Beşir Ayvazoğlu
Okuyucularım bir ara Zaman'dan ayrılıp yeni çıkan bir gazetede kısa bir süre çalıştığımı hatırlayacaktır; doğrusu karar vermek benim için hayli zor olmuştu. Zırt pırt iş değiştirmeyi de sevmem, değiştirenleri de. Bir arkadaş grubu olarak kaos ortamında yeni ve uzlaştırıcı bir ses olacağımızı ümit ediyorduk. Eskilerin güzel bir sözü vardır: Zihi hayal-ı muhal! Her neyse, giderken içimi rahatlatan bir duygu vardı: Hocaefendi hakkında bir yazı dizisi yazacaktım; ama bu sıradan bir gazetecilik işi değil, bir keşif yolculuğu olacaktı; onun 'küçük dünya'sının geniş ufuklarında uzun bir yolculuk hayal ediyordum. Tabii bu hayalimden kimseye söz etmedim; sadece ayrılış gerekçelerimi açıklamaya çalışırken Hüseyin Gülerce Bey'e şöyle bir çıtlatmıştım, o kadar. Ne var ki Yeni Ufuk macerasının daha birinci haftasında hayal kırıklığına uğradım. Sonra -bildiğiniz gibi- döndüm Zaman'a. Hepinizin dilinde şu sorunun belirdiğini biliyorum: 'Peki hayalinizi niçin Zaman'da veya Aksiyon'da gerçekleştirmediniz?' Cevap aslında sizin sorunuzda gizli. Yakın Plan sütununda yazmaya başlayalı beri, 'Hocaefendi'yi bir de sizin kaleminizden okumak istiyoruz' mealinde o kadar çok mektup ve telefon aldım ki, tahmin edemezsiniz. Yanlış anlaşılmak ve galiba biraz da istediğim gibi yazamamak endişesiyle yazmadım.
Ama artık yazmalıydım; bunun sevgili Aksiyon okuyucularına borcum olduğunu biliyor, yine de onları hayal kırıklığına uğratmaktan korkuyorum. Çünkü yazmak biraz da ilham işidir; bazan en iyi bildiğim konuları yazmakta zorlanırım da en çetin konuların içinden kolayca sıyrılırım. Hocaefendi gibi olanca sadeliği içinde olağanüstü bir ruh zenginliği taşıyan insanları yazmaya gelince, o çok zor işte; çünkü kuşatamazsınız. Hayatını mı yazsam? Yazıldı. Fikirlerini anlatmayı mı denesem? Kendisi kaç defa uzun uzun anlattı. Farklı bir şey yazmalıyım, bugüne kadar yazılanların ötesine geçebilmeliyim ama, nasıl? Emin olun, şu anda bu girizgahı asıl konuya nasıl bağlayacağımı bile bilmiyorum.
Söyler misiniz, kim derdi ki, modern Türkiye'de geleneğin içinden gelmiş mütevazı bir adam, sıralı eğitimden geçmediği halde, İslam'ı vaiz kürsüsünde yorumlayışı, geniş bilgisi, etkileyici hitabeti ve samimiyetinden kimsenin şüphe etmediği gözyaşlarıyla bir cazibe merkezi haline gelecek ve birgün manevi bir önder hüviyetinde, Katolik dünyasının aynı zamanda bir devlet başkanı olan ruhani lideriyle görüşerek dinlerarası diyalog için zemin yoklayan milletlerarası bir aktör konumuna yükselecek! Bu inanılmaz bir durumdu ve sistem tarafından biçilen din adamı kalıbına hiç uymuyordu. Din adamı dediğin ya cami dışında itibarı bulunmayan, kara çember sakallı, 'kara sesli', kürsüye çıktı mı tükrük saça saça sadece cehennem azabı neşredip insanları dehşetle ürperten bir karikatür olmalıydı, yahut Darwin nazariyesine daha fazla inanmış, kıravatlı, 'aydın' bir din görevlisi. Birincisi dövmek, ikincisi övmek için gerekliydi.
Nasıl oluyordu da, cami kürsülerinde uyuşuk cemaatlere cennetteki hurilerden ve cehennemdeki zebanilerden bahsetmesi gereken bir adam, cami dışında da toplumun her kesiminden insanları bir araya getirebiliyor ve onlara günahkar olduklarından ve cehennemde cayır cayır yanacaklarından değil de, hoşgörüden, sevgiden, diyalogdan bahsedebiliyordu? Bu nasıl bir din adamıydı ki, gazeteler onunla röportaj yapmak için yarışıyor ve yarışı kazananların tirajı birden ikiye üçe katlanıyordu? Bu nasıl bir din adamıydı ki, insanlar onun bir işaretiyle bütün imkanlarını seferber ederek modern okullar açıyorlardı? Üstelik öğrencileri başarıdan başarıya koşan seçkin okullar! Bu nasıl bir din adamıydı ki, daha Sovyetler Birliği dağılmadan olacakları sezmiş, hayret verici bir zamanlamayla Orta Asya'yı işaret etmişti ve şimdi Sibirya'nın bile ücra köşelerine kadar uzanan bir okullar zinciriyle geleceğin seçkinlerini yetiştiriyordu. Yedi yüzyıl önce 'Biz birleştirmek için geldik, ayırmak için değil' diyen Mevlana'nın ve 'Gönüller yapmaya geldim' diyen Yunus'un diliyle konuşan bir din adamı; 'Gelin, diyordu, istesek de istemesek de bir arada yaşamaya mecburuz, o halde birbirimizi anlamaya çalışalım, birbirimizin haklarına riayet edelim! İnsan hakları mı? Tamam. Demokrasi mi? Tamam. Çoğulculuk mu? Tamam! Kavga ederek hiç bir yere varılmaz, sadece insanlar mutsuz olur, o kadar!'
