Hüseyin Top
Hüseyin Top Kimdir?
Fethullah Gülen Hocaefendi ile Akrabalık
Hocaefendi Erzurum'dan Ayrılmaya Karar Veriyor
Molla Kaya Anlatıyor
Hocaefendi'nin Edirne'ye İlk Gelişi
Tarihi Bir Anekdot
Hocaefendi Edirne'de Nasıl Kaldı?
Hocaefendi İmamlık İmtihanını Kazandı
Evlenme Teklifleri
Yaşı Küçük Diye Resmi Vazife Vermediler
Avukat Hamdi Bey'in Yardımları
Cami Penceresinde Çok Çile Çekti
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Giyim Kuşamı
Salı Vaazlarına Dair Bir Hatıra
Hocaefendi Esnafın Arasında
Yaşar Tunagür Edirne'ye Müftü Olarak Geldi
1960 İhtilali Sırasında
Hocaefendi Askere Gitti
Yaşar Tunagür Hoca'yı Edirne'den Aldılar
Yaşar Tunagür Hüseyin Top Hoca'yı Edirne'den Almak İstedi
Hocaefendi Askerden Döndü
Suat Yıldırım Edirne'ye Müftü Olarak Geldi
Hocaefendi İzmir'e Tayin Edildi
Hocaefendi Kırkpınar Güreşlerine Geldi
Hocaefendi Okul Temeli Attı
Hocaefendi'yi Amerika'da Ziyaretine Gittim
Ben Erzurum'un Sığırlı köyündenim. Dedemin ismi Selim Ağa, babamın ismi Şerif, annemin ismi Emine Hanım'dır. 1931 yılında doğmuşum. Dördü erkek, ikisi kız olmak üzere 6 kardeştik biz. Kardeşlerimizden dördü vefat etti. Vefat edenlerin üçü erkek, biri kızdır. İkisi benden büyük ağabeyim Sırrı ve Sıddık Edirne'de, diğeri benden küçük olan kardeşim Rıfkı da Erzurum'da öldü. Ben dört numarayım. Benden büyük Naime adındaki ablamız Erzurum'da öldü. Şimdi bir ben varım, bir de en küçük kız kardeşimiz Sabiha var.
Küçükken Erzurum'da hafızlık çalışmaları yaptım. Arapça okumak için Erzurum'un Horasan kazasına bağlı Yüzveren köyüne gittim. 1946'dan 1951'e kadar orada okudum. Hafızlığımı bitirip, Arapça'yı iyice öğrendikten sonra 1951 yılında İstanbul'a geldim. İstanbul'u medh ü sena ediyorlardı. Biraz talim terbiye edinelim, İstanbul'un şivesini ve ilmi çevresini öğrenelim diye gelmiştim. Fatih'te Üstbaş Medreseleri vardı, oraya yerleştim. Bir kaç arkadaş edinmeme rağmen vaziyet hoşuma gitmedi. O sırada yaşım yirmiye geldiğinden emsalim askere gitmeye başladılar. Ben de askere gitmeye karar verdim ve Fatih Askerlik Şubesi'ne gittim. Oradaki memura 'ben Erzurumluyum, Fatih'te talebeyim, emsalim askere gitmeye başladı, ben de askere gitmek istiyorum' dedim. Orada şube başkanı bir albay vardı. Bana bir yazı verdi ve 'bunu postaya at' dedi. Erzurum'dan benim sevkimi istemiş, bir hafta on gün sonra sevk geldi. Hemen beni orada giyindirdiler. 1 Kasım 1951 günü idi, ben asker oldum. Önce Sirkeci'ye geldim, oradan trenle Hadımköy Yasıveren Askerî Birliği'ne gittim. Askerde beni şoför kursuna seçtiler. Davutpaşa'da şoför kursu teşkilatı vardı, biz tekrar İstanbul'a geldik. Kurs devam ederken yıl 1952 olmuştu.
Bu arada 1952 yılında Erzurum'da şiddetli bir deprem oldu. Zelzelede ismi geçen köylerin arasında bizim köy de vardı. Bu sebeple bize askerden 90 gün izin verdiler. Köyümüze gittim, bir baktım ki, karların altında, çadırlarda insanlar perişan vaziyette. Yapacağım fazla bir şey yoktu, 90 gün izin de var. Ne yapayım derken daha önce gittiğim Horasan'daki medreseye gitmeye karar verdim. İki aydan fazla orada kaldım. İznimin bitmesine yakın yola çıktım ve tekrar İstanbul Davutpaşa kışlasına döndüm.
Erzurum'dan geldiğimde dağıtımlar yapılmış, herkes bir yerlere gitmişti. Bana 'senin birliğin Trakya sınır tugayı, oraya gideceksin' dediler. Elimize bir sevk kâğıdı verdiler, eşyalarımı aldım ve trenle Edirne'ye doğru yola çıktım. Karaağaç'ta trenden indim. Hemen tugay binasına gittim, bizi bölüklere dağıttılar. Bana Babaeski istihkâm taburu, üçüncü bölük düştü. Üçüncü bölük Edirne'de köprüleri bekliyordu. Ne kadar köprü varsa 7-8 asker köprüleri kontrol ediyordu. Savaş olursa köprülerin tahrip kalıplarını havaya uçurup düşmanın geçmesini engellemek içindi. Şimdi onları hep kaldırdılar.
Edirne'nin içinde Saraçhane Köprüsü, tam köprünün başında da Saraçhane Camii isminde küçük bir cami vardı. Caminin kapısı devamlı açık, bir minaresi, içinde de üç beş kilim vardı. İmam ve müezzini yoktu. Ben namazlarımı o camide kılıyordum. Bir iki defa da minarede ezan okumuştum. Etraftan duyanlar merak etmişler, camiye yeni imam mı geldi diye. Ezanı duyan birkaç insan camiye gelmiş. Beni görünce anladılar ki ezanı okuyan bir asker, imam falan yok. Biz tabii işi ilerlettik, o camiye gelen üç beş insana ben namaz kıldırmaya başladım. Bir yandan çekiniyorum, üzerimde asker elbisesi var, ne de olsa askerim. Bizim tugay komutanı gelmiş oraya. Onun bir arkadaşı varmış cemaatten. O adam bizim tugay komutanına 'bizim camimizin imamı yok, burada bir asker var, kendisi hafızdır, Kur'an okuyor, bize namaz kıldırıyor, müsaade ederseniz bize serbestçe namaz kıldırsa' diye izin istemiş.
Bir gün yine namazı kıldık, namaza gelen ihtiyar bir amca vardı. Bana 'komutan seni kahvede bekliyor, gel oraya gideceğiz' dedi. Hemen kendimi toparladım, nizam ve intizama girdim, komutanın huzuruna gidip hazırolda selam durdum. Komutan 'oğlum sen hoca mısın?' dedi. 'Efendim namazlarımı kılmaya çalışıyorum' dedim. 'Senin bölük komutanına söyleyeceğim, bundan sonra bu amcalarla beraber camiye serbestçe gidip geleceksin' dedi. Allah kendisinden razı olsun, bize böyle bir iyiliği olmuştu o komutanın.
Pazartesi oldu. İçtima esnasında bölük komutanı geldi. 'Kimmiş bakayım şu hoca?' dedi. Ben yine 'hoca değilim ama camide namazlarımı kılıyordum komutanım' dedim. Yazı falan vermediler ama 'nöbetlerini aksatmamak şartıyla namaz vakitlerinde camiye gidebilirsin' dedi. Böylece Saraçhane Camii'nde askerdeyken 13 ay imamlık yaptım.
Askerdeyken Ramazan ayı gelmişti, yine camide namaz kıldırıyorum. Ramazan dolayısıyla vaaz etmeye başladım. Başımda takkem, sırtımda da cüppem vardı. Namazdan sonra herkes ihtiyar bir adamın elini öpüyor. Ben de gittim elini öptüm. Dediler ki; 'bu adam Edirne'nin müftüsüdür.' Bana 'aferin oğlum, sen hoca mısın? nerelisin, ne kadar kaldı askerliğin bitmesine' diye sorular sordu. Ben de 'Erzurumluyum, 20 gün falan kaldı hocam askerliğimin bitmesine' dedim. 'Oğlum, söyle memleketteki anne babana, sen burada kal, sana vazife vereceğiz' dedi. Neyse askerliğimin bitmesine üç beş gün kalmıştı. Baktım birkaç adam geldi ve beni alıp müftülüğe götürdüler. Müftü Edirne'de mutlaka kalmamı ve beni imtihan edip vazife verilmesini istemiş. Müftülükte İbrahim Akın Bey'le Hasan Bey vardı, onlarmış beni gelip alan. İmtihana girdik ve kazandık, arkasından askerliğimiz 1 Kasım 1953'te bitti ve teskereyi aldık.
Müftülükten beni hemen imamlığa tayin ettiler. Şaştım kaldım tabii, 'memlekete gideceğiz' derken birden Edirne'de kalıverdik. Dedim ben bir istihare yapayım. Yattım, öyle güzel bir rüya gördüm ki; elimde bir sabun, ellerimi yıkıyorum. O sabun öyle köpürdü ki böyle bembeyaz oldu kabardı. Bir de ağzımı yıkayayım, köpükler yere düşmesin dedim. O köpük öyle büyüdü, öyle büyüdü ki ağzımda yüzümde.. beni boğacak hale gelmişti ki hemen uyandım. Kitapta der ki; 'beyaz bir şey görürseniz hakkınızda hayırdır.' Kendi kendime tefsir ettim. 'O sabun ve köpük benim ömrümdür, bu köpükler yavaş yavaş nasıl eriyip gidiyorsa benim ömrüm de herhalde Edirne'de geçecek' dedim. Hakikaten de askerliği de sayarsak 1951 yılından beri 55 senedir Edirne'deyiz.
1953 yılında imamlığa başladık Edirne'de. Dört sene bekar kaldım. Her sene Erzurum'a, memlekete izne gittim, hiç memlekette kalayım demedim, yine döndüm geldim. 1956 yılının Mayıs ayında evlendim. Edirne'de bize münasip bir ailenin kızı teklif edildi, biz de kabul ettik. Kayınpederin üç kızı varmış, ikisi evlenmiş, yanlarında kalan en küçüğünü bize münasip görmüşler. Bir dua ve mevlitle düğünümüz oldu. Eşimin adı Ayşe Hanımdır. Cenabı Hakka şükürler olsun bizi temiz bir aileye düşürmüş, 48 senedir evliyiz elhamdülillah.
1958 yılında Ankara'da vaizlik imtihanına girdim ve imtihanı kazandım. Vaizlik ve müftülük imtihanlarını Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere Kurulu yapardı. Şimdi Din İşleri Yüksek Kurulu diyorlar. Kurul başkanı Fehmi Başol vardı. Hasan Hüseyin Erdem, Şükrü Eren, Elmalılı Hamdi, Kamil Miras Efendiler vardı o zaman Müşavere ve Fetva kurullarında. Bu alim adamları ben hep gördüm, bizi imtihan etmişlerdi. İmtihan üç gün sürdü. Birinci gün hadis ve ayet, ikinci gün fıkıh meseleleri, üçüncü gün de itikad konularından sordular. Bunlardan başarılı olursak yazılı imtihana alıyorlardı. Hafız olduğumdan benim ibare okumam çok iyiydi.
