Celal Afşar

Bu toprağın bağrından çıkan, aldıklarını yine onlara geri veren ve bunu ne bir gösteriş ne de başka bir amaç için değil, Allah rızasını kazanmak için yapan bir Anadolu insanının, iş adamı Celal Afşar'ın hikayesidir bu. Onu farklı kılan ise, bütün bunları yapmaya çalışırkenki sıradanlığıdır: 'Aslen Niğdeliyiz. Ben Koyunlu kasabasında dünyaya geldim. Babam Murtaza, annem Nuriye Afşar. Daha çok ticaretle, babamızın rahatsızlanacağı 1943'lere kadar da ağırlıklı olarak seyyar halıcılık vs gibi, kendine göre yapabildiği isleri yaparak, hatırladığım kadarı ile bir müddet de yasam savaşı vererek hayatini sürdürmüş bir aileyiz. Sonra en büyük abim Ankara'ya gelmiş, arkasından onun küçüğü, sonra da ben 1943 yılında gelerek çalışmaya başlamışız.'

Celal Afşar, 1932'de geldiği dünyada, zamanın bütün sıkıntılarını da her Anadolu insanı gibi hissetmiş, yaşamış birisidir. Afşar, sıradanın farklılığını ilk defa, üçüncü sınıfa kadar Koyunlu'da okuduktan sonra gideceği Ankara'daki Mimar Kemal İlkokulu'nda okuyacağı dört ve besinci sınıflarda fark edecektir: 'Anadolu'dan gelmiş, hükümet merkezindesiniz. Konuşma imkanlarınız, cümleleriniz düşük. Mesela biz koşmaya zıngılda deriz. İlkokulda arkadaşlarım ismimle değil de 'zıngılda' diyerek çağırıyorlardı beni.'

Onun amacı, aslında birilerinin kendisini önemsemesi değildir. Hatta, hayatının ilerleyen safhasında, dönemin bütün önemli siyasileriyle tanışmasına ve imkanı olmasına rağmen Afşar, bu yönde bir talebi olmayacağı için, kendi bildiği yoldan ayrılmayacaktır: 'Hep rızık peşinde koştum. Hâlâ da öyleyim.'

Celal Afşar'ın, amcaları, gidip de gelinmeyen büyük harplere katılmış, kendisi de ikisi kız dört kardeşin üçüncüsü olarak 1943 yılında gittiği Ankara'da, henüz ilkokulda iken maydanoz satarak başlar çalışmaya. Aynı zamanda okuldan sonra da abilerinin manav dükkanında yardımda bulunur.

Onun için ilkokulu bile zor bitirir, diplomasını da hocaları ile konuşup durumunu anlatarak edinen Afşar, abileri ile birlikte, bakanların ve siyasilerin bolca bulunduğu Sıhhiye ve Akar Sokak'taki manav işini 1950'li yılların hemen başlarında geliştirerek meyve sebze komisyonculuğuna dönüştürür.

Yine o yasak devir

İş hayatında başarılı bir grafik çizen Celal Afşar, hani ezanın bile Türkçe okunduğu 'yasak devir kuşağı'ndan olduğu için manevi açlığın ızdırabını da derinden hissetmektedir bu yıllarda: 'Ben yalnız Sübhaneke'yi öğrenebildim cami imamından. Din adına bir şey öğretilmedi bize. Komisyonculuk yaptığımız o yerde küçük bir mescid vardı. Bekir Sami Artemiz diye müstesna bir insan fahri imamlık, ben de müezzinlik yapıyordum orada.' Bu durum, Bekir Sami Hoca ile Celal Afşar'ı birbirine yakınlaştırır. Bekir Sami Bey, 1952-53'lerde de, evladı gibi bildiği bu Celal Afşar'a Risalelerden bahsederek, cebinden çıkardığı kağıtlardan ona pasajlar bile okumaktadır.

Risalelerin ilk basıldığı yer

Derken, Bekir Sami Bey, yakın dostlarından bildiği için kendisine gelen bir genci Afşar'a yönlendirir. Asıl işi boyacılık olan İsmail Kuzucu adındaki bu genç, okullarda öğrencilere seçme ayva satmak istemektedir. Anlaşırlar. Afşar, ikinci gelişinde aldığı ayva yükü ağır olduğu için gence 'yardım edeyim' der: 'Atpazarı'nda gecekondu gibi bir yere gittik. İçeride iki kişi daha var. Ben biraz daha güzel giyimli olduğumdan, içerideki iki kişi bizim gelişimizden ciddi rahatsızlık duydu. İçerde üzerleri örtülü ama teksir makinaları olduğunu tahmin ettiğim makineler var.' Afşar, gördüğü bu yerden müthiş haz alır: 'Geldim, bunu Bekir Sami Hoca'ya anlattım. 'Ben sana yıllardır küçük notlar okuyorum ya' dedi, iste onların basıldığı yer orası.' Ben Nurları böyle tanıdım ilk. Ama nereden alınır, nerede, kimde bulunur bilmiyorum. Nurcu olmanın da ciddi bir suç olduğu dönem.'

