinciler bir şey isteme âdiliğine itilmez, birinciler de, verdiklerini duyurma bayağılığına düşmezlerdi.
Bu ülkede bütün iyilikler, güzellikler, hayırlar tamamen müesseseleşmişti.. ve ülke insanı da âdeta, Hakk'ın inayetini temsil ediyor gibi, hayatın her kesiminde düşkünü, muhtacı, kimsesizi kucaklıyor; alîle, yolda kalmışa ve perişana el uzatıyordu.
Bugün birçok kimse, o muhteşem medeniyetten arkada kalan her şeye ölmüş dağılmış bir cenazenin parçaları nazarıyla bakıyor. – Ölüp parçalanmayacaklar sevinsin! – Medeniyetler de, mezarlardaki insanlar gibi fânidirler: Bir bir gelir, bir bir varlığa erer, bir bir giderler. Bu geliş ve gidişte ne geleni engellemek, ne de gideni durdurmak mümkün değildir.
Keşke, o ihtişam dönemine ait ömürleri, ömürlerin bir mutluluk armonisi içinde göklere doğru akışını ve bir bir saadet içinde çağlayıp geçen mevsimleri, yılları; mevsimler ve yıllar içinde akıp giden rengârenk hayatı, kalbden kalbe, ruhtan ruha boşalan neşeyi, sevinci, itminanı ve bunlarla hususi bir ses, bir şive, bir terkip, bir tarz, bir üslûp haline gelen güzelliklerin kemalle kutuplaşmasını, olgunluğun mücerred güzellikler buuduna ulaşmasını günümüzün şu kadirnâşinaslarına da gösterebilseydik..!
Aslında, günümüzün takdir bilmezleri gibi bizler de muhteşem medeniyeti, üstüste zelzelelerle, enkaz yığını haline geldikten sonra idrak edebildik. Bizler ve onlar, bu harika dünyayı, onun sihirli nizamları ve baş döndüren intizamları hüküm sürerken, yani bağları henüz bozulmadan, çiçekleri solmadan, ormanları yanıp kül olmadan, toprakları erozyonla akıp akıp gitmeden, küheylanları çatlamadan, süvarileri mehlika sultana tutulmadan, gaziler sarhoş edilip mehter müzeye kaldırılmadan, gözler hakikata kapanmadan, güneşler batıp her yanı karanlıklar basmadan, akan çaylar kesilmeden, çeşmelere civa akıtılmadan, ilâhîler susmadan, ilâhîlik söndürülmeden, her yer mezar haline getirilmeden, mezarlar mezbeleliğe döndürülmeden... hasılı, her şey kıvamında iken görüp seyredemedik.
Dün milleti arkasına alıp zirvelerin zirvesinde gezdirenler, torunlarının başlarına gelecek şu üstüste felâketlerin en küçüğüne dahi ihtimal vermiyorlardı. İhtimal vermek şöyle dursun, onu rüyalarında görmeye dahi tahammülleri yoktu. Ama işte onlar ve işte acı-tatlı hatıraları..! Günü gelince herkes de gidecek! Koca dağların yerinden oynadığı bir dünyada, küçük tepelere ebedî saltanat vehmetmek aldanmışlıktır. Evet gelen herkes gidecek; ama, kimileri şanlı soyumuz gibi gönüllerimizde en tatlı hatıralar bırakıp öyle gidecek; kimileri de, milletin zihninde bir mülevves yâd olarak... (Sızıntı, Aralık 1989)
Öze Dönme, Sürekli Yenilenme ve Batı'ya Bakış
Açıktır ki Fethullah Gülen, geçmişe, tamamen ruhî, manevî ve ahlâkî dinamikleriyle, insanî, medenî ve kültürel dokusuyla, insan ruhunu dinlendiren tabiî ve ekolojik çehresiyle bağlıdır. Bunu, onun "Mutlu Yarınlar" (Sızıntı, Aralık 1987), "Mutlu Nesiller" (Sızıntı, Ocak 1988) gibi ilgili diğer yazılarında da rahatlıkla görebiliriz. Bu yazılarında nasıl bir gelecek düşlediğini anlatan Fethullah Gülen, bu geleceğe dönmeyi, 20'inci asırda pek çok Müslüman düşünürün kullandığı bir ifade ile, "Öze Dönme" olarak adlandırır.
