Hatem Hoca
Hocaefendi çocukluğunda da tam bir Erzurumlu idi. Dikti. Cesurdu. Kimseye minnet etmezdi. Kimsenin himayesini kabul etmezdi. O devrede, biz, bütünüyle talebe arkadaşlar, cenazeye gider, hatim okur, devir-iskata katılır ve bunlardan para alırdık. Halbuki Hocaefendi hiç bir zaman böyle durumlarda bize iştirak etmedi. İşte hakiki dadaş Hocaefendi'ydi..
Önceleri, Mehmed Lütfi Efendi'nin torunu Sadi Efendi'den ders okuduk. O askere gidince Osman Bektaş Hoca'ya gittik ve ondan ders almaya başladık. Hocaefendi'yi bana babam tanıtmıştı. Daha Medreseye ilk geldiğim gün, işte Ramiz Hocaefendi'nin oğlu, o sana destek olur demiş ve adeta beni Hocaefendi'ye emanet edip gitmişti. Onun için de bütün derslere onunla beraber gidiyordum. Osman Hocaya gidişimiz de böyle oldu. Zaten bir namaz dahi ondan ayrı kaldığımı hatırlamıyorum. Hocaefendi nereye gitse muhakkak bir gölge gibi ben de onu takip ediyordum.
Fakat Hocaefendi'nin bir medresede bütün bir sene kaldığı görülmüş şey değildi. Birinci sene değiştirdiği medreseleri saydım tam sekiz medrese değiştirmişti.
Bir gün baktım Mumcu Medresesine gitmiş. Orada on veya on beş gün ya geçti ya geçmedi gidip geriye getirdik. Bir hafta kadar yanımızda kaldı. Yine durmadı. Esad Paşa Medresesine gitti. Orada Korucuklu Hocanın köylüsü bir Muhsin Efendi vardı. Bir iki ay kadar da onunla orada kaldılar.
Ancak Hocaefendi bu arada bizler gibi Medresenin dört duvarı arasına sıkışmış ve dünyadan habersiz bir hale gelmiş derviş kılıklı bir molla değildi. Erzurum'da olup bitenler onun dikkatinden hiç kaçmazdı.
Daha o devrede Hocaefendi'nin ayrı bir hususiyeti daha vardı. Birisine bir kere baktı mı adam hakkında verdiği not hayat boyu onu yanıltmazdı. Feraset sahibiydi. Sonra çevresine karşı çok duyarlıydı. Hatta bazen hiç çekinmeden -zaten korkusuzdu- bazı şahıslar hakkındaki kanaatını açıktan söylerdi.Ve hep dediği de çıkardı.
Talebeliğine ait benim bir unutamadığım özelliği de Hocaefendi'nin temizliğe olan dikkatiydi. Giydikleri her zaman temiz olurdu. Bunun yanında kaldığı yerin temizliğine de çok dikkat ederdi. O sıralarda medreselerin temizlik anlayışı çok kıttı. Fakat kaç kere görmüşümdür Hocaefendi paçalarını sıvamış eline bir hortum almış ve medresenin tuvaletlerini temizliyordur. Medresenin içini dışını gül gibi temizlerdi. Halbuki kendisi küçük bir şeyden tiksinecek kadar hassas yapılıydı. Bu hassasiyeti dahi onun tuvaletleri temizlemesine mani olmazdı.
Daha sonra Hocaefendi Edirne'ye gitti. Orada merkez vaizi Hüseyin Top vardı. Ben de gitmek istiyordum, Edirne'ye, fakat bir vazife almam gerekiyordu. Hüseyin Hocaya yazdığım mektupta Edirne'de bir vazife bulmamın mümkün olup olmadığını sormuştum. O sırada Edirne Müftüsü, Yaşar Tunagür Hocaefendi'ydi. Takva sahibi bir zattı. Hüseyin Hocanın cevabını beklemeden Edirne'ye gittim. Bana Ramazan dolayısıyla bir cami verdiler. Vaaz edecek ve Teravih namazlarını kıldıracaktım. Ben henüz çok gençtim, askerliğimi de yapmamıştım. Hocaefendi o devrede, Üç Şerefeli Camii'nin penceresinde kalıyor ve orada yatıp kalkıyordu. Unutmadıysam tarih 1961'di.
Hocaefendi o sıralarda riyazat yapıyordu. Ben sık sık ziyaretine giderdim. Fakat bir şey yediğini görmezdim. Bazen açlıktan kıvrandığım olurdu. Bana, şurada bir şeyler var, git ye derdi. Ben de beraber yemeyi teklif ederdim, fakat o her defasında kendisinin yemeyeceğini söylerdi. Bazen ben de ona uyar yemezdim. Fakat ekseriyetle, teklifini kabul eder ve onun torbasındaki nevaleyi bir güzel yerdim.