Celal Afşar, artık Risaleler'e daha ilgilidir. Bu dönemde ev sohbetlerine de katılmaya başlar: 'Nurculuk'tan bahsetmiyorlar ve gayet güzel, gözlerimizden yaş akıtırcasına hoş sohbetler yapıyoruz. Sait Özdemir gibi müstesna insanlar katılıyor. Daha sonra tanıştık Sait Abi ile ama henüz çok iyi tanımadıklarına açılamıyorlar filan. Atıf Ural, Sözler'in ilk mesuliyetini üzerine alan kişi. Biz böyle Nur mensuplarının içine yavaş yavaş giriyor, ağır ağır ilerliyoruz.'

Bediüzzaman'ı görmeye gidiyor

Afşar bu sohbetlerin müdavimidir artık: 'Sonra nihayet Ulus'ta Medrese ismiyle bir evimiz oldu, beş-altı tane de o evde ikamet eden talebimiz.' Bu dönem de, yine bir eve topluca girmelerin yasak olduğu bir dönemdir. Yakalanınca, karakollarda yenen dayaklara, ailenizle beraber sıkıntılara maruz kaldığınız işte böyle bir dönemde, Bediüzzaman Said-i Nursi'ye bir mektup ulaştırılması gerekmektedir: 'Mektubu götürme işini ben arzu ettim. Sait Özdemir Abi, üç dört kişinin içinde beni seçti.' Afşar, önce Eskişehir'e, oradan kendisine katılan Salih adlı arkadaşıyla da Isparta'ya gider: 'Kapıyı bize Bayram Abi açtı. Anlattık. Bayram Abi, 'Üstad çok rahatsız, ziyaretiniz kabul edilmemiştir, güle güle' dedi. İsmimizin şeyi ile galiba orada biraz celallendik. Niye sormadan böyle bir şey söylüyorsun, git Üstad Hazretleri'ne sor dedik. Sırtımızı da kapıya dayadık, çünkü Üstad'ı görmeden kovsa da çıkmayacağız. Sorup geldiğinde 'Üstad Hazretleri al içeri' demiş. Yanına girdik. Mübarek, tabii canlı cenaze, yatıyor. Ağzından çıkan 'hoş gediniz' bile anlaşılacak gibi değil. Elini öptükten sonra söyle bir eğilip, Bayram kardeş 'ne yapıyorsun' demeye kalmadan kucaklamaya çalıştım ve kucakladım Üstad Hazretleri'ni. Ama bugünkü Celal Afşar olsa yapmaz. Mübarek yüzünü döndü ve bana baktı. Ben de ona baktım. İlk defa görüşmemize rağmen uzun müddet tuttu bizi orada. Mektubu verdim, Bayram kardeş okudu. Üstad cevap veriyor, ama biz anlamıyoruz. Netice olarak, olmasın anlamında 'siz bilirsiniz' demiş. Biz seviniyoruz, bir iş yaptık, Üstad da onayladı diye. Neyse, orada bize bir dua etti ve vedalaştık. Üstad Hazretleri 'hemen dönün sakin kalmayın' dedi ama, o kadar görmek yeterli değil, iyileşince bahçede tura çıkar, uzaktan da olsa gene görürüz diye biz Isparta'da kalalım dedik. Fakat öyle bir ağırlık var ki üzerimizde, Salih de 'açız ondandır' diyor. Karnımızı doyurduk, ağırlık üzerimizden kalkmadı. Bu ağırlıkta bir şey var dedik, gitmeye kararı verdik. Otobüse bindik, o ağırlık da üzerimizden kalktı. Fakat şimdi anlatıldığı kadar kolay değildi o. Üstad'ın yanına giden kişi, yakalandığında hakikaten ailecek yıpratılıyordu. Ben kendi kardeşlerime karşı bile '2Nurculuk nereden çıktı, al abdestini, kıl namazını. Bizi karakollarda mi çürüteceksin' diye böyle töhmet altında kaldım. Ama simdi tabii hepsi benden ileride.'