Olamazdı! Bu bir 'kötü' örnekti! Ya bütün din adamları ona benzemeye başlarsa! O halde başına bir çorap örülmeliydi; hemen harekete geçtiler ve oynamadık alicengiz oyunu bırakmadılar. Fizik ve matematik olimpiyatlarında kazanılan başarıların arkasında bile irticai bir çapanoğlu arıyorlardı; ama kimseler inanmadı. Çünkü Hocaefendi geldiği yere kendi başına gelmemişti; arkasında geleneğin gücü ve bu gücün beslediği toplumsal dinamikler vardı; yani yerliydi, yüzde yüz yerli! Mevcut karizması ve otoritesiyle istese trilyonlara keyfince hükmedebilir, hatta istese bu büyük gücü kullanarak siyaset arenasında bile ciddi bir kudrete sahip olabilirdi. Ne var ki o, kadim sufiler gibi her türlü dünyevi ihtirastan uzakta, bazan kolları sıvayıp yemeğini bile kendisi pişirerek mütevazı bir hayat yaşıyor, 'küçük dünyam' dediği özel dünyasında okuyor, düşünüyor ve hayal ediyordu; özel dünyası küçüktü, fakat hayal dünyası ve ufku alabildiğine geniş! Ufuk, samanyolu, yıldız, güneş gibi uzaklıkları, sonsuz genişlikleri ifade eden kelimeleri onun için çok seviyor, sevdiklerine hep uzakları gösteriyordu ve göstermeye devam ediyor.
Hocaefendi'nin verdiği ilhamla başta Orta Asya olmak üzere dünyanın dört bir yanına dağılarak akıl almaz bir heyecanla ve misyon hissiyle okullar açıp şirketler kuran genç insanlar tehlikelerle dolu bir macerayı hangi saikle göze alabiliyorlar? Dünyaya materyalist gözle bakanların anlayamayacakları bir şey bu. Saf inanç, karşılığı beklenmeyen sevgi ve hizmet arzusu; çok merak edenlere sırrın burada olduğunu söyleyebilirim! Hocaefendi, modern dünyanın baştan çıkarıcı zevklerine her an kapılabilecek genç insanlara bu duyguları aşılayabiliyorsa, cadı kazanı gibi kaynayan gençlik enerjilerini mesela Türkistan'ın ücra bir kasabasında eğitim hizmetine dönüştürebiliyorsa, onda, sıradan insanlarda bulunmayan birtakım meziyetlerin bulunması gerekmez mi? Bu meziyetlerin toplamı onda karizmaya dönüşmüştür (mü desem?). Başkalarını bilmem ama ben mümin feraseti demeyi tercih ediyorum.
Hocaefendi İslam'ın hiç şüphesiz yerli bir yorumunu temsil ediyor; yerli, fakat yerel değil! Bu yorum, içinde, İslam'ın özündeki cihanşümullük iddiasıyla İç Asya'dan kopup Anadolu'ya gelen ve İslam'ı birkaç asır içinde Tuna boylarına ulaştıran Horasan erlerinin dinamizmini ve teşkilatçılık dehasını barındırıyor. Açıkçası, Hocaefendi, üç kıta üzerinde, asırlarca, farklı dinlerden, mezheplerden ve farklı milletlerden toplulukları bir arada yaşatan, cami, kilise ve sinagoga yan yana faaliyet gösterme zemini hazırlamış bir tecrübenin içinden gelmektedir; birkaç asırdır küllenmiş olsa da, Müslüman Türk insanının genlerinde kodlanmış engin bir tecrübenin içinden.. Yukarıda da ifade ettiğim gibi, arkasında geleneğin gücü var. Ancak başarıyı açıklamak için bu da yeterli değil. Galiba büyülü kelime şu: Samimiyet! İnancında, sevgisinde, iddialarında, tevazuunda, yaşama tarzında samimiyet.. Kendisiyle karşı karşıya gelindiğinde derhal fark edilen bu deruni samimiyet, başka bir şahsiyette tezahür ettiği takdirde insanı rahatsız edebilecek aşırı tevazuu şahsiyetinin ayırıcı hususiyeti haline getiriyor. Gerçekten tevazu herkese yakışmaz, 'Ben kibrin ikiz kardeşiyim!' diye adeta bas bas bağırır. Fakat Hocaefendi'ye son derece yakışıyor; yadırgamıyor ve başka türlü davranamayacağını, çünkü yaşama tarzının tevazu üzerine kurulu olduğunu biliyorsunuz.
Dedim ya, Hocaefendi'yi anlatmak çok zor; eğer bu yazının başında söz ettiğim hayali gerçekleştirmek için teşebbüse geçebilseydim, kendisinden randevu alıp -tabii kabul ederse- yüzlerce soru soracaktım. Herhalde ancak o zaman istediğim gibi yazabilirdim. Belki bir gün...
- tarihinde hazırlandı.