Musibetlerin Sebebi ve Efendimiz'in Maruz Kaldığı Musibetler

Musibete maruz kalan Efendimiz (sav) de olsa, O'nun pak zevceleri Hz. Âişe (ra) da olsa, yine birer insan olarak terakkî etme mevkiindedirler. Efendimiz (sav), Risalet'in ağırlaşmasına, genişlemesine paralel olarak üzerine daha bir yük bindiğinden, mânen ve rûhen sürekli terakkisi söz konusudur. Risalet'in sahasının genişlemesi ve hadiselerin gelişmesine paralel olarak bu terakki devam eder veya terakkiye paralel olarak hadiseler gelişir. Bir de, evet Efendimiz'de günahın izi yoktur; günah O'nun rüyalarına bile girmez. Ancak, bazen vazife ve sorumlulukları yerine getirmedeki tedbirlerinde en iyi yerine iyiyi tercih edebilir. Belânın en büyüğüne peygamberler, sonra da derecesine göre başkaları maruz kalır" hadisinde de ifade buyurulduğu gibi, makam ne kadar büyükse ve Allah'a kurbiyet ne ölçüde ise, gelen musibet ve belâlar da o ölçüde gelir. Meselâ biz, bir günah işleriz, makamımız çok büyük olmadığı için küçük bir musibete maruz kalırız; fakat enbiya, asfiya, hele Efendimiz (sav) gibi, en zirvedeki bir nebî, aklına deyip geçen, makamıyla te'lif edilemeyecek en küçük bir düşünce veya davranış karşılığında, vazife ve sorumluluğunu yerine getirmede en iyinin yerine daha iyiyi yapma gibi, yani şöyle yürürken hafif bir salınmada bile ikaz görür ve bir musibete maruz kalabilir. Bu da, meselenin diğer yanıdır.

Bir diğer husus, bazı meseleler vardır ki, "Melikin atıyelerini, ancak matiyyeleri çeker" sözünde de ifade edildiği gibi, onları kim kaldıracaksa ona yüklenir. Cenab-ı Allah (cc), bu şekilde çok önemli bir teşride bulunur. Meselâ, İfk Hadisesinde belânın merkezi olarak Peygamber evi ve hedefi olarak da, Efendimiz başta olmak üzere, Hz. Âişe ve en yakın arkadaşı Hz. Ebu Bekir'le birlikte ailesi seçilmiştir. Bununla, Kur'an-ı Kerim'de, "Siz onu hakkınızda şer saymayın; belki o, hakkınızda hayırlıdır" şeklinde ifade buyurulduğu gibi, bütün ümmet adına çok önemli bir hayır kastedilmiştir. Fakat, bu hayrı devreye koymak, ümmete mal etmek ve kabûl ettirmek için çok önemli bir hadise olmalıdır. Önce, bu hadiseyle münafıklar hakkında bir uyarıda daha bulunulmuş, onların fitne ve şerlerine bir defa daha dikkat çekilerek, belki de ümmet içinde açacakları çok daha büyük bir yara önlenmiştir. İkinci olarak, bu hadisenin neticesinde ümmetin Peygamber'le ve hanımlarıyla münasebetlerinin nasıl olması gerektiği, zina ve eşlerin birbirine zina isnadı karşısında nasıl davranılacağı, ümmet içinde meydana gelebilecek bu türden hadiselerin nasıl karşılanmasının ve ümmet ferdlerinin böyle durumlarda birbirlerine nasıl davranmalarının icap ettiği gibi hususlarda çok önemli kaideler vaz' edilmiştir. Bu kaidelerin önemine ve onları uygulamada gösterilmesi gereken titizliğe binaen, öncesinde bu türden bir hâdise olmuştur.

Ayrıca, arz olunduğu gibi, böyle bir hâdiseye bir başka ev tahammül edemeyebilirdi. Buna ancak Efendimiz (sav), Hz. Ebu Bekir ve zevceleri içinde de Hz. Âişe tahammül edebilirdi. Onların büyüklüğünü, Allah katındaki derecelerini ve tahammül kapasitelerini göstermek için de bu hâdise ayrı bir fonksiyon görmüştür.

Hz. Âişe validemizin, diğer validelerimiz içinde ayrı bir yeri vardı. Gözünü açmış Efendimiz'i görmüş, hemen şuurunun açılıp, aklının ermeye başladığı ilk ergenlik çağında Efendimiz'in hane-i saadetlerine dâhil olmuş ve vahyin gelişlerine şahid olmuştu. Öyle ki, Efendimiz (sav), "Vahiy, zevcelerim içinde bana sadece bunun evinde iken geliyor" buyurmuştu. İleride hadis ve bilhassa fıkıh sahasında oynayacağı çok önemli bir rol, göreceği çok önemli bir fonksiyon vardı. Hikmet eli, onu böyle bir fonksiyonu edaya hazırlıyordu. Bundan ayrı olarak, yukarıda arz olunduğu gibi, Hz. Âişe validemizden de, onca büyüklüğüne rağmen, kametiyle telifi biraz zor – ancak bu kadar diyebiliyorum – bazı şeyler sadır olmuyor değildi. Meselâ, Tahrim Sûresi'nde ifade buyurulduğu gibi, bir defasında Hz. Hafsa vâlidemizle birlikte Efendimiz'i üzmüşlerdi. Bu türden, aslında küçük, fakat Hâne-i Saâdet'in bu en mümtaz ferdleri için büyük sürçmeler de, böylesi tecziyelere sebep olabilirdi. Ama, onlar öyle büyüktü ki, başlarına gelen belâlar, ümmet için büyüklükleri nisbetinde çok önemli hayırlara vesile oluyordu.

Belâlar, insanı pişirir, olgunlaştırır; müsbet ibadetlerle ulaşılamayacak noktalara ulaştırır. Önemli olan, onlar geldiğinde, bilhassa ilk şok anlarında, ne kadar ağır olursa olsun sabr-ı cemil göstermektir. Bakmaz mısınız, İki Cihan'ın Efendisi'ne! Taif hadisesi ne ciğersûz bir hadisedir! Dönüşünde konakladığı bağda ellerini açar ve yalvarır: "Yâ Erhamerrahimîn! Ey ezilmişlerin Rabbi ve benim Rabbim! Beni kime bırakıyorsun? Şu, bana şüpheyle bakan ve yüz ekşiten yabancıya mı, yoksa bana eziyetine müsaade buyurduğun düşmana mı? Ama, eğer gadabın bana karşı değilse, bunların hiç ehemmiyeti yok; bununla birlikte, lûtuf ve rahmetin elbette benim için daha sevimlidir!" Her gelen belâyı böyle karşılamak lâzım. Mevlânâ, belâlar için bir teşbihte bulunur ve der ki: "Belâ, üzerine yırtık-pırtık elbiseler giymiş, bu dış görünüşü itibariyle sevimsiz, fakat o elbiselerin içinde en güzel bir endamı taşıyan dünya güzeli gibidir. Onun o sevimsiz dış yüzüne, yırtık-pırtık elbiselerine bakarak aldanma. O elbiselerin altını gör ve o cihan güzeliyle beraber ol!" İnsanların günaha kapalı olduğu o dönemde bu türden teşbihler, sâfî zihinleri idlâl edecek karakterde görülmediğinden mahzursuz addedilmiştir. Fakat, Mevlânâ'nın bu sözü, belâyı tavsifte de çok yerindedir. O bakımdan, belâları belki gülerek karşılamalı, Üstad'ın hastalık mevzuunda söylediği gibi, belâlar geldiği zaman insan, şükür içinde sabretmeyi bilmelidir."

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.