Öze dönmek, şahsın kendi karakter, kendi kültür ve kendi ruh köküne dönmesi demektir. Bu da ancak, fert ve toplumun kendi düşünce ve iradesiyle varolması, kendi ayakları üzerinde yürümesi, kendi elleriyle işlemesi, kendi temel kültür malzemesiyle beslenip gelişmesi, millî şahsiyetini hırpalayacak taklitlerden sakınması; örf-âdet ve millî hususiyetler gibi asırlardan beri kaynaya kaynaya benliğimizle bütünleşmiş şeylerin, fevkalâde hassasiyetle korunup kollanmasıyla mümkün olabilecektir.
Fethullah Gülen, "öze dönme"den ne anladığını bu şekilde kısaca ortaya koyduktan sonra, onun ne olmadığı üzerinde durur. Gülen'e göre "öze dönme", ırkî bir tavır, kan bağıyla hareket etme, ya da dış dünyaya karşı bütün bütün fermuarını çekip kendi modeli içinde sıkışıp kalma manâsında anlaşılmamalıdır. O, ne zamanın dişleri arasında aşınıp giden ve maddî-manevî hiç bir değer ifade etmeyen şeylere gönül kaptırmışlık, ne de temelde bize ait olmadığı halde sonradan içimize sokulmuş yabancı değerlere, bâtıl inançlara, ruhî ve zihnî tekâmülümüzü engelleyen eskimiş şeylere bağlılıktır. Öze dönme, dünü bugünle, bugünü de yarınla bir arada görme ve asırların birikimi kültür menşuruyla, ayıklanacakları çıkarıp atma, geride kalanlara da sımsıkı sahip çıkma demektir.
"Öze dönme"nin ne olup ne olmadığı konusundaki düşüncelerini kısaca açıklayan Fethullah Gülen, bunun ardından, Türkiye'deki acı uygulamaları esefle dile getirir. Ona göre, yıllar yılı bu ülkede, kendinden kaçan bir kısım müstağripler (Batılılaşma heveslileri), hep başkalarının nefeslerini solukladı, hep suni teneffüsle yaşadı; bir kere olsun kendileri olarak tabiî teneffüste bulunamadı ve tabiîlikteki derin zevki duyamadılar. Dolayısıyla da, halkla kendileri arasında ortak idealler köprüsü kurulamadı; bu ideallere varış yolları belirlenemedi; yığınların donmuş, hareketsiz ruhlarına onları canlandıracak iman, şuur ve heyecan aşılanamadı. Böylece aydın(!) bir tarafta, halk yığınları diğer tarafta, herkes kendi anlayış ve düşüncesi veya kendi hezeyan ve isyanlarıyla çürüyüp gitti. Bunun neticesi olarak da, kalp, ruh, his ve düşünce dünyamızda kendimizi koruyup kollayamadığımız gibi, kendilerini taklit çizgisinde bulunduğumuz milletlerden de hiç mi hiç yararlanamadık.
Gülen, Batı ile temasa, ondan istifade etmeye karşı değildir. Onun karşı olduğu, Batı'ya bakış, onu değerlendirme ve onunla temastaki yanlışlıklardır. Aynı zamanda, körü körüne Batı düşmanlığı yapmayı da eleştirir. Ona göre, İslâm dünyasının maruz kaldığı felâketlerin önemli bir sebebi, Batı'yı gerektiği gibi anlayıp değerlendirememe ve onu yükselten faktörlerden faydalanamamadır. Gülen, her şeyin akıl, mantık ve muhakeme süzgecinden geçirilmesi, realitelerin kavranıp, ona göre ve Türk toplum dokusunun müsaade edeceği ölçüde hareket edilmesini savunmaktadır:
Bizde öteden beri alafranga bir zümre, herhangi bir kritiğe tâbi tutmadan her şeyiyle Batı'yı taklit ederken, diğer tarafta ayrı bir grup, hep onu suçlamayı deneyip durmuştur. Aslında her iki zümre de peşin hükümlülük içindeydi ve hata ediyordu. Batı, ne öyle taklit edilmeli, ne de böyle yerin dibine batırılmalıydı.
Bugüne kadar kayıtsız şartsız Batı'ya hayranlık duyanlar olsun, onu hakikî manâsıyla taklit edebilselerdi, kim bilir belki de belli bir seviyede batılı olabilirlerdi..! Ama, ne onlar, ne biz, ne de bağlı bulunduğumuz şu garipler dünyası, basitlerden basit bu meseleyi hiçbir zaman kavrayamadık; bundan dolayı da hasımlarımız tarafından tekrar tekrar nakavt edildik.