Fethullah Hocaefendi de 1959 yılında vaizlik imtihanını kazandı. Ona imtihanı kazandığına dair müjdeyi ben vermiştim. Bir sene önce de o bana kazandığım vaizlik imtihanının müjdesini vermişti.
Vaizlik ve imamlık kadrolarından iki maaş alıyordum. Vaizlik ve imamlık görevlerini bir arada yapabiliyordum. 1965 yılında teşkilat kanunu çıktı. Bu kadrolar devlet memuru oldu. Emekliliği, maaşı ve sigortası vardı. Diyanet'ten bize 'kadroların birini tercih ediniz' denildi.
Yaşar Tunagür Hoca bizi 1960 yılında Selimiye Camii imamlığına almıştı. Teşkilat kanunu nedeniyle ben de imamlığı bıraktım, 1972 yılına kadar fahri olarak devam ettirdim. 1972 yılından itibaren de vaiz olarak devam ettik. Yaş haddinden dolayı 1995 yılında 65 yaşında vaizlikten emekli oldum. Hani 'hocanın rahmetlisi olur ama emeklisi olmaz' diye bir söz vardır. Ben de yine sağlığım elverdiği ölçüde sohbet ve vaazlarıma devam ediyorum.
Ben Edirne'de Allah kabul etsin, hizmet için kaldım. 65 yaşında emekli oldum, hâlâ da gücüm yettiğince birşeyler yapmaya, vaaz ve sohbetler etmeye devam ediyorum. Hiçbir zaman ağzımdan 'ben emekli oldum, köşeme çekilip keyfime bakacağım' lafı çıkmadı. Her Cuma vaaz ediyorum, çağrılan yerlere gidip sohbet ediyorum. Diyanet de zaten bu kolaylığı emekli olanlara sağlıyor. 'Her zaman elemanımızdır sohbet ve vaaz edebilir' diye müsaade ediyorlar.
Edirne'de Şükrü Paşa Mahallesi'nde oturuyoruz. Şükrü Paşa bizim ana tarafından dedemiz olur. Osmanlı zamanında Edirne Müdafii imiş. Şükrü Paşa Anıtı da bize çok yakındır. Şimdilik burada bir cami yaptırma işiyle meşgul oluyorum.
Benim iki oğlum ve bir kızım var. Kızımın adı Emine olup Saim Yuva Bey'le evlidir. Saim Bey o zaman İstanbul'da Ülker Fabrikasında alım satım müdürü olarak çalışıyordu. Henüz daha 12 Eylül 1980 ihtilali olmamıştı. Hocaefendi daha serbest gezebiliyordu. O zaman (1980 yılında) benim kızı Saim Bey'e istemek için 20-30 araba ile geldiler. Nişan, nikah hepsi bir arada yapıldı. Bizim evde ve İsmail Gönülalan Bey'in evinde misafir ettik gelenleri. Her iki ev tamamen doldu misafirlerle. Düğüne de geldi Hocaefendi, ama artık ihtilal olmuştu. Sanıyorum 1981 yılı idi. Sıkıyönetim ve ihtilal dönemi idi. 'Hiç kalabalık yapmayalım' dedi. Üçşerefeli kalabalık olur diye daha aşağılarda Yıldırım Beyazıt Camii'nde küçük bir merasim yaptık. Camiin bahçesinde birkaç asırlık koca bir çınar ağacı var, onun altında bir konuşma yaptı. Kızımın biri kız, bir erkek olmak üzere iki çocuğu oldu. Kız Edebiyat Fakültesi'ni, erkek olan da İktisat Fakültesi'ni bitirdi.
Hocaefendi benim torunlarımın sünnet merasimlerine de geldi. Sünnet düğünleri Edirne'de Kervansaray Oteli'nde yapıldı. Hocaefendi çok rahatsız olmasına rağmen kalktı geldi. Doktorları 15 gün mecburî istirahat etmesini söylemişler. Kalkmış 'o yolda öleceğimi bilsem ben Edirne'ye gideceğim, söz verdim Hüseyin Hoca'ya' demiş.
Büyük oğlum, ilahiyatı bitirdi. Edirne İmam Hatip Okulu'nda 9 sene müdürlük yaptı. Bazı meseleler yüzünden müdürlükten aldılar. O da normal öğretmenliği bıraktı ve Antalya'ya gitti. Orada benim damadım var, adı Saim Yuva. Onun yanına gitti, orada onun iş yerlerinde birkaç sene çalıştı.
Oğullarımın ikisi de Hocaefendi'nin yanında kaldılar. Küçük oğlumu ilkokulu bitirince hafızlığa başlattım ve hafız oldu. İmam Hatip'in orta kısmını bitirdikten sonra Edirne Lisesi'ne geçti ve oradan mezun oldu. Üniversiteyi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ni kazandı. Orayı bitirdi, ardından 4 sene daha ihtisas okudu. Sinir veya psikiyatri üzerine uzmanlık yaptı ve doktor oldu. Tayini Kars'a çıktı ve oraya gitti. Kars'taki vazifesi bitince Çorlu Devlet Hastanesi'ne geldi, şimdi Çorlu'da bulunuyor.
Fethullah Gülen Hocaefendi ile Akrabalık
Hocaefendi'nin annesi bizim köyden Korucuk köyüne gelin gitmiştir. Bu yüzden Hocaefendi Korucuk köyündendir.
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin annesinin büyük dedesi ile benim dedem kardeştir. Akrabalığımız buradan geliyor. Benim büyük dedemin adı İbrahim Ağa, Hocaefendi'nin annesinin büyük dedesinin adı da Hamit Ağa'dır. Biz onların torunlarıyız. Sığırlı köyünde bizim sülalenin ayrı bir yeri vardır.
Hocaefendi'nin annesinin dedesi Hamit Ağa'nın, Ali Bey adında bir oğlu varmış. Ali Bey'in altı çocuğu olmuş. Bunlar, Ahmet (Hocaefendi'nin dedesi), Mehmet, Mustafa, Abdüssamed, Selim ve Fatma adlarındaki çocuklardır. Şam tarafında oturan bir oğlu daha vardı ama adını hatırlamıyorum, Mustafa ise Samsun'da oturuyordu.
Şam tarafında oturan bir oğlu daha vardı ama adını hatırlamıyorum, Mustafa ise Samsun'da oturuyordu.
Ahmet Ağa'nın (Hocaefendi'nin dedesi) bir oğlu iki kızı vardı. Oğlu Abdürrezzak, kızları Refika ve Rafia hanımdır. Ahmet Ağa 1960 yılında ve 97 yaşında vefat etmiştir. Mezarı Sığırlı köyündedir.
Ben Erzurum'da iken Hocaefendi'nin en küçük amcası olan Seyfullah Efendi ile görüştüm. Seyfullah Efendi, Hocaefendi'nin dayısı olan Abdürrezzak Efendi'nin bir kızıyla evlendi. Görüştüğümüzde 'ben Fethullah Hocaefendi'nin amcasıyım' demişti.
Hocaefendi ile çok yakın olmasak da çok uzak da değiliz birbirimize. Erzurum'da hiç karşılaşıp görüşmedik. O, Erzurum'da okumuş, ben ise Horasan kazasına bağlı Yüzveren köyünde 1946'dan 1951'e kadar beş sene oradaki medreselerde okudum. O zamanlar Hocaefendi daha ilkokula yeni başlamış.
Hocaefendi'nin babası çiftçi idi, sonradan kendini yetiştirmiş, okumuş ve imam olmuş. Bizim Erzurum'un Alvarlı Mehmet Efendi adında manevi bir direği vardı. O Alvarlı hazretleri bizim köyden evlidir. Oğlu Seyfettin Efendi, torunu Sadi Efendi de bizim köyden evlendiler. Benim hafızlığımın duasını Alvarlı Efe hazretleri yapmıştı, Allah kendisinden razı olsun. Alvarlı'nın kendisi, oğlu Seyfettin, torunu Sadi Efendi aynı yerde gömülüdürler. Vefatları da hep Mart ayına denk gelmiştir.
Hocaefendi Erzurum'dan Ayrılmaya Karar Veriyor
Hocaefendi'nin Erzurum'dan ayrılışının sebepleri var. Neden Hocaefendi Erzurum'dan ayrılıyor da Edirne'ye geliyor? Bunlar mühim meseleler... Hocaefendi'nin rahmetli babasından bizzat kendim dinledim. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın. 1963 yılında Hocaefendi askerdeyken İskenderun'da ziyaret ettikten sonra Edirne'ye bizim yanımıza gelmişti. Hatta o sırada İskenderun'da Ramiz Efendi'yi içeri almışlar. Bizi ziyarete geldiğinde anlatmıştı.
Hocaefendi Erzurum'da Kurşunlu medreselerinde 20-30 talebe ile beraber okuyor. Hocalarının ismi Osman Bektaş'tır. Tortum'lu olup Erzurum'un vaizlerindendir. Fıkıh ilmini çok iyi bilir. Arapça öğretmek için alet ilmi dediğimiz sarf nahiv gibi ilimleri okutuyor. Fethullah Hocaefendi talebeler içinde çok zeki ve çalışkan. Osman Bektaş Hoca ona daha fazla itimat ve ihtimam gösteriyor. Talebeler arasında bilemedikleri bir şey olduğu zaman hocaya soruyorlar. Osman Bektaş Hoca da 'siz onu Fethullah'a götürün o size anlatır, izah eder' diyor. İşte böyle Hocaefendi daha fazla sevilmeye başlıyor. Ama talebeler arasında bir çekememezlik ve kıskançlık baş gösteriyor. Talebeler arasında bir sürtüşme oluyor. Tabii Fethullah Hocaefendi'nin canı sıkılıyor.
Bir gün annesine 'Anneciğim ben Evliya Çelebi gibi bu Erzurum'u terkedip gideceğim, seyahate çıkacağım' demiş. 'Oğlum nasıl olur, nereye gideceksin bu halinle tek başına?' demiş annesi. Hocaefendi: 'Ben Arap memleketlerine gideceğim, Şam, Bağdat, Mısır'da Ezher gibi yerlerde okuyup arapça ve Kur'an ilmimi geliştirmeye niyetlendim' demiş.
Hocaefendi Erzurum'dan çıkmaya kararlı olduğunu söyleyince rahmetli annesi -halamız oluyor- oğlum diyor: 'Sen böyle nereye gideceksin, vesait yok, yol yok. Bizim de gücümüz yok ki, sana para verelim de sen seyahat edesin. Senin canın sıkıldı belli. Gel sen Edirne'ye git. Orada dayımızın oğlu var. Onunla beraber Ramazan'ı orada geçirirsin. Buradaki işler de yatışır, sen de inşallah bayramdan sonra döner gelir, okumana devam edersin' demiş. Hocaefendi de annesinin sözünü tutuyor ve 'tamam anne ben Hüseyin Efendi'nin yanına gideceğim, Ramazan'ı beraber geçirip döneceğim' diyor.