Bir gün Selimiye'nin bahçesinde dururken burnuna yağda pişirilen bir yumurtanın kokusu gelir. Birden Erzurum'u hatırlar. Annesinin, ona, tandır kenarında böyle pişirilmiş yumurta verdiğini, bu koku ona tedai ettirir. Tam o sırada, Hayriye Hanım adında yaşlı ve takva sahibi bir kadın evinde yumurta pişirir ve Hocaefendi'ye getirir. O esnada ben de orada bulunmaktaydım. Karnım da iyice acıkmıştı. Bekliyorum ki, Hocaefendi buyur etsin de şu yumurtaları yiyelim. Fakat aradan uzun bir müddet geçmesine rağmen böyle bir davet vuku bulmadı. Dayanamadım ve, şu yumurtaları soğutmadan yesek, dedim. Bana sen birazını ya, fakat hepsini bitirme, o yumurta bana lazım, dedi. Israr etmeme rağmen gelip yemedi. Ben de bir miktar yedim, çekildim. Tam üç gün Hocaefendi bu yumurtayı ocağa koydu, ısıttı, yumurta kokmaya başlayınca bahçenin bir kenarına çekildi ve biraz sonra yumurtayı yerine koydu. Ve bu üç günlük zaman zarfında, ağzına tek lokma dahi almadı. Daha sonra anladım ki, yumurtayı ısıtıp koklamakla nefsini terbiye ediyordu.
Her gün ikindi namazından sonra, Kur'an-ı Kerim'den bir sayfa okur ve onun tefsirini yapardı. Bazen bana okutur ve tefsirini kendi yapardı. Edirne'de kaldığı müddetçe bu adetini terk etmedi.
Edirne'den sonra Hocaefendi'yle beraber kalmam mümkün olmadı. Ancak, talebelik yıllarımda ve Edirne'ye gelinceye kadar onu hiç yalnız bırakmadım. Bazen o bulunduğumuz medreseyi terk edip gider, ben yalvara yakara onu geri getirirdim. Bazen da ondan habersiz yatağını yüklenir gelirdim. Bunların hiç birisini yapmaya gücüm yetmezse, kendi yatağımı alır ve onun gittiği yere taşınırdım. O çeşitli yerlerde vaaz ederdi. Ben de onun başında bekler ve vaazdan sonra tekrar beraber dönerdik. Günlerimiz hep böyle tatlı hatıralarla dolu olarak geçti. Şunu ifade edebilirim ki, hayatımın en zevkli anları onunla beraber geçirdiğim dakikalarımdır.
Bir gün ikimizde yataklarımızda ders mütalaa ediyoruz. Elimizde kitaplarımız, ara sıra da sohbete dalıyoruz. Bir ara Hocaefendi yapmam için bana bir şey söyledi. Şimdi ne dediğini hatırlamıyorum. Ama yapılması zaruri bir işte, tahmin ediyorum. Ben oralı olmadım, duymazlıktan geldi. O yine şu işi yap, dedi. Ben de şakadan, yapmıyorum, dedim. Benim böyle dememle onun sırtıma bir rahle geçirmesi bir oldu. Kaburga kemiğim kırıldı zannettim. Nefes alamıyordum. Sanki birisi gırtlağımı sıkıyordu. Ölecek hale geldim. Benim kıpırdamadığımı görünce, "Yahu kalksana ne oldu" dedi. O böyle söyleyince bana bir gülme geldi. Hem gülüyor, hem de elimle kaburga kemiğimin kırıldığını işaret ederek anlatmaya çalışıyordum. Bana, "gelirsem, sahiden kıracağım" dedi. Tabii bütün bunlar olurken kalbimizde zerre kadar bir kırılma veya darılma yok. Sadece dilimizle şakalaşıyoruz. Kendi kendime, sahiden gelir bir daha vurursa işim bitti, diye de endişe ediyorum. Geldi, beni belimden tutup kaldırdı. Nasıl bir usulle kaldırdıysa, rahatlayıverdim. Bana, "bir de yalandan numara yapıyorsun" dedi. Halbuki yaptığım numara falan değildi. Nefesim hakikaten kesilmişti.
Hocaefendi'nin hafızası çok kuvvetliydi. Ben onun ders çalıştığını görmedim. Hocanın anlattığı dersi yirmi dört saat sonra ona aynen tekrar ederdi. Başkasına vereceği dersi de çok rahat verirdi.
- tarihinde hazırlandı.