Fethullah Gülen, bu tesbitlerinin ardından, toplum hayatında, bir milletin kalkınmasında ilim, din, düşünce ve kültürle birlikte, bunların münasebetleri üzerinde de durur. Ona göre, kendi usûl ve prensiplerine göre öğretilip hayata mal edilmeyen ilim aydınlatıcı, yol gösterici olamayacağı gibi, aynı talihsizliğe uğramış din ve dinî kültür de, kendinden bekleneni asla veremeyecektir. Dinin fonksiyonunu tam eda edebilmesi için, düşünce ile arasındaki engellerin ortadan kaldırılmasına ve bu yöndeki tıkanıklıkların açılmasına ihtiyaç vardır. Bu yapılmadığı takdirde, zihin ruhla bütünleşemeyecek, kalp ve kafa arasında diyalog kurulamayacak, dolayısıyla da din fonksiyonunu tam olarak eda edemeyecek, bir kısım zavallılar da bunu dinin yetersizliğine verecektir.
"Öze dönme", ülkenin kendisi olarak problemlerini çözüp kalkınabilmesi için dil meselesine de değinen Fethullah Gülen, "dil de, tarihî tekâmülü içindeki ağırlığıyla ele alınıp güçlendirilmeli ve dünya dilleri arasında iştiyakla yazılıp okunan bir lisan haline getirilmelidir" der ve şunları ekler: "Dil, insanın şahsiyetini temsil eden önemli unsurlardan biridir. Ondaki kusur ve eksiklik, kültür hayatını felce uğratır ve bir ölçüde toplumu da bedevîleştirir. Bir milletin dili, o milletin kültürüne bekçilik yapacak kadar gelişmiş ve güçlü değilse, o milletin başka kültürlerin işgaline uğraması ve zamanla da bütün özünü yitirmesi kaçınılmaz olur."
Sağlıklı toplum yapısına sahip bir millet ve kalkınmış bir ülke olmanın en önemli şartlarını peş peşe sıralayan Fethullah Gülen, tarih şuuruna değinir ve "tarih şuuru, geçmişle geleceği bağlayan bir köprü mesabesindedir. Bu köprüyü kurup koruyamayan milletlerin, öbür sahilde gidip nereye aborde olacaklarını kestirmek oldukça zordur" der. O, daha sonra da, genel bir değerlendirme içinde kültür konusuyla birlikte, zamanı aşmadan da bahseder ve analizlerini şöyle bağlar:
Onun içindir ki topyekün millet; bir kıta sahanlığı prensibiyle milli ruh ve sahillerini, semalarını kimseye ihlal ettirmeme düşüncesiyle milli mefkûre atmosferini, aynı hassasiyetle milli kültür haremini koruyup kollamalı ve şartlar ne olursa olsun, göz ve gönüllerimiz mutlaka kendi ülkemiz üzerinde bulunmalı; bütün bunlarla beraber, bugünün nesilleri, hem "dün" hem de "yarın" olmasını bilmeli ve bu anlayışla geleceği, mazi kaneviçesine göre bir dantela zarafet ve inceliği içinde işlemelidir ki, bugüne kadar milletçe maruz kaldığımız içtimâî erozyonlara bir daha düşülmesin; kaybedilen şeyleri telâfiye çalışırken, yeni kayıplara sebebiyet verilecek fâsit dairelere girilmesin ve varolma kavgasının verildiği aynı noktada, çeşitli dejenerasyonlarla ölüme davetiye çıkarılmış olmasın...! (Sızıntı, Eylül 1985)
Esasen, "Eski hâl muhal, ya yeni hâl ya izmihlâl" anlayışındaki bir insanın, başka türlü düşünmesi de mümkün değildir. Hakan Yavuz'un da parmak bastığı gibi (Towards an Islamic Liberalism? The Middle East Journal, Sonbahar 1999, s:594–95), Gülen, geçmişin hatırlanarak millî benliğin restore edilmesi için bu benliği yeniden keşfetme (öze dönüş) çağrısında bulunurken, onun içinden çağdaş benliğin çıkarılıp inşa edilmesini istediği geçmiş, sadece bir ‘geçmiş' değil, fakat halin geçmişidir.