Bediüzzaman Menderes'e ne diyecekti?

Celal Afşar, devam ediyor: 'Neyse, bu olaydan sonra randevu alıp, Üstad Hazretleri gidecek Adnan Menderes'le konuşacak. Üstad Hazretleri, 27 Mayıs İhtilali'nden 1,5-2 ay evvel Ankara'ya geldi. Zübeyir Abi gidip ilgili birkaç kişiye anlattı ama randevu gerçekleşemedi. Gerçekleşmeyince de orada Üstad Hazretleri söyle demiş, 'İşte şu kadar kişi ile, Ankara'da olacak olaydan dolayı ben mesul olmam'. Bunun üzerine, görevli emniyet yetkilisi, bunu Namık Gedik'e anlatıyor ve Üstad üç gün Deniz Palas'ta kalıp bekliyor görüşmek için. Üstad, vefa borcu ödemek için gelmiş ama maalesef görüşememiş. Biz de sonradan öğreniyoruz tabii.'

Ve, tarih 27 Mayıs 1960. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk defa maruz kaldığı darbe karşısında halkın her kesiminde meraklı bir bekleyiş hakimdir:

27 Mayıs'tan neler hatırlıyorsunuz?

'Silik onlar. Yalnız ihtilal sabahı, işime giderken, Harbiyeli çocukların, bir bakanı evinden çıkarıp, çoluk çocuğunun önünde ona hakaret ettiklerini gördüm. Ve o sahneden sonra hemen eve geri döndüğümü hatırlıyorum. İsmini hatırlamıyorum ama hakkında herhangi bir çirkinlik duyulmamış, saçları dökük, kısa boylu birisi idi.' Sözü yine Celal Afşar'a bırakalım isterseniz: 'Yalnız Zübeyir Abi ihtiyaç için bakkala iniyor ve görüyor ki, 15-20 kişi bir gazetenin başında, ya da bütün köylü uyduruk bir radyodan gelecek haberleri dinliyor. Eve geliyor ve Üstad Hazretleri de 'dışarıda ne var ne yok' soracak mı diye bekliyor. Fakat hiçbir şey sormuyor Üstad. Bunun üzerine Zübeyir Abi 'Üstadım' diyor, 'Siz bir gün daha, dışarıda ne var ne yok demediniz' Üstad da 'keçeli' diyor 'bu vatan benim, bu bayrak benim, bu devlet benim. Ben ciddi mânâda cumhuriyetçiyim. Demek ki benim devletim cephede bugün bana görev vermiyor. Vatanın selameti için cephedeki görevleri onlar yapıyorlar, biz ise hizmeti Kur'aniye ile görevliyiz. Herkes görevini yapsa işler tamam olur. Ama yarın çağırırlarsa biz de bunu bırakıp gideriz. Böyle bizim, şuna buna harcayacak vaktimiz yok ki' demiş.'

27 Mayıs'tan bir süre önce Bediüzzaman'ın vefat haberi gelir. Bediüzzaman'ın, 'benim kabrim çoklar tarafından bilinmeyecek' sözüne takılan Celal Afşar, uzun sürebilecek bir tereddüt dönemi geçirir: 'Hafızamızda ciddi bir yer etmiş. Ancak Urfa'da Allah emanetini alınca, ben dedim ki 'bunlarda da bir şey yokmuş, Nurculuk da bir şey değilmiş yani. Hiç olmazsa yazmasa idi, dilden dile dolaşsaydı da birileri uydurmuş derdik. O beni ciddi manada hırpaladı. Nasıl olur yani, ne gerek vardı, bilinse ne olurdu filan? Üstad'a karşı olan muhabbetimin yüzde 70-80'i gitti o arada yani. Böyle bir edepsizliğimiz oldu.'