Hocaefendi'nin medreseden arkadaşı vardı Molla Kaya adında. Bizim köye imam olmuştu. Ondan dinlemiştim. Hocaefendi'ye ait bir hatırasını şöyle anlatıyor:
Fethullah Efendi medreseden benim talebe arkadaşımdır. Osman Bektaş Hoca bize ders veriyordu. Rahle üzerinde çalışırdık. Hoca kitaptan ders yapıyor biz de halka şeklinde olmuş dinliyoruz. Fethullah Efendi ise Hocanın arkasında kalmıştı. Orada dersten ayrı başka bir kitap karıştırıyor. Hoca bunu görünce 'Hey Fethullah Efendi ben burada gırtlağımı patlatıyorum, sen orada oturmuş başka şeylerle uğraşıyorsun' diye çıkıştı. Fethullah Efendi de: 'Hayır hocam, benim kulağım sizde, ben sizi dinliyorum' dedi. Hoca, 'nasıl olur kulağın bizde? Madem kulağın bizdeydi anlat bakalım verdiğimiz dersi' dedi. 'Neresinden anlatayım hocam?' dedi. Osman Hoca da 'başından geldiğimiz yere kadar anlat' dedi. Bunun üzerine Fethullah Efendi dersi başından sonuna kadar bir güzel anlattı. Bu arada Osman Hoca hayret eder bir vaziyette başını sallıyor. 'Bu çocukta başka bir zeka var' dedi.
Hocaefendi'nin Edirne'ye İlk Gelişi
1953 yılında askerlik bitince orada imamlık yapmaya başladım. Benim askerden sonra Edirne'de kaldığımı Erzurum'da herkes duydu. Sanıyorum Ramiz eniştemiz, bu nedenle Hocaefendi'yi benim yanıma göndermeye karar veriyor.
Sene 1957, Ramazan ayı yakındı. Hocaefendi Edirne'ye geldiğinde harmanlar vardı, ekinler toplanıyordu. Biçilme zamanı bitmişti, düven yapıyorlardı. Hocaefendi Edirne'ye gelince imtihan yaptık, Ramazan'da imamlık yaptı. Askerden sonra 1953'ten 1957'ye kadar dört seneden beri Edirne'de imamlık yapıyordum. 1956 yılında evlenmiştim, Hocaefendi 1957 yılında geldiğinde bizim çocuk yeni doğmuştu ve onu kucaklayıp severdi.
Hocaefendi'nin Erzurum'dan ne ile geldiğini bilmiyorum. Ama İstanbul'dan Edirne'ye trenle geldi. Çok iyi hatırlıyorum, sabahleyin erken gelmişti. Müftülük Özel İdare binasında bir oda içerisindeydi. O zaman müftülük için ayrı bir bina yoktu. Edirne Müftüsü hasta oldu, yatıyordu. Eski Caminin imamı İbrahim Akın Bey de müftülüğe vekalet ediyordu. Biz o İbrahim Beyle beraber ikimiz Edirne müftüsünden ders okuyoruz, hadis, fıkıh ve tefsir okuyoruz, boş durmuyoruz yani. Müftülüğe geliyor, okuduğumuz dersleri müzakere ediyorduk. Ben daha o zaman imamdım, Yıldırım semtinde 'Yıldırım Beyazıt Camii'nde imamlık yapıyordum. 1953'ten 1957'ye kadar dört yıl imamlık yaptım. Henüz vaiz olmamıştım, vaizliği sonradan aldım ben.
Ben Yıldırım'dan çıktım, müftülüğe geliyorum, arada epeyce yol var. O zamanlar at arabaları vardı, şimdiki gibi vesait yoktu. Rastlarsak onlara biner merkeze gelirdik. Yoksa yaya yürürdük. Neyse ben geldim müftülüğe. Bizim müftülüğün çaycısı vardı, adı Ahmet idi. Ben daha içeri girmeden binanın girişinde bana: 'Hafız abi, senin Erzurum'dan talebe bir misafir arkadaş var, senin akraban oluyormuş' dedi. Hocaefendi müftülüğü sormuş ve ilk önce müftülüğe gelmiş. Yanında da bir tahta bavulu var. Onu oraya aşağıya bir yere koymuş.
'Acaba kim olabilir bu Erzurum'dan tanıdık, kim gelir?' dedim kendi kendime. Çünkü o zaman Anadolu'dan tek kimse yok Edirne'ye gelen. Nereye gitti oğlum misafir dedim. Aşağıya doğru gitti dedi. Ben de müftülüğün önünden aşağıya doğru yürümeye başladım, belki görürüm diye. Baktım bir genç geliyor, başında bere gibi bir şey vardı. Geldi hemen elime sarıldı, öptü. Sarmaş dolaş olduk.
'Sen beni tanımadın Hafız abi ama ben Ramiz Hoca'nın oğluyum' dedi. 'Nasıl tanımam yahu, zaten bana benziyorsun' dedim. Gerçi halamızı ve babası Ramiz Hocayı tanıyordum. Ama kendisiyle hiç görüşmemiştik.
Biraz tanışıp konuştuktan sonra 'yoldan geldin, yorgunsundur, yukarıya çıkmaya gerek yok, eve gidip dinlenelim' dedim. Bavulu elimize aldık ve yukarıya çıkmadan konuşa konuşa bizim eve gittik. O gece bizim evde kaldı Hocaefendi. Konuşmalarından anladım ki Hocaefendi Ramazan[1] ayında Edirne'de kalmak istiyor. Ben Hocaefendi'yi aldım ve beraberce müftülüğe geldik.
Müftülüğe o zamanlar İstanbul'dan hafız talebeler gelirdi. Onları imtihan eder, arapça ve dini bilgilerini ölçerdik. Başarılı olanların ellerine müftülükten bir yazı verilir ve köylere gönderilirdi. Köy muhtarları hemen kabul ederlerdi. Hatta bazı köyler ikişer kişi hafız talebe isterlerdi. Bunlar oralarda mukabele ve hatim okuyor, namaz kıldırıyorlardı.
Hocaefendi'yi müftülüğe getirdik. Müftü vekili İbrahim Akın Bey vardı. Onun elini öptü ve köşeye oturdu. Ben İbrahim Bey'e 'hocam bu kardeşimiz hafızdır ve arapça okumuştur, Ramazan ayında görev almak istiyor' dedim. 'Maşallah! bu yaşta hem hafız, hem de arapça okumuş' dedi.. Önünde bir fıkıh kitabı vardı, adı da 'Kuduri'. Kitaptan bir yer açtı. 'Gel bakalım evladım, madem arapça okumuşsun, şuradan şuraya kadar bir oku, anlat bakalım' dedi. Hocaefendi geldi, müftünün sağ tarafına geçti, ben de sol tarafına geçtim. Ne dereceye kadar arapça okuduğunu bilmediğimden korkmaya başladım. İbareler harekesiz normal arapça. Kur'an gibi üstünde veya altında hareke yok. Arapça bilmeyen okuyamaz, kem küm eder bocalar. İçimden de 'eyvah şimdi bir de okuyamazsa' dedim.
Hocaefendi o ibareye şöyle bir baktı ve 'Bismillahirrahmanirrahim' diyerek başladı okumaya. Tam denilen yere kadar tastamam okudu. Hiçbir yerde tık diye durmadı. Ben öyle bir ferahladım ki tarif edemem. Bu sefer Hocaefendi başladı okuduğu arapça metnin tercümesini yapmaya.. Birkaç kelime henüz okumamıştı ki müftü: 'tamam evladım tamam' dedi ve kitabı kapattı. Sonra 'evladım sen bir dışarı çık da biz Hüseyin Efendi ile senin için iyi bir yer düşünelim' dedi.
Hocaefendi dışarı çıktı. İbrahim bey ' maşallah ne güzel ibare okudu öyle.. döndü bir de tercüme etmeye başladı, ben onun arapça okumasından korktum, hemen kitabı kapatıverdim' dedi. Ben de neden öyle yaptınız hocam deyince 'yahu sorma okuduğu yerden bize bir şey sorar diye çekindim, cevap veremeyebilirdim, mahçup oluruz diye onun için susturdum' dedi.
Ben önceden Hocaefendi'nin yakınımız olduğunu söylememiştim, belki imtihanı kazanamaz mahçup olurum diye. Ama şimdi imtihanı kazandı, ben de İbrahim Bey'e bu genç hocanın yakınımız olduğunu, Erzurum'dan geldiğini söyledim. Bunun üzerine İbrahim Bey; 'nereye münasip görüyorsanız orası için bir yazı yazın, ben imzalayayım' dedi. Ben de 'hocam bu genci köylere göndermeyelim, bizim mahalle boş, bin hanelik bir mahalledir, onu bizim mahalleye alalım' dedim. Ben 1953'te Edirne Yıldırım mahallesinde askerden sonra imam olarak kalınca orada yeni bir cami yaptırmaya karar verdik. Belki 4-5 sene sürdü yapımı. Bu genç hocayı o yeni camiye alalım, cemaati de bol dedim. Caminin adını da Akmescit koyduk.
İbrahim Bey hemen bir görevlendirme yazısı yazdırdı. 'Yıldırım Hacı Sarraf mahallesi muhtarlığına... Ramazan ayında vaaz u nasihat etmek ve namaz kıldırmak üzere kimliği aşağıda izah edilen Fethullah Gülen müftülük tarafından görevlendirilmiştir, mahallenizde vazifeye başlamasını arz ve rica ederim.' yazılı kağıdı imzaladı, bir zarfa koydu ve zarfın ağzını da güzelce kapattı. Ben dört senedir o mahallede olduğumdan muhtarı tanıyorum tabii. Biz müftülükten ayrıldık, doğruca mahallemize geldik. Eve giderken baktık muhtar kahvenin önünde üç beş arkadaşıyla oturuyor. Hemen zarfı verdim muhtara. Hocaefendi de yanımda beraberiz. Muhtar zarfı aldı açtı, okuduktan sonra 'hocam başımızın üstünde yeriniz var, kabulümsünüz, bir de cami cemaatiyle görüşün' dedi. 'Tamam Muhtar Bey teşekkür ederiz' dedim. Hemen o sevinçle eve gittik, akşam olmuştu, Allah ne verdiyse bir yemek yedik. Ben Hocaefendi'ye 'sen şimdi yoldan geldin, seferisin ama artık niyet et seferilikten çık ve bu akşamki yatsı namazını sen kıldır, namazdan sonra da cemaate bir konuşma yap' dedim. Hiç unutamıyorum, beraber camiye geldik. O zaman sarık cüppe falan yok, öyle takkesiyle yatsı namazını kıldırdı. Daha bıyıkları yeni terlemiş, genç, nur yüzlü, tam Erzurum terbiyesi ve medrese eğitimi almış, ciddiyetli, vakarlı ve ahlaklı bir duruşu vardı.