Fethullah Gülen, Batı'ya ve Batı'nın bütün değerlerine körü körüne karşı ve düşman da değildir; hiçbir zaman böyle de olmamıştır. Şu kadar ki, tarih boyunca kendine has dinamikleri ve ana unsurları bulunan medeniyetler var olagelmiştir. Modern Batı medeniyeti de bunlardan biri olup, onu kendisi yapan aslî unsurları vardır. Bunların bir başka medeniyet veya kültür ailesi tarafından aynen alınıp uygulanması mümkün değildir. Medeniyetler, asla birbirine dönüşemez. Fakat, her medeniyetin diğerinden alacağı unsurlar vardır. Önemli olan, dünyadaki gelişmelere, başka kültür ve medeniyetlere kapalı kalmak değil, bunları bütün yönleriyle çok iyi tesbit edip, alıp özümsenebilecek yanlarını alıp özümsemektir. Bu, planı, maksadı belli; ayrı bir iklim ve coğrafyada, hususi bir estetik anlayışına dayalı bir binayı kurarken, ona ait gerekli bazı malzemeleri ithal etme gibidir. Fethullah Gülen, Batı'ya ve Batı'yla olan, olması gereken münasebetlerimize bu açıdan bakmakta ve dolayısıyla bilmeden şuursuzca Batı taklitçiliği gibi, Batı'ya düşmanca bir tavırla bütün bütün kapanmanın da müsbet bir tavır olmadığını vurgulamaktadır. Onun Türkiye'de modernleşmeye getirdiği eleştiriler de bu açılardandır.
Fethullah Gülen'in "öze dönüş" ve sürekli ayakta, canlı kalabilme hedefi adına teklif ettiği süreç ise sürekli yenilenme veya "kendini yenileme"dir. Fakat o, yenilenme fantezisi içinde ve başka diyarlarda dokunup, önümüze sürülen her "elbise"yi yeni diye üzerimize geçirme yanlısı bir yenilikçi değil, insanı insan, bir milleti kendisi yapan öz değerlere bağlılık içinde zamanın önünde yürüme yanlısı bir yenilikçidir.
Kendini yenilemeyi, devamlı varolabilmenin ilk şartı ve en mühim esası kabul eden Gülen'e göre, sırası geldikçe kendini yenileyemeyenler, güçlü de olsalar, er geç tükenip gitmeye mahkûmdurlar. Her şey, kendini yenileyerek canlı kalır ve varlığını sürdürür. Yenileme durunca da canı çekilmiş ceset gibi, çürümeye, heba olup dağılmaya terk edilmiş olur.
Yenileşmenin ‘tabiat'ta sürekli gözlenen bir vakıa olduğuna dikkat çeken Fethullah Gülen, bu yenileşmeyi şairane bir üslûpla şöyle tasvir eder: "Bahar mevsiminde yeryüzü, her şeyin kendini yenilediği ne muhteşem meşherdir! Otlar, ağaçlar ve tırnak kadar bir parçasında milyonlarca canlıya dâyelik yapan toprak... Çık da bir kere gez, baharın o formalarını takıp bin çığlık yenilenen ve gelişen canlıları arasında! Bak, nasıl ölü gibi camid şeyler, resm-i geçide hazırlanan ordular misillü, rengârenk nişanları ve değişik değişik silahlarıyla, bir baştan bir başa yeryüzünü şenlendirip cennetlere çeviriyorlar. Ve dünya çapında, umûmî yenilenmenin bir değil, binlerce, milyonlarca misâlini birden veriyorlar."
Fethullah Gülen, daha sonra insanoğlunun kendini sürekli yenilemesi gerektiğine dikkat çeker. "Devletler, milletler duygu ve düşüncede, kalbî ve ruhî hayatta, kendilerini yenileyip gençleştikleri nisbette, dünya çapında mesuliyetler altına girip, cihanı fethetmeye hazırlanabilirler" diyen Gülen, bu fethi, "ilme aydınlık, tekniğe iman kazandırmak ve insanoğluna diriliş adına mesajlar sunmak suretiyle gerçekleşebilecek bir fetih" olarak tarif eder ve kendini yenileyemeyen kavim ve topluluklar, esaret içinde ezilip gitmekten kendilerini kurtaramayacaklardır" ikazında bulunur.