Bediüzzaman'ın kabrinin sırrı

Afşar'ın takıldığı nokta, 'Bilinseydi değil de, niye çok kişi tarafından bilinmeyecek deyip de bilindi?' sorusuydu: 'Niye takıldım onu da bilmiyorum ama bu cehaletin bir ifadesi. Neticede Ankara'da herkese dedim ki artık gelmeyin bana. Sonra kardeşimiz Hasan Okur 'Niye?' filan dedi. Niyesi var m? Gelmeyin artık dedim. Sonra yalnız onu kabul ettim, ben ona ikinci üstadım diyorum. Yani Nurları bana en güzel şekilde nakşeden kişi. Böyle böyle bütün dünya bildi, ne gerek vardı böyle bilinmeyecek demeye dedim. O da 'Sabır kadar güzel bir şey var mı? Sabret bakalım' dedi. 'Niye sabredeceğim' dedim, 'Benim takıldığım nokta bu' Çoklar tarafından bilindi iste, yarin sen git, ben de gideyim Urfa'ya, hepimiz görürüz. O yine, 'Çoklar tarafından bilinmeyecek' dedi, 'Hiç endişen olmasın.' Sonra tabii, malum rahmetli kardeşi ve belirli kişiler alındı, bilinmeyen yere götürüldü. Simdi ben tabii hep utanıyorum, anlatırken benim için ciddi bir itiraf... Ama kendime göre de haklı yönlerim var. Üstad hakkında bir cehaletim, yanlış duyu ve düşüncem Nurları daha çok tanımama vesile oldu. Evet, çoklar tarafından bilinmeyecek, niye bilinmeyecek? Niye bilinmeyeceğini de bilmeme rağmen, bilinmemesi lazım. İnşallah bir gün bilinecek, dünya bilecek?'

Siz biliyor musunuz peki?

'Ben bilmeyi düşünmüyorum. Arzu etsem, şurası mı burası mı değil de kesin bilirim. Yani tabii ki arzu ederim de o zaman Üstad'ın prensiplerine sadakatsızlık, Risale-i Nur prensiplerine haksızlık olur. Üstad Hazretlerinin naaşının saklanmasında ne mânâ var? Tabii çok mânâlar var ama ben bilmem de anlatamam da.'

'Risaleleri Hocaefendi ile tanıdım'

Bu arada Celal Afşar, Yaşar Tunagür Hoca'nın önerisi ile Özel Yükseliş Koleji'nin yemekhanesini işletmeye başlayarak iş alanını değiştirmiş olur. Tunagür Hoca, aralarında Korkut Özal, Hacı Ali Demirel gibi isimlerin de bulunduğu kişilerle ev sohbetleri yapmaktadır o zamanlar. Böylece Afşar'ı, Yükseliş Koleji'nin sahibi olduğu Demirel ailesine, okulun yemekhane ve kantinini isletmek için önerir. Fakat Afşar, teklifi, uzun süre düşündükten sonra kabul eder. Dört yıl boyunca bu işi yapan Celal Afşar, süre bitiminde ayrılmak ister: 'Fakat çok değerli dostlarımın araya girmesi ve Süleyman Demirel'in de 'hiç olmazsa bir sene daha kal' demesi, Hacı Ali Demirel'in de 'Diktiğiniz ağacın meyvesini görün de öyle gidin' sözleri üzerine bir sene daha kaldık.'

Çok uzun yıllardır görüşmediği Demirel'le ortaklığını bitirdiğinde yıl 1967-68'dir: '1978'de İstanbul'a geldikten sonra görüşmedim. Ama Ankara'da olduğumuz müddetçe her cuma sabah namazında Oğuz Özkan'la birlikte evinden alıyor, Hacı Bayram'a geliyorduk.'

Hacı Ali Demirel'i mi yoksa...?

'Süleyman Demirel, Hacı Ali Demirel zaten kendisi gidiyordu.'

Daha sonra, İstanbul eski merkez vaizi ve Diyanet İşleri Başkanlığı eski müfettişlerinden İhsan Toksarı, Ankara Din Görevlileri Federasyonu Başkanı Mustafa Maden, Sivas eski Müftüsü Enver Akova'nın parti için adaylıklarında katkısı olan Afşar, kolejin yemekhane ve kantinini işletirken, Türk siyasetinin üst düzey isimleri ile tanışıklık kuracak, fakat Bediüzzaman'ı da tanımış birisi olarak siyasetten hep uzak kalacaktır. Mehmet Palamutoğlu, Mehmet Bilge, Odalar Birliği Başkanlığı'na aday olan Necmettin Erbakan, Celal Bey'in burada tanıdığı simalardan bir kaçıdır: 'Erbakan Hoca'nın, ilk kuracakları parti hangisiyse (Milli Selamet Partisi), benim çok yakın bir akrabamın evinde temelleri atılan o partinin toplantısına biz de davetli idik. 30-40 kişilik bir grup vardı. Bana da kurucular içinde yer almamı, liste başı olmamı söyledi. Ama benim hiç bir zaman siyasette gözüm yoktu, olmadı da.'