Hocaefendi yatsı namazını kıldırdı ve arkasından 'Âmenerrasulü' aşr-ı şerifini okudu. Okuduktan sonra okuduğu ayetlerin tefsir ve mânâsını anlatmaya başladı. Öyle güzel anlattı ki ben bile orada bilmediğim şeyleri öğrendim. Neydi o bilmediğim mesele? Bilindiği gibi bütün Kur'an'ı Peygamber Efendimiz'e Cebrail Aleyhisselam getirdi. Ama Bakara suresinin son iki ayetini bizzat Allah, kendisi Peygamber Efendimize konuşuyor Miraç'ta. Ben bunu bilmiyordum. Orada onu öğrendim. Cemaatle tanıştıktan sonra o gece yine bizim eve gittik. İlk iki gece bizde kaldı ama üçüncü gece nerede kaldı onu hatırlamıyorum.
Ben o camide talebe okutuyordum. Caminin yanında küçük bir ev vardı, orada beş-on talebe okutuyordum. O ev bizim hanımın babasının eviydi. Ben o talebeleri Hocaefendi'ye bıraktım. Zannediyorum, Hocaefendi o talebelerle yattı kalktı, onlarla kaldı orada.
Böylece Hocaefendi vazifeye başladı. Ramazan'a da ya bir hafta var, ya da beş gün falan var. Vazifeye başlayınca camide çok genç talebeler görmüş, yatsı namazında. Gündüz tarlada çalışıp akşamleyin namaza, teravihe gelen talebeler bunlar. Mahallemizin çoğunluğu çiftçi olduğundan çocuklar da tarlada bahçede çalışıyorlar.
Ramazan başlayınca Hocaefendi bana 'Hafız abi burada talebeler var, ben bunlarla meşgul olmam lazım, bana müstakil bir ev lazım, ben bunları sürekli size veya başka bir aileye götüremem' dedi.
Cemaate söyledik, bize bir ev lazım diye. Hemen yepyeni bir ev bulundu, henüz içine giren yok. Mustafa Bey diye bildiğimiz bir işçi abimizin evi. Hocaefendi Akmescit dediğimiz o camide Ramazan boyunca teravih namazını kıldırdı, Cuma günleri vaaz u nasihat etti, hatim ve mukabele okudu, hatta teravih namazından evvel her akşam vaaz etti. Böylece mahallede bir hareketlenme ve canlanma oldu, sadece mahallede değil Edirne'nin içinde de duyuldu Hocaefendi'nin vaazları. Edirne'nin halkı Ramazan boyunca değişik camilere teravih kılmaya giderlerdi. Yıldırım semti Akmescit Camii'nde genç bir Hocaefendi'yi de dinlediklerinden çok memnun kalıyorlar ve her tarafta onu methetmeye ve anmaya başlıyorlar. Kısa zamanda Hocaefendi'nin adı Edirne'ye yayıldı.
Sohbetimize bir ışık tutması açısından burada bir şey ilave etmek istiyorum. Eskiden 1950 ila 1957 arasında İstanbul'dan Edirne'ye medreselerden okumuş talebeler gelirdi. Tabii kadro olmadığı için memur statüsünde değillerdi. Maaşları falan yoktu. Bunlar daha çok Ramazan aylarında gelir, köylere giderek namaz kıldırır, Kur'an okurlardı. Halk da bunlara elinden geldiği kadar ücret toplar verirdi. 1965 yılında çıkan kanunla imam ve müezzinler kadrolu hale geldi.
1950 ila 1957 arasında iki defa seçim oldu. Birincisi 14 Mayıs 1950'de oldu, ben o zaman daha askere gitmemiştim, oy kullanmadım. Rahmetli Menderes seçimleri kazandı. Demokrat Parti hükümeti kurunca Türkçe okunan ezanı yine asli hüviyetine kavuşturdu. Arapça olarak okunmaya başladı. Ben o zaman Erzurum'daydım. Ekinler biçiliyordu, harmanlar vardı. 1950'nin Ramazan ayı[2] idi. Zaten seçimler de bir ay önce 14 Mayıs'ta olmuştu. İnsanlar kurbanlıkları hazırladı. Müezzin efendi minareye çıktı. Müezzin 'Allahü Ekber' deyince öyle bir bağırıştılar ki millet ağlıyordu sevincinden. Kurbanlar kesildi. Vakit ikindi vaktiydi. Müezzin ikindi ezanını okudu. Ondan sonra 1954 yılına kadar dört sene içinde radyodan Kur'an okunmaya başladı. Diyanetten vaaz u nasihatlar yapıldı, mevlitler okunmaya başladı. Kur'an Kursları ve İmam Hatip Okulları açılmaya başladı. Dini ve imanî hizmetlerde bir artış göze çarpıyordu.
1954 yılındaki seçimde rey kullandım, artık Edirne'deydim. Oyu da bizim camide kullandık. O zaman camilerin bir köşesini ayırıyorlardı oy kullanmak için. Hatta canım sıkılmıştı, sigara falan içiyorlar, etrafı pisletiyorlar diye. 2 Mayıs 1954'teki seçimleri de Menderes farklı kazandı.
Ondan sonra 1957'ye kadar İsmet Paşa ve CHP, Menderes'i devirmek için çok çalıştılar. Dini siyasete alet ettiler diye irtica yaygaraları almış başını gidiyordu. Gazeteler hergün ayrı bir başlıkla çıkıyordu. Seçim 1958'de olacaktı ama bir yıl öncesine aldılar ve erken seçim yapıldı. Halk Partisi 27 Ekim 1957'de yapılan seçimde 170 milletvekili çıkardı. Sonra işler zor gitmeye başladı ve sonunda 27 Mayıs 1960'da ihtilal yaptılar.
Hocaefendi Edirne'de Nasıl Kaldı?
Ramazan sona ermek üzereydi. Tabii Hocaefendi Ramazan boyunca Edirne'de kalacak ve sonra Erzurum'a dönecekti. Biz de onun bavulunu hazırlıyoruz, oradaki akrabalarımıza, halamıza ve eniştemize, çoluk çocuğa hediyeler göndermek için bir şeyler temin ediyoruz. Bayram dolayısıyla dört gün tatil vermişlerdi. Bayramın üçüncü günü idi. Hocaefendi'nin görev yaptığı Akmescit Camii'ne gelip giden insanlardan 5-6 kişilik bir grup insan geldi bizim evimize. Adamlar yaşlı başlı insanlar. Grubun başında mahallenin ileri gelenlerinden Mehmet Salimoğlu diye bildiğimiz bir abimiz vardı. Buyur ettik onları, hep beraber bayramlaştık. Tabii ben ziyaretin iç yüzünü bilmiyorum, ben zannettim ki bayramlaşmaya gelmişler. Bana 'Hüseyin Efendi biz sana bir ricaya geldik' dediler. Buyurun Estağfirullah dedim. Tabii onlar beni dört seneden beri tanıdıklarından, bir de orada cami yaptırma gayretlerimizden ötürü bana karşı bir yakınlık hissediyorlardı. Dediler ki: 'Biz bu kardeşimizi buradan salmayacağız, bu genç hoca bizi çok memnun etti ve tam müslüman yaptı. Bak sen nasıl burada kaldın, o da böyle burada kalacak, biz onun gitmesini istemiyoruz' dediler.
Ben de 'Abiler, Hocaefendi henüz talebedir, annesi babası var, ben onun adına bir şey diyemem, kalırsa başımızın üstünde yeri var' dedim. Benden önce de Hocaefendi'ye söylemişler 'gitme, burada kal' diye. Ertesi gün müftülük açıldı. Aynı adamlar müftülüğe de geldiler. Müftü Efendi'ye de aynı isteklerini tekrarladılar ve 'biz bu genç hocayı mahallemizden bırakmak istemiyoruz, biz onun masrafını üstleniyoruz' dediler. Aslında o caminin maaşlı bir imamı vardı. Hocaefendi Ramazan dolayısıyla geçici olarak orada kalacaktı. Ramazan bitince vazifesi de bitti. Ancak bu ısrarlı teşebbüsler neticesinde Hocaefendi de Edirne'de kalma niyetine girdi.
Hocaefendi İmamlık İmtihanını Kazandı
Müftü vekili İbrahim Akın Bey bana 'hocam madem mahallelinin ısrarı var, ve de bu genç hocamız da burada kalmak istiyor, biz de münhal olan yerler için bir imtihan açalım ve bu hocamıza resmen bir vazife verelim, kimseye de minnet etmesin' dedi. Zaten Hocaefendi kimseye minnet edecek karakterde değildi. Para pul hiç gözünde değildi. Hatta Ramazan dolayısıyla kendisine o kadar para vermek isteyenler vardı ki, hiç birini almadı ve bütün vaazlarında da 'benim zekata, fitreye ihtiyacım yok' diye cemaate söylüyor ve sadaka vermek isteyenleri geri çeviriyordu.
Ramazan ayından sonra biz Hocaefendi'yi imtihan ettik. Müftülük binasında İbrahim Akın Bey'in başkanlığında bir komisyon önünde yapılan imamlık imtihanını Hocaefendi kazandı. Ben de komisyon azasıyım. Kararlar alındı, imzalar atıldı. İmtihan sonucunu vilayete gönderdik. Vilayet dosyayı onayladı. Ardından müftülük kanalıyla dosyayı Ankara Diyanet İşleri Başkanlığına gönderdik. Dosya Ankara'ya gidince biz bu arada Hocaefendi'yi Üçşerefeli Cami'de ikinci imam olarak vazifeye başlattık.
Soğuk aylar gelmeye başladı. Ben Hocaefendi'ye Kaleiçi'nde 'Yangınlık' denilen muhitte tanıdığım bir arkadaştan ev tutmuştum. Bizim bacanak oraya yakındı. Hocaefendi'yi de çok seviyorlardı. Belki çamaşır ve yemek ihtiyaçlarını temin ederler diye bizim bacanaklara yakın olsun istemiştim. Evin masrafları da bize aitti. Hocaefendi memnun oldu tabii. Ancak hiç eşyası yoktu. Bir iki battaniyesi, bir de kitapları vardı. Hocaefendi benim tuttuğum bu evde bir veya iki ay ancak kaldı. Bir işittik ki, Hocaefendi Üçşerefeli Cami'nin penceresine gitmiş, orada yatıp kalkıyormuş. Nasıl olur dedik, ev sahibinden araştırdık, soruşturduk. Ev sahibine 'kira ücretini mi beğenmediniz yoksa Hocaefendi'yi rahatsız edecek bir şey mi yaptınız?' diye sorduk. Ev sahibi: 'Hocam biz de anlamadık, neden eve gelmiyor diye biz de çok üzülmeye başladık, merak ediyoruz' dedi. Sonradan anladığımıza göre rahatsız edenler olmuş. O zamanlar kız sahipleri kızlarını, okumuş, memur ve varlıklı insanlarla evlendirmeye teşebbüs ederlerdi. Kızım rahat etsin, çiftçilikten kurtulsun isterlerdi. Adamın biri Hocaefendi'ye de 'işte sen alim bir hocasın, gençsin, yakışıklısın, bizim damadımız ol' diye aklına girmeye çalışmış. Bana da geldi o adam. Hocaefendi'ye 'bak evladım, şuradan şuraya kadar dükkanlarım, üç katlı binam var, bir de kızım var, gel bize manevi bir evlat ol, bu sıkıntıdan kurtar kendini' demiş. Zannediyorum bir iki defa da ısrar etmişler. Hocaefendi bakmış 'bunlar rahatsız etmeye devam edecekler' demiş, toplamış eşyalarını ve Üçşerefeli Cami'nin penceresine gitmiş.