"Kendini yenileme"nin önem ve niteliğiyle ilgili analizlerinin ardından "kendini yenileme" ile "yenileşme fantezisi" arasındaki farka vurgu yapan Fethullah Gülen, "kendini yenileme, yenilik hayranlığı ve moda düşkünlüğü ile de karıştırılmamalıdır. Bunlardan biri her şeyiyle delik deşik olmuş yığınların yüzüne boya çalıp, yarıkları kapama ameliyesi ise, diğeri Hızır çeşmesinden getirilen "âb-ı hayât"la, topluma ölümsüzlük kazandırma aksiyonundan ibarettir" der. Ona göre gerçek yenilenme, kök ve çekirdekteki saffeti koruyarak, verâset yoluyla geçmişten süzülüp gelen bütün gerçek kıymetlerin, hâlihazırdaki düşünce ve irfan buğularıyla sentezleri yapılarak daha yeni, daha berrak tefekkür iklimlerine ulaşmaktır. Kendini yenilemek, tamamen metafizik çizgide cereyan eden bir hâdise ve ruh planında bir diriliştir. Ayrıca o, ilimlerin gelişip inkişaf etmesini, teknolojinin yeni yeni imkânlar hazırlayıp istifademize sunmasını en iyi şekilde değerlendirerek, kendimizi, ilmî ve ruhî terakki adına nerede olduğumuzu sürekli kontrol etmek, kanaat, düşünce ve tasavvurlarımızı yeni baştan bir defa daha, ardından bir defa daha yoklayarak, her lâhza birkaç defa bütün kâinatları hallaç edip, gönlümüzdeki irfan peteğine yeni yeni nektarlar ilâve etmektir. Zaten, başka türlüsüne diriliş de denmez. Yenilik ve eskiliği, sırta geçirilen bir cepken ve ferâcede, bir frak ve briyantinli saçta görmek, düpedüz bir aldanmışlık ve öyle göstermeye kalkışmak da bir illüzyonizm ve hokkabazlıktır.
Bu açıklamalarının ardından, Fethullah Gülen, yenilemeyip yok olup gitme ve yenileşme adına fantezilerle daha bir komaya girmeye tarihten örnekler verir ve şunları zikreder:
Ömer bin Abdülaziz'in yenilenme adına teklif ettiği düşünceleri, toplumun her kesimine maledemeyen Emevîler, kuvvetli rakipleri ve şiddetli fikir akımları karşısında kendilerini ölümden kurtaramadılar. Zillet içinde ve mülevvesin bağrında eriyip gittiler. Aynı şeyleri, ruhta ve gönülde yenilenme yerine, çeşitli yenilikler ve ruhu aşındıran paradokslara açık kapı siyaseti tatbik eden Abbasîler, Endülüs Emevîleri, hattâ 17'nci asır sonrası Osmanlı Türkleri için de düşünebiliriz. Aynı kader çizgisinde eriyip giden bu çok muhteşem ve şanlı devletler, hasımlarından yedikleri darbelerle sendeledikleri bir zamanda, kendilerini ruh planında yenileyeceklerine, gidip Grek düşüncesini ve Latin felsefesini imdada çağırdılar. Bu ise, onların ölümlerini hızlandırmadan başka bir işe yaramadı. Hele, Osmanlı münevverinin, yenilenme adına kendini maskaraya çevirecek bir kısım yenilikler yapmağa kalkması, Türk toplumunu bütün bütün kendine has çizgiden kaydırarak, bir ucube haline getirdi.
Evet, ne "Nizâm-ı Cedît" düşüncesi, ne "yeniçeri kıyım" hadisesi, ne de Gülhane'deki toy karbonarilerin "Hatt-ı Hümayûn"ları Osmanlı toplumuna kendini yenileme yolunu açamadı. Böyle bir yolu açmak şöyle dursun, aksine, bu hareketler, Türk toplumunun başına inmiş balyozlar gibi, onu cankeş edip komaya soktu. Bu arada bir kısım müsbet kıpırdanış ve gayretlerin bulunduğunu da inkâr etmemek gerekir. Ancak bu gayretlerin, hemen hepsi, mevziî (yerel) ve tedâfüî (savunmacı) mahiyette olduğundan beklenen "yenilenme"yi getiremedi. Hattâ, Türk toplumunun, açık seyreden rahatsızlıkları, bu hareketlerle sinsileşerek, daha da tehlikeli bir hal aldığı da söylenebilir. Evet, toplumun çeşit çeşit rahatsızlıklarına karşı yerinde olmayan bu türlü müdahaleler, tıpkı ihtilaçlar içinde kıvranan bir hastaya, müsekkin verip sesini kesmek veya fıtık üzerine yerleştirilen kasık bağı nevinden şeylerdi ki, hastayı muvakkaten teskin etmekten başka bir şeye yaramadı. (Sızıntı, Aralık 1982)
Ali Ünal, Bir Portre Denemesi, Nil Yayınları, İstanbul, 2002
- tarihinde hazırlandı.