Celal Afşar, 1978 yılında İstanbul'a yerleşir. Eski çevresinden biraz uzak düşmüştür. Mehmet Emin Hasırcılar, Tacettin Negiş ve Necat Gonca gibi bazı iş adamı arkadaşları onu aralarında görmek için ısrarlarla çağırırlar: 'Allah şahit, atlatıyordum. Rahmetli Hacı Kemal Erimez abimiz, eskiden tanıyorum onu tabii, o demiş ki 'Üstad Hazretleri'ni tanıyan birisi, onu bir şekilde, incitmeden getirin, Hocaefendi ile tanıştırın' Yine beni davet etmeye geldikleri bir gün, baktım iki araba kapıda bekliyor. 'Ben geliyordum zaten' dedim. Allah şahit gitmeyecektim yine. Neyse, gittik, bir evde 7-8 kişi var. Baktım Hacı Kemal Abi, ismini bilmediğim, tanımadığım Fethullah Gülen Hocaefendi ve Yusuf Pekmezci kapıdan girdi. Hocaefendi oturdu, önüne de böyle sehpa konuldu. Anladım ki, bu, orada bulunan insanlardan farklı birisi. Konuşmaya başladı, ben de Bediüzzaman Üstad Hazretleri'ne olan bakış açımla Hocaefendi'yi izlemeye başladım. Gözlerimi hiç ayırmıyorum. Benim bu bakışlarım Hocaefendi'yi rahatsız etti. Böyle boncuk boncuk ter akmaya başladı ondan. Gitti elini yüzünü yıkadı, geldi. Aynı şey devam ediyor. Ben kendime göre manen işi orada bitirdiğimize inanıyorum. Hocaefendi'nin kabullendiğini, benim de Hocaefendi'yi kabullendiğimi, manen, yani hiç lisanı bir şey olmadan birbirimizi kabullendiğimizi zannediyorum. Hocaefendi'yi tanımak ciddi bir zenginlik tabii.'

'Siz gençler mirasyedisiniz'

Soyadını, köylerindeki bir kavgayı konuşmasıyla tarafları ikna ederek engelleyen dedesine, annesi tarafından söylenen 'Afşar atlım sen gelmeseydin kan gövdeyi götürecekti' sözünden yola çıkarak alan, 24 aylık askerliğini, başarılarından dolayı Ankara'da Riyaseti Cumhur Muhafız Alayı'nda 20 ayda tamamlayan, 1954 yılında akrabası da olan Feride Hanım'la evliliğinden Salih (vefat etti, Saime adında bir çocuğu var), Murtaza, Mehmet Akif (Nuray Hanım'la evli, çocukları, Merve, Büşra ve Serra), Sait (Füsun Hanım'la evli, Ebubekir, Ömer Faruk, Muhammed Celal ve Süheyla adında dört çocuğu var) ve Feyza (O da Oktay Bey'le evli, Esra tek çocuğu) adıyla altı çocuğu olan, memleketi Niğde'de bir okul yaptırarak eğitimin hizmetine sunan Celal Afşar, Bediüzzaman'ı da Fethullah Gülen Hocaefendi vasıtasıyla daha iyi anladığını ifade etmektedir bugün: 'Hocaefendi bizi kahvaltıya çağırdığı zaman biraz beyaz peynir, haşlanmış yumurta, varsa reçel vs, o da biz olduğumuz için olurmuş sofrada. Ben onu yıllar sonra öğrendim. Yoksa, mercimek çorbası ve iki tane zeytin... Oradaki kardeşlerimiz biz geldiğimiz zaman bayram yaparlarmış. Ben Üstadı, Nurları, simdi Hocaefendi ile tanımış oluyorum. Üstadı tanıyan kişi iste Hocaefendi. Rahmetli Hacı Kemal Abi böyle durumlarda yanıma oturur, dizime de vurarak 'Vallahi, billahi, tallahi Hocaefendi'nin yanında olanlar, hiç birisi Hocaefendi'yi tanımıyor' derdi. İçimden 'Bunlar tanımıyorsa biz hiç tanıyamayız' derdim. Tabii hizmet böyle kolay bir şey olmadı. Ben şimdiki gençlere diyorum ki 'siz mirasyedisiniz. Hazır böyle servetin içine konmuşsunuz.'

Not: Hatıralar Aksiyon Dergisi'nin 390. sayısında Cemal Kalyoncu imzasıyla yayınlanan yazılardan iktibas edildi.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.