Yaşı Küçük Diye Resmi Vazife Vermediler
Bilahare Hocaefendi'nin imtihanı kazandığına dair Ankara'ya gönderdiğimiz dosya Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan geri geldi. Baktık ki dosya onaylanmamış, ek yazıda Hocaefendi'nin henüz 18 yaşını doldurmadığı için vazifeye başlayamayacağı bildiriliyordu. O zaman nüfus sureti dolduruluyordu. Biz de ayı ve gününü dikkat etmediğimizden bilemedik 18 yaşını doldurup doldurmadığını. Nüfus kağıdının bir suretini dosyaya koyup göndermiştik. Görünüş itibariyle kalıplı idi Hocaefendi.
Dosya geri gelince biz üzüldük tabii. Diyanet görev vermeyince cemaat duydu bu olayı. Cemaatten bir avukat vardı, Hamdi Bey adında. Allah rahmet eylesin, Hocaefendi'yi çok severdi. Hocaefendi Üçşerefeli Cami'de ikindi namazından sonra bir sayfa Kur'an okur, arkasından meal ve tefsirini yapar, yani bir Kur'an sohbeti ederdi adeta. Bir gün 75 yaşlarındaki bu avukat bana 'bu yaşta bu kadar güzel Kur'an'ı anlatan bir başka hoca görmedim ben' dedi.
Avukat Hamdi Bey'in Yardımları
Dosyanın Ankara'dan geldiği günlerde camiden çıkışta o eski avukat da avluda yanımızdaydı. Sohbet açıldı, Hocaefendi'nin vazifeye başlayamadığı falan konuşuluyordu. O, bizim Diyanet'e dosya gönderdiğimizi biliyordu. Ankara'dan cevap menfi gelince 'getirin bakayım şu yazıyı' dedi. Sonra Hocaefendi'nin nüfus cüzdanını istedi. Şöyle bir baktı: 'Daha 6 ay var 18 yaşını doldurmaya' dedi. Şöyle bir düşündü ve 'halledeceğiz bu işi' dedi. Bana dedi ki: 'Ben manevi babası olayım, sen de en yakın akrabası olarak bir muhakeme açalım, yaşını büyütüp bu işi halledelim.' Neyse aldı nüfus kağıdını gitti Hamdi Bey. Hemen savcılığa müracaat etmiş. Normalde muhakeme müracaattan 15 gün sonra olurdu. Hamdi Bey hemen gitmiş adliyede herkesle konuşmuş. Zaten bazı hakim ve savcılar da Hocaefendi'nin namaz kıldırdığı camiye sohbet ve vaazlarını dinlemeye gelirlerdi. Üçşerefeli Camii şehir merkezinde olduğundan Hocaefendi'nin orada olduğunu herkes öğrendi. Hocaefendi anlatacağı vaaz ve sohbet konularını önceden caminin girişindeki panoya yazardı. İşte filan gün iktisat, filan gün adalet ve hukuk gibi konuları önceden duyururdu. Anlatacağı konuları ister vaazda olsun, ister hutbede olsun irticalen verirdi. Hiç öyle kağıttan kitaptan okuyarak anlatmazdı. Çok titiz hazırlanır ve heyecanlı bir vaaz ederdi.
Üç dört gün ya geçti ya geçmedi Hamdi Bey elinde bir kağıtla geldi. 'Hocam biz muhakeme yaptık, Hocaefendi'nin yaşını büyüttük' dedi. Ne kadar büyüttüklerini bilmiyorum şimdi ama tasdikli kağıdı bana verdi. 'Hemen dosyaya koyun Ankara'ya Diyanet'e gönderin' dedi. Tabii o zamanlar yazışmalar, gelmeler gitmeler çok vakit alıyordu. Bir süre sonra dosya Ankara'dan geldi. Hocaefendi'nin imamlığı tasdik edilmişti. Aslında Hocaefendi 1938 doğumludur, ama babası 3 yaş geç yazdırdığından yaşı küçük görülüyordu. Fakat görünüşü olgundu, fidan gibi delikanlı idi. 19 yaşında rahat vardı. O zamanki değişen nüfus yaşı tam olarak neydi bilemiyorum, dosyasına bakmak lazım.
Cami Penceresinde Çok Çile Çekti
Üçşerefeli Cami'nin penceresinde kalmaya devam etti. Askere gidinceye kadar 3 seneden fazla çok çile çekti orada. Çok zeki bir adamdı, bana öyle geliyor ki; ne olduysa, ne mertebelere ulaştıysa o cami penceresinde oldu Hocaefendi. Sahabeleri göz yaşları içinde anlatırdı. Sanki onlarla berabermiş gibi anlatırdı onları. Osmanlı tarihinden padişahları anlatırken sanki onlarla savaş meydanlarına çıkmış da öyle anlatıyor sanırsın. Öyle canlı, öyle bütünleşirdi onlarla... Eline bir kitap aldı mı yarım yamalak bırakmaz onu tam bitirir ve anlardı. İslam tarihini canlı örnekleriyle anlatmayı çok severdi.
Hocaefendi küçüklüğünde risaleleri çok iyi okumuş ve kavramış, arapçası da çok kuvvetli idi. Kim ne sorarsa sorsun herkese tatmin edici cevaplar verirdi. İnsanlar bir başka haz duyardı onun verdiği cevaplardan.
Cami penceresinde taşların üzerinde yatıyordu. Soba yok, ateş yok, yatak yok... Şimdiki gibi tüplü veya elektrikli aletler yok. Nasıl yattı kalktı bilemiyorum. Emin olun, vallahi Allah'a yemin ediyorum, yatağı yok, ısınacak bir şeyi yoktu. Tanıdığımız bir usta vardı. Birgün gelip taşların üstüne tahta döşemiş, 'hiç olmazsa taşların üstünde bari yatmasın' demiş. Bir de iki kapaklı kütüphane yapıvermişti. İşte orada battaniyelere sarılıp yatıp kalkıyordu. Bence tam bir sahabe hayatı yaşıyordu. Sahabelerin yaşadığı yerler sıcak memleketti. Fakat Hocaefendi kışın soğuğunda Üçşerefeli Cami'nin penceresinde, taşların arasında sıfırın altında 15-20 derece soğukla baş etmeye çalışıyordu.
Resim 1: Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Edirne Üçşerefeli Cami'de geceleri kaldığı pencerenin dıştan görünüşü |
Resim 2: Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Edirne Üçşerefeli Cami'de geceleri kaldığı pencerenin içten görünüşü |
Resim 3: Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Edirne Üçşerefeli Cami'de gündüzleri kaldığı pencerenin içten görünüşü |
Bir gün ona 'Hoca sen niye tuttuğumuz o evi terkedip buralara geldin, bu taşların arasında nasıl yaşanır? Burada hasta olursan, annen baban başında değil, bana Hüseyin Efendi oğlumuza bakmadı, onunla ilgilenmedi demezler mi? Bu benim ağrıma gidiyor, zoruma gidiyor' dedim.
Bana aynen şöyle dedi: 'Hafız abi hiç merak etme, Allah'a emin ol, cami Allah'ın evi mesabesindedir, ben buranın imamıyım, hizmetçisiyim. Ben O'nun kuluyum, o beni muhafaza eder' dedi.
Çok üzülüyordum neden böyle yapıyor diye. Hocaefendi Üçşerefeli'ye girişteki sol pencerede yatıp kalkıyordu. Bir gece caminin penceresinde onun yanında kalmaya karar verdim. Bir akşam beraber oturduk. İki tane mum yaktı, mum ışığında kitap okuduk, sohbet ettik. Kendisine söylemedim ama, içimden buraya caminin saatinden bir hat çekelim de buraya bir lamba taktırayım, bari kitapları aydınlıkta okusun dedim. Bizim müftülüğün elektrikçisi vardı, Mustafa İşlek adında. Ona dedim ki: 'Mustafa amca, Üçşerefeli'nin imamı daha talebe yaştadır, ona ev tuttum ama evde kalmadı, caminin penceresinde yatıp kalkıyor, karanlıkta ders çalışıyor, kitap okuyor, elektrik saatinin şebekesinden pencereye kablo çekin de bir lamba takın' dedim. Mustafa amca 'tamam hocam, hallederiz' dedi. 5 metre kadar kablo ve bir lamba lazımdı. Masrafını ben karşılayayım dedim. Adam almış çıraklarını götürmüş camiye, yapacakları işi tarif etmiş. Çırakların isimleri de Enver ve Bahattin, ikisi de genç arkadaşlar. Gerekli kablo ve lambayı temin etmiş.
Çıraklar başlamış çalışmaya. Elektrik kutusunu açmışlar, bağlantı yapmaya çalışırlarken Hocaefendi onları görmüş. 'Ne yapıyorsunuz burada böyle?' demiş. 'Hocam sizin pencereye bir hat çekiyoruz' demişler. Hocaefendi de 'kim yolladı sizi?' demiş. 'Hocam, Hüseyin Top Hoca bizim ustaya söylemiş o gönderdi' demişler. Hocaefendi şöyle biraz düşünmüş ve 'toplayın alet edevatınızı, benim lambaya, elektriğe ihtiyacım yok diye onlara biraz çıkışmış. Çıraklar toplamışlar eşyalarını gelmişler ustalarının yanına. 'Hoca bize biraz çıkıştı, yapacağımız lambayı istemedi, biz de bıraktık geldik' demişler. Ben, pencereye kablo çekildi, lamba takıldı zannediyorum. Aradan üç beş gün geçti. Ben müftülüğe geldim. Baktım bizim elektrikçi Mustafa amca orada. Bana 'Hüseyin Efendi, senin o hemşerin çok sert adammış, benim çırakları istememiş, onları bir güzel çıkışmış' dedi. Bizim müftülük de Park Oteli civarında Özel İdare binasında bir odada idi o zamanlar. Camiye çok yakındı. Bina şimdilerde terk edilmiş vaziyette, bir aralar dikiş kursu için kullanılmıştı.
Yine böyle bir öğle vaktiydi, namazı onun camiinde kıldık. Caminin avizeleri de yanıyor. Namazdan sonra konuşarak pencerenin önüne gelince kendisine sordum. 'Fethullah Efendi neden sen o çırakları geri çevirdin, lambayı takmalarına izin vermedin? Hem rahat kitap okur hem de biraz ısınırdın' dedim. Eliyle yanan avizeleri göstererek şöyle dedi: 'Hafız abi, düşündüm ki; bu camide yanan lambaların elektrik parasını vakıflar ödüyor, vakıfların ödediği lambaların ışığında ben oturmak istemedim' dedi. Ben bu cevap karşısında tam hayran kaldım yani. Bu yaşta bu hassasiyet nasıl olur diye hayret ettim. Kendisinin yaktığı elektriğin vakıflar tarafından ödenmesini istemiyordu. Vakıf nedir, nasıl kullanılır, kimler kullanır, bunları o yaşta biliyordu. Öyle doğru ve hassastı. Halbuki bizim imam ve müezzinler bunlara pek dikkat etmezler. Şimdilerde gitseniz camilerdeki kalorifer peteklerinin yandığını, elektrik lambalarının ve avizelerinin söndürülmesi konusunda fazla dikkat edilmediğini görebilirsiniz.
Ben o zaman gördüm ki bu hizmetlerin temelinde Hocaefendi'nin doğruluk ve hassasiyeti yatmaktadır. 1960 ihtilaline kadar çok geniş çevresi oldu Hocaefendi'nin Edirne'de. Şimdi hepsi vefat ettiler, Allah rahmet eylesin. O zamanlar 40-50 yaşlarında olanlar şimdi hiç kalmadılar.
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Giyim Kuşamı
Fethullah Hocaefendi çok temiz giyinirdi. Bazen benim giyimimi beğenmezdi. Çok güzel kıyafetleri vardı, pantolonunun ütüsü bozulmasın diye yatağın altına koyar, düzgün durmasını isterdi. Yemez içmez ama giyimine, temizliğine çok dikkat ederdi. Tam bir efendivâri gezerdi.
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin 1958 yılında Edirne'de Üçşerefeli Cami'nin önünde Hüseyin Top Hoca'nın pardesüsü ile çektirmiş olduğu resim. |
Benim uzun bir pardesü vardı. 'Hafız abi sen vaizsin, bu sana hiç yakışmıyor, bunu çıkar, gel sana yeni bir pardesü yaptıralım' dedi. O zamanlar hazır konfeksiyon olmadığından terzilere gidiyorduk. Beraber gittik Sümer mağazasına, palto yaptırmak için kumaş aldık. Hemen bir terzide güzel bir palto diktirdik. O paltoyu bir güzel bana giydirdi 'bak şimdi ne kadar yakışıklı oldun' dedi. Birgün o paltoyu giydi, boynunda kravat, başında da fes vardı, fesin püskülü de yandan sarkıyordu. Üçşerefeli Cami'nin önünde öyle güzel bir fotoğraf çektirdi ki, ellerini de arkaya bağlamış poz vermişti. İşte o palto benim paltom idi.
Salı Vaazlarına Dair Bir Hatıra
Edirne Osmanlı'ya bir asra yakın payitahtlık yapmış bir ilimiz. Fatih Sultan Mehmet Edirne'de büyümüş. İstanbul 29 Mayıs 1453'te Salı fethediliyor. Fatih Sultan Mehmet'in ordusu Topkapı'dan girince şükür secdesine kapanıyor. Padişah'ın secde ettiği yere daha sonra Beyazıt Ağa Camii yapılıyor.
İstanbul fethedilince Edirne'ye fetih müjdesi geliyor. Edirne halkı, hükümet erkanı, kadın, çoluk çocuk her kim varsa Salı günü Eski Cami'de toplanıyorlar. Dualar edilip, Kur'an'lar okunuyor. Ondan sonra Eski Cami'nin lakabı Salı Camii kalmış ve Salı günleri o camide kadınlar toplanıp sohbet dinleyip Kur'an okumaya başlamışlar. Kendi aralarında Salı Camii toplantıları bir gelenek halinde gelmiş. Ben Eski Cami dediğimiz o Salı Camii'nde kadınlara tam 47 sene vaaz ettim. Kadınlar o gün erkenden gelirler, adak yaparlar, mevlüt okurlar, Kur'an okurlar, dua ederler. Saat 11'den 12'ye kadar da vaaz saatidir. Ben saat 11'de giderim oraya, sohbetimi yaparım. Vaaz u nasihati dinledikten sonra dağılır giderler.
İhtilalden evvel birgün yine kadınlara vaaz vermek üzere Hocaefendi'yi Salı Camii'ne gönderdim. 1959 sonu veya 1960 olması lazım. O zaman Üçşerefeli'de imamlık yapıyordu. Sarığını, cüppesini giyip vaaza çıkmış. Ertesi hafta ben kendim gittim Salı vaazına. Burada emekli bir albayın hanımı olan Hayriye Hanım vardı. Okumuş, görgülü tam sultanî bir kadındı. Giyimine, örtüsüne çok dikkat ederdi. Hocaefendi'nin vaazına hayran kalmış. Üçşerefeli Cami'ye yakın bir yerde oturuyordu. Hatta evini de Hocaefendi'ye bağışlamak istedi, ama Hocaefendi hiç alâkadar olmadı.
Hayriye Hanım beni tanıyordu. İkinci hafta vaaza gittiğimde Hayriye hanım beni çağırdı. 'Evladım geçen hafta genç bir hoca çok harika bir vaaz etti, duyduğuma göre Üçşerefeli'nin imamı imiş. Ben yaşlı olduğumdan her zaman Salı sohbetlerine gidemiyorum, acaba Üçşerefeli Cami'de de kadınlar için vaaz veremez mi?' dedi. 'Kendisine söyleyelim, kabul ederse olur' dedim. Durumu söyledik Hocaefendi'ye. Kabul etti. Çarşamba günleri Üçşerefeli'de bayanlara vaaz vermeye başladı. Ben de zaten Salı günleri vaaz ediyorum. Hocaefendi'nin Çarşamba günleri Üçşerefeli'de vaaz vereceğini Salı günkü vaazımda bayanlara duyurdum. Neyse Hocaefendi vaazlara başladı.
Hanımlara vaaz verdiği günlerden birinde ben de Üçşerefeli'ye gittim. Avludan girdim. Biraz uzaktan, arka kapıdan bakınca Hocaefendi'yi vaaz ederken gördüm. Hoparlör falan yoktu o zamanlar. Baktım kadınlar yüzlerini önlerine eğmiş Hocaefendi'yi öyle dinliyor. Niye böyle acaba diye merak ettim. Kenardan bir yerden dinlemeye devam ettim. Vaaz bitti Hocaefendi kürsüden indi. Ben o Hayriye hanımla konuşuyorum. 'Niye böyle başınızı öne eğiyorsunuz?' dedim. 'Hocaefendi kürsüye çıkınca yüzünüzü çevirin, ne ben sizin yüzünüzü göreyim, ne de siz benimkini' diye hanımları uyardı. Çok enteresan bir durum tabii. Ben hiç böyle davranmamıştım, vaazlarda onlar bize, ben de onlara bakarız. Hocaefendi'nin tavrı ise son derece hassastı. Namahremden gözünü ve düşüncesini daima uzak tutardı. Öyle sokağa çıkayım, gezeyim tozayım gibi davranışlar Hocaefendi'nin semtine uğramış değildir. Hocaefendi'nin bu ince düşüncelerini biz ilk etapta anlayamadık. Ama yapılması gereken titizlik de bu olmalı. İffetine çok düşkündü.
Hocaefendi bazen kılık kıyafetini değiştirir, Edirne'de esnafı dolaşırmış. Kalkmış birgün mezbahaneye gitmiş, hayvanlar nasıl kesiliyor diye merak etmiş. Bakmış ki; kasaplar hiç temizliğe dikkat etmiyorlar, hayvanlara eziyet ediyorlar, hijyene riayet edilmiyor. Hocaefendi geldi dedi ki; 'Hafız abi, ben bundan sonra burada kesilen etlerden ve etli yemeklerden yemeyeceğim' dedi. O'nun yemek yediği temiz bir aşçı vardı. 'Neden yemeyeceksin, sebep nedir?' dedim. 'Ben mezbahaneye gittim, kendi gözlerimle gördüm, ne besmele var, ne de islami ölçülere göre bir kesim var, hayvanlara çok zahmet veriyorlar' dedi. 'Peki biz ne yapalım?' dedim. Siz gözünüzle görmediğiniz için yiyebilirsiniz' dedi. Hakikaten uzun süre burada etli yemek yemedi. Haram ve şüpheli şeylerden bu kadar kaçınıyordu. Hocaefendi'nin gençliğini incelediğinizde hizmetin buralara, bu seviyelere geleceğini görebilirsiniz. Aç kalır, susuz kalır ama insanları yedirir, içirir ve giydirirdi. Tam bir sahabe hayatı yaşamaya çalışıyordu.
Yaşar Tunagür Edirne'ye Müftü Olarak Geldi
27 Mayıs 1960 ihtilalinin hemen arkasından Yaşar Tunagür Hoca Edirne'ye müftü olarak geldi. Yaşar Tunagür Balıkesir'de müftü iken ihtilal oluyor ve askerler bunu nezarete alıyorlar. Hemen tayinini çıkarıp Edirne'ye sürgün olarak gönderiyorlar. Ben de o sırada müftülüğe vekalet ediyordum. 1958 yılında vaizliği kazanmıştım. O zamanlar Diyanet'in yapmış olduğu intihanı kazanan müftü veya vaiz olabiliyordu.
Yaşar Tunagür Hoca gelince şöyle etrafı bir kolaçan etti, daireyi bir gözden geçirdi. Etraf dağınık, metruk vaziyette. Cennet mekan Sultan Abdülhamit zamanından kalma koltuklar vesaire... Müftülüğün odacısına 'burada ne kadar eski eşya varsa hepsini bahçenin bir kenarına atacaksın' diye emir vermiş. Bir iki ay geçince yavaş yavaş bizi tanımaya başladı. Bu arada camileri dolaşmaya başlıyor. Birgün Üçşerefeli Cami'ye gidiyor. Fethullah Hocaefendi yine her zaman yaptığı gibi namazdan sonra bir sayfa Kur'an okuyup, meal ve tefsirini yapıyor. Yaşar Hoca bu genç hocayı habersizce dinliyor. Sonra sohbetine ve ilmine hayran kalıyor.
Müftümüz Yaşa Hoca, odacıyı göndererek birgün Fethullah Hocaefendi ile ikimizi müftülüğe çağırdı. Diyanet'ten müftülüklere bir yazı gelmiş. İki tane ayet-i kerime hakkında bir rapor halinde yorum ve görüş isteniyormuş. O zaman Diyanet'te Müşavere Kurulu vardı, şimdi Din İşleri Yüksek Kurulu diyorlar. Bu Müşavere veya Fetva Kurulu istiyor raporu. Biz Hocaefendi ile müftülüğün kapısında buluştuk. Müftünün neden çağırdığını çok merak ettik, biraz da heyecanlandık tabii. Girdik içeri, selam verdik oturduk. Güler yüzle karşıladı bizi, 'hoş geldiniz' dedi. Çok temiz giyimli, vakur ve atak bir müftümüzdü.
Müftü aldı bizi içeriye, iki tane ayet-i kerime okudu. Yaşar Hoca dedi ki; 'bu ayetlerden ne anladıysanız, ne duyduysanız, görüş ve bilgilerinizi bir rapor halinde bana yazın gelin, Diyanet İşleri Başkanlığına göndereceğiz' dedi. Yaşar Hoca yeni geldiğinden müftülükte işleri yoluna koymaya çalışıyordu, çok meşgul olduğundan bu vazifeyi bize vermişti.
Bu iki ayet Bakara suresinin 72. ve 73. ayetleridir. Birinci ayetin meali şöyledir: 'Hani siz bir adam öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle atışmıştınız. Halbuki Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktır.' İkinci ayetin meali ise:' Bu amaçla 'Kesilen sığırın bir parçasını o öldürülen adamın cesedine değdirin' dedik. İşte Allah böylece ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size ayetlerini gösterir.'
Ayetlerde bahsedilen hadise Hazreti Musa (as) ve İsrail oğulları zamanında geçer. İki kardeş vardır. Biri çok zengin ve bir tek evladı vardır. Diğeri ise çok fakir ve 8-10 kadar evladı var. Fakir olan kardeşin çocukları şeytanın oyununa gelirler. Şeytan, zengin olan amcalarının tek çocuğunu öldürürseniz bu kadar mal size kalacak diye fakir çocukların kafasını iyice işler. Sonra amcalarının oğullarını öldürürler. Ortalığı bir velveleye verirler. Vay işte amcamızın oğlunu öldürdüler diye de yalandan bir feryat koparırlar. Katil belli değil, herkes merak ediyor. Musa Peygamber de katilin bulunması için Allah'a yalvarıyor. Allah Hazreti Musa'ya hemen vahyederek şöyle diyor: 'Bir kurban al, ve o kesilen kurbanın herhangi bir parçasından ölüye dokundur, o ölü olan kimse dirilip, kendisini öldüren kişiyi size haber verecek' diyor. Ölü olan çocuk dirilince 'beni amcamın çocukları öldürdü' diyor. Bu olay Hazreti Musa'nın bir mucizesi aynı zamanda. Allah, aynen böyle kıyamet günü insanları diriltecektir diyor.
Biraz oturup konuştuktan sonra müftünün yanından çıktık. Kapının önüne inince ben Hocaefendi'ye 'Fethullah Efendi, ben bu işe karışmayacağım, sen araştır, yaz, topla, ne yaparsan yap. Sonra gider beraber veririz' dedim. O da bana 'Hafız abi, fikir fikirden, el elden üstündür, gel beraber çalışalım' dedi. Ben yine 'sen yaparsın, çalışırsın' dedim. Benden bir tefsir istedi, verdim o tefsirleri.. İki veya üç gün geçmedi. Evimize de gelip gidiyordu. 'Hafız abi, ben bir şeyler hazırladım, gel beraber gidip verelim' dedi. 5-6 sayfa güzel bir yazı hazırlamış. Önce bana okudu. Çok güzel dedim.. Ben bunları nereden düşünüp çıkaracağım dedim kendi kendime. Orijinal tespitler yapmış.
Müftülüğe beraberce gittik. Bize vermiş olduğu ayetlerle ilgili düşüncelerimizi bir rapor halinde Yaşar Tunagür Hoca'ya okuduk. Çok memnun oldu. 'Bunu gidin bir de daktiloda yazılmış halini getirin' dedi. Neyse yazıyı tamamlayıp getirdik. Diyanet'e hitaben raporun ön sayfasına 'Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Edirne Müftülüğü'nden iki ayetle ilgili istenilen rapor ekte sunulmuştur' diye bir yazı ilave ettirdi ve yazıyı Ankara'ya gönderdi. O zaman 53 vilayet vardı. Diyanet bütün illerden gelen raporları inceliyor ve numara veriyor. Bir süre sonra Edirne müftülüğüne bir takdirname geldi o yazı üzerine. Hocaefendi'nin o genç yaşta hazırlamış olduğu o rapor büyük takdir toplamıştı. Allah ona güzel bir ilim vermiş...
Hocaefendi'yi ihtilal sırasında ihbar ettiler. Bir sivil polis takip etmiş. Adı da Necati idi. Bir de Eskişehir'li Tatar asıllı bir polis vardı. Hocaefendi'yi bir gece alıp emniyete götürmüşler. Orada sorgu sual sırasında gürültüye getirip Hocaefendi'yi merdiven boşluğundan itmek istemişler. İtme kakma esnasında Hocaefendi'nin kaşını yaralamışlar. Birgün baktım kaşının üstünde yara gibi bir şey vardı. Gözünün üstünü bir bezle kapatmış. Olanlarla ilgili bana da bir şey anlatmıyor. Neyse polisler Hocaefendi'yi alıp savcının huzuruna götürüyorlar. Savcı camiye gelip vaazlarını dinlediğinden Hocaefendi'yi hemen tanıyor tabii. Polisler 'efendim bu hoca nurcudur, onun için tutup getirdik buraya' diyorlar. Savcı arkasına yaslanıp şöyle bir süzüyor onları. Polislere 'niye getirdiniz oğlum bu hocayı buraya? Ben bunu camiden tanıyorum, bula bula bir imamı mı buldunuz? Çabuk kaybolun buradan' diyor. Bunları bana o zaman savcı katibi olan Kamil Yenice anlatmıştı. Emniyette bir de komiser olan Resul Bey vardı, Hocaefendi'yi de çok severdi. Çok yardımı olmuştur Hocaefendi'ye.
Hocaefendi'yi 1961 yılı Kasım ayında askere uğurlarken yanımızda müftü Yaşar Tunagür Hoca da vardı. Dualarla Karaağaç'tan trene bindirdik. Karaağaç ile Edirne arasında 5-6 kilometre kadar bir mesafe var. Hocaefendi'yi askere uğurlayınca bizi bir hüzün sardı. Yaşar Tunagür Hoca 'Fethullah Hocaefendi'yi böyle askere yollayınca artık vasıtaya falan binmek yok, yaya olarak dönelim Edirne'ye' dedi. O gün güzel bir hava vardı. Hep beraber Hocaefendi ile geçen günlerimize ait hatıralarımızı anlata anlata Edirne'ye geldik. Hocaefendi'yi uğurlamaya giden 40 kişi kadar vardık. Talebeler, esnaf, kabzımal, müftülük personeli, diğer yandan İsmail Gönülalan, Yüksel Bey, Raif Bey, Bakkal Hamdi Bey, Mustafa Bey ve daha ismini sayamadığım nice insanlar vardı. Hocaefendi iki sene askerlik yaptı. İlk gidişinde Ankara Mamak Muhabere Okulu'na gitmişti.
Yaşar Tunagür Hoca'yı Edirne'den Aldılar
1963 yılında Yaşar Tunagür Hoca'yı Edirne'den alıp İzmir'e vaiz olarak verdiler. O sırada Fethullah Hocaefendi de askerdeydi. Sanki Edirne bomboş kaldı, çok hüzünlendim tabii. Vaazlarında veya konuşmalarında çok cesur konuşuyordu. Müftülüğe bir can getirdi, çok hareketli ve disiplinli idi.
Edirne ihtilalden sonra vaaz ve sohbetlere yeniden alıştı. Ben Eski Cami'de vaaz ediyorum, Fethullah Hocaefendi Üçşerefeli'de, Yaşar Tunagür Hoca da Selimiye'de konuşmalar yapıyordu. Tam bereketli bir dönemdi.
O zaman Edirne'ye çok iyi bir vali geldi, emekli bir albaydı. Adı Sabri Sarptır idi. Hiç kimseyi tutuklamadı, içeri almadı. Allah razı olsun Edirne'de çok rahat ettik o vali döneminde. Vali, Yaşar Tunagür Hoca'yı çok severdi. Yaşar Hoca'yı valiliğe çağırmaz, kendisi kalkar müftülüğe kadar gelir çayını içerdi. Bu gelişmeler üzerine önce valiyi Edirne'den aldılar, arkasından da Yaşar Hoca'yı.
Yaşar Hoca İzmir'e gidince Kestanepazarı Camii'nde vaazlar vermeye başladı. Orada İmam Hatip ve İlahiyata Talebe Yetiştirme Derneği'ni hayata geçirdi. Yaşar Hoca İzmir'de 1963'ten 1965'e kadar iki sene kaldı. 1965'te de Ankara'ya gitti ve Diyanet İşleri Başkan Muavini oldu.
Yaşar Hoca Ankara'ya gideceği zaman İzmirliler gelip kendisine yalvarıyorlar, 'Hocam etme eyleme, bizi böyle yalnız bırakıp nereye gidiyorsun, bizi kime bırakacaksın' gibi serzenişte bulunuyorlar. O da diyor ki 'ben size öyle bir hoca göndereceğim ki beni unutacaksınız.'.
Yaşar Tunagür Hüseyin Top Hoca'yı Edirne'den Almak İstedi
Yaşar Hoca İzmir'den Ankara'ya Diyanet'e başkan yardımcısı olarak gidince benim için de planlar yapmış. Beni Edirne'den almaya karar vermiş. Bir gün Ankara'ya çağırdı beni. Makamında oturuyoruz. Sekreterini çağırdı. Müftülüğü boş olan illerin listesini istedi. Sekreter hanım getirdi listeyi. 6-7 kadar il var müftülüğü boş olan. Hiç unutmuyorum, boş olan illerden biri Yozgat idi. 'Şimdilik seni Yozgat'a vereceğim, daha sonra Fethullah Hocaefendi ile ikinizi bir araya getirmeyi düşünüyorum, hemen yaz bir dilekçe, halledelim bu işi' dedi. Biz böyle konuşurken o anda oraya 4 tane milletvekili geldi. Birisi, Hocaefendi'nin hemşerisi olan Rafet Sezgin, devlet bakanı imiş. Yaşar Hoca onlara beni tanıttı. Onlarla konuşurken, benim otobüs saatim geldi, geri döneceğim. 'Müsaade ederseniz ben kalkmak istiyorum, Edirne'ye gideceğim, otobüs saatim geldi, inşallah ben daha sonra size dilekçemi göndereceğim' dedim.
Kalktık geldik Edirne'ye. Durumu evdekilere anlattım. Bizim hanım Edirne'den başka yere gitmeye razı gelmedi. Zaten annesi de rahatsızdı. Hasta yatıyordu. Hanım anne babasını kastederek, 'bunları böyle bırakıp nereye gideceğiz, ayıp olur, günah olur' diye bana bir yere gitmek istemediğini söyledi. Bir süre sonra Yaşar Tunagür Hoca Ankara'dan telefon açıyor. Edirne'de tanıdığımız şekerci Sadık Bey'e telefon açıp 'Hüseyin Bey'e söyle dilekçesini hemen göndersin' diyor. Sadık Bey de Yaşar Hoca'ya 'Hocam ne olur Hüseyin Bey'i alma Edirne'den, mütevazi bir adamdır, müftülük falan yapamaz o, biz ona alıştık, o bize alıştı, bırak onun yakasını, onu bize bırak' diyor. Bu telefon görüşmesinden sonra Yaşar Hoca bir daha üstelemedi ve bu tayin meselesini unuttu. Ben de böylece Edirne'de kaldım.
Yaşar Hoca'dan boşalan müftülüğe ben vekalet etmeye başladım. Aklımdan da 'artık bu Fethullah Efendi bir daha Edirne'ye dönmez, ne evi var, ne barkı' diye geçiriyordum. Edirne'de bıraktığı sadece kitapları vardı. Kendisinden Allah razı olsun askerliği bittikten sonra yine Edirne'mize geldi. Terhis olduktan sonra bir süre Erzurum'da kalmış, bilahare de 1964'ün yaz mevsiminde Edirne'ye tekrar geldi. Hocaefendi askerden sonra gelince ben ona Kur'an Kursu öğretmeni yaptım. 4 Temmuz 1964'te resmî tayini yapıldı. Aynı zamanda Darülhadis Camii imamlığı görevini de verdik. O sırada müftülüğe ben vekalet ediyordum. Darülhadis Camii'inin aslında imamı vardı, fakat yaşlı ve hasta olduğundan Fethullah Hocaefendi'yi ikinci imam olarak atadık. Orada vekil imam olarak vazifeye başladı. Müftülük, o zaman mesela 100 lira maaş veriyor idiyse 50 lirasını Hocaefendi'ye, diğer yarısını da evinde dinlenmekte olan yaşlı imama veriyordu. Hasta olan yaşlı imamın ismi de Salim Ülperli idi. Hocaefendi kendisine verilen 50 lirayı da almamış, esas birinci imamın aylığı olduğu gerekçesiyle parayı akşam götürüp evinde imama verirmiş. Kapıya çıkan oğluna 'müftülük bu parayı bana verdi ama ben parayı hocama iade ediyorum, çünkü hocam hasta ve yaşlı, paraya benden daha çok ihtiyacı vardır' diyor. Bunu bizzat o hocanın oğlu anlattı bana.
Suat Yıldırım Edirne'ye Müftü Olarak Geldi
Hocaefendi askerden dönmüş, yeni vazifelerini dört kolla sarılmış, heyecanla işe başlamıştı. Tam o sırada Edirne'ye yeni bir müftü geldi. 1964 yılının Ekim ayı idi. Suat Yıldırım Diyarbakır'dan Edirne'ye müftü olarak atanmıştı. Ben müftülüğü Suat Yıldırım Bey'e teslim ettim. Hocaefendi, Suat Yıldırım Bey'le çok güzel anlaşıp kaynaştılar. Darülhadis Camii'ne yakın bir yerde ev tutarak 10 ay kadar beraber kaldılar. Sonra orasını talebelerin kalması için ayarladık.
Hocaefendi Suat Yıldırım Hoca ile beraber kalırken Darülhadis Camii'nde dersler yapmaya başladı. Camiye girişte sağda camekanlı bir oda vardı, orada her yatsı namazından sonra ders yaparlardı. Arapça, hadis, fıkıh okunur, risaleden dersler yapılırdı. Çok güzel bir çevresi oluştu Hocaefendi'nin orada.
Hocaefendi İzmir'e Tayin Edildi
1965'te yeni bir teşkilat kanunu çıkıyordu. Vaiz ve Müftü olma şartlarını İlahiyat veya Yüksek İslam Enstitüsü diplomasına bağlıyorlardı. Hocaefendi'yi Diyanet'e çağırdılar. 'Sizin müktesap hakkınız var, gelin vaizlik belgenizi alın' dediler. Sonra 23 Temmuz 1965 tarihinde vaiz olarak Kırklareli'ne tayin edildi Hocaefendi. Orada kısa bir zaman kaldı, sanıyorum 8 ay kadar bir süre Kırklareli'nde kaldı. Yaşar Tunagür Hoca, Diyanet İşleri Reis Muavini olunca Fethullah Gülen Hocaefendi'yi de Kırklareli'nden de aldı, 11 Mart 1966 tarihinde kendi ayrıldığı İzmir Kestanepazarı'na tayinini çıkardı. Artık Fethullah Gülen Hocaefendi, Yaşar Hoca'nın ayrıldığı Kestanepazarı Camii'ne gitmişti.
Ben birgün İzmir'e Kestanepazarı'na ziyarete gittim. Orada bir arkadaş Hocaefendi ile ilgili bir hatırasını anlattı bana. Büyük bir ihtimalle Cahit Erdoğan olması lazım. Hocam dedi. 'Fethullah Gülen Hocaefendi İzmir'e yeni geldi, henüz ilk vaaz ve hutbesini verecekti. Ben Yaşar Tunagür Hocanın verdiği bütün vaaz ve hutbelerini teyple kasete kaydederdim. Hocaefendi yeni olduğu için belki Yaşar Hoca kadar etkili konuşmaz diye kaydetmeye de gerek görmedim. Sonra Hocaefendi vaazını verdi, hutbesini okudu. Bir baktık ki şahane bir üslup ve ses tonu. Hakikaten Yaşar Hocanın dediği kadar varmış dedim, teyp ve kasetlerimi getirip kaydetmediğime çok pişman oldum. Ama artık ondan sonra hiçbir vaaz ve hutbesini kaçırmadım, elimden geldiğince kaydetmeye çalıştım.
Hocaefendi Kırkpınar Güreşlerine Geldi
Fethullah Gülen Hocaefendi Kırkpınar güreşleri münasebetiyle 1995 yılında Edirne'ye gelmişti. Kendisini o zaman burada misafir etmiş, gezdirmiştik. Bir iki gün kalmıştı burada. Güreşlerin olduğu gün (1 Temmuz 1995) Sarayiçi'ne gittik. Pehlivanları seyretti, başpehlivan olan Ahmet Taşçı'yı tebrik etmişti.
1995 Yılında Hocaefendi Edirne ziyaretinde Hüseyin Top Hoca ile. En soldaki resimde Hocaefendi'nin sağındaki şahıs ise Prof. Dr. Suat Yıldırım. |
Hocaefendi 1996 yılında Edirne'de yapılacak olan Özel Serhat İlköğretim okulunun temelini atmaya geldi. Bir kürek harç o attı, bir kürek ben attım. Yanımızda Hacı Kemal Erimez de vardı, çok muhterem bir zat idi. O da bir kürek harç attı. 25 Ekim 1996 Cuma günü okulun temelini hep beraber attık. Edirne'deki bu okulumuz bir sene içinde tamamlandı ve 1997 yılında eğitim ve öğretime başladı. Açılışı 29 Eylül 1997'de yapıldı.
Fethullah Gülen Hocaefendi 25 Ekim 1996'da Edirne'de Özel Serhat İlköğretim Okulu'nun temelini atarken. Sol tarafında Hüseyin Top bulunuyor.. |
Günlerden Cuma idi. Selimiye Cami'ine gittik. Bir baktık ki üst seviyede bir devlet memuru da cumaya gelmiş. Okul temeli merasiminden dolayı epeyce gelen vardı o gün. Hocaefendi ile beraber kürsüye yakın bir yerde oturuyoruz. O zaman müftü yardımcısı olan Yakup Bey vaaz ediyor. Kendisi de Tokatlı idi. Neyse camiden çıktık, Cumayı kıldık. Her yerde yemek yemediğini bildiğimden evde yemek hazırlatmıştım hanıma. 'Hafız abi bu sefer gelemeyeceğim, çok kalabalık var. Şimdi dikkat çeker, ben buradan ayrılmayayım' dedi. Ben de yemekleri Hocaefendi'nin olduğu yere getirttim. Topluca orada yendi yemekler.
Amerika'da Hocaefendi'nin Ziyaretine Gittim
Ben 2003 yılında Hocaefendi'yi Amerika'da ziyarete gittim. Damadım Saim Bey götürdü beni oraya. Uçaktan indikten sonra 230 km karayolu ile gidiliyor kaldığı yere. Etraf, yol boyunca hep ormanlıktı.
Biz, gece ulaştık. 'Hocaefendi istirahatta' dediler. Sabahleyin Hocaefendi sabah namazını kıldırdı. Namazdan sonra hemen kucaklaştık, ağlaştık, hal hatır sorduk. Çok memnun oldu. (Hüseyin Top Hoca bunları söylerken ağlıyor)
Bir cumartesi günü idi. Öğle yemeğini beraber yedik. Bir yemek salonu yapmışlar. Gelen misafirler yemeklerini orada yiyorlar. Yemekten sonra sohbet salonuna geçtik. Epey geniş bir sohbet salonu var. Salonun başında Hocaefendi'nin bir koltuğu var, önünde bir sehpa ve bir mikrofon bulunuyor. Hocaefendi illa ki beni kendi koltuğuna oturttu, kendisi de normal kanepeye oturdu. Bir kaç misafir de var salonda. Herkes bize bakıyor. Kimseden ses çıkmıyor, derin bir sessizlik oldu. Bana bakıyorlar, biraz da hayret ediyorlar. 'Hocaefendi'nin koltuğunu kendisine verdiği bu adam kim?' diye biraz meraklı bakışlarla bana bakmaya başladılar.
Ben fazla dayanamadım, bari ben konuşayım dedim. Hocaefendi'ye 'müsaade ederseniz ben bunlara kendimi bir tanıtayım' dedim. Başladım konuşmaya tabii. 'Ben Edirne eski vaizlerinden emekli vaiz Hüseyin Top hocayım, Hocaefendi'yi ziyarete geldim, sağolsun bizi kendi yerine oturttu' dedim. Birkaç kelime daha konuştum.
Ben 1982 yılında kalp rahatsızlığından ötürü Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde bir ay yattım. O zamanlar Hocaefendi aranıyordu. Beni tanıyanlar hemen Hocaefendi'ye haber vermişler. Hüseyin Top Hoca hastanede yatıyor demişler. Bunun üzerine Hocaefendi hastaneye gelmiş.. Gece yarısı, o vaziyette odama kadar geldi 'geçmiş olsun' dedi. Bunu tabii ben sonradan öğrendim. Hocaefendi'nin bize çok hakkı geçti, kıymetini bilemedik zamanında. Ona bir şey yapamadık. O bize fazlasıyla iltifatta bulundu.
[1] 1957 yılında Ramazan ayı 2 Nisan'da başladı ve 30 Nisan'da sona erdi
[2] 1950 Yılında Ramazan ayı 17 Haziran'da başladı
- tarihinde hazırlandı.