Cihad ve Terör

Dikkat ve Teyakkuz [1]

Yakın geçmişte meydana getirilen Gazi ve Ümraniye olayları çok ciddi planlanmıştı. Fakat o olaylar milletin o enginlerden engin sinesine çarptı ve söndü. Şimdi devletin değişik birimleri bu hadiseleri bütün yönleriyle yakın takibe aldı. Ve zannediyorum araştırmalar neticesi çok farklı şeylere muttali olacaklar. Dilerim, Türkiye'nin değişik vilayetlerinde şimdiden tasarlanan o menfur oyunlara muttali olunur ve önlem alınır..!

Bu arada ayrı bir husus; öteden bu yana bu ülke insanını, Atatürkçü olan-olmayan, laik-anti laik, solcu-sağcı, şovenist, Turancı, Müslüman vs. diyerek bölmeye çalışan güçler, yeni yeni eylem hazırlığı içindeler. Birilerinin ciddi endişeleri içinde onlar, böyle bir parçalanma sürecini tekrar başlatırlarsa, zannediyorum Türkiye işte o zaman gerçekten parçalanacaktır. Onun için maşeri vicdanın bu ve benzeri oyunlara karşı daima uyanık tutulması lazımdır.

İtiraf etmeliyim ki, iç ve dış düşmanlarımız, ülkemizi bütün yöreleriyle çok iyi etüt etmişler. Öyle ki bunlar, etnik kökenleri, aşiretleri, aşiretler arasındaki ihtilafları, dillerin yanı sıra lehçe farklılıklarını bile biliyorlar. Onun için bu tür planları, netice alabilecekleri bir kısım zayıf yerlerde tatbike koyuyorlar. Bu sebeple devlet erkanının, kolluk kuvvetlerinin, istihbarat güçlerinin hassaten bu bölgelerimizde daha dikkatli olmaları gerekmektedir.

Terörle, Dünyada Felakete Ahirette Cehenneme Varılır [2]

- İran, Cezayir özellikle son dönemde terörist İslam diye örnek gösterilen yerler. Orada yaşananlar İslam'a bir imaj biçiyor.

- Örnek gösteriliyor da, Cezayir'de durum biraz farklı. Cezayir'de bizde olduğu gibi önce biraz demokrasiye yol açıldı. Demokratik yollarla gelenler gelsin dediler. Sonra onun önünü kestiler. Ben derim ki, baştan o imkânı vermeselerdi; inanan insanların, muhafazakârların, din diyenlerin iktidar olmasına fırsat vermeselerdi. Verdikten sonra yaptıkları demokrasi adına, demokrasi havarileri için ciddi bir ayıptır. Bu şekilde davranınca ne olur? Hisler tahrik edilir; tahrik olanlar bazı şeyler yapabilirler, bazılarını da entelijans servisleri yapar, onlara mal ederler. Cezayir'deki terörün farklı boyutları var. Orada bir-iki tane hissiyatı feveran etmiş insan bir yanlışlık yapıyorsa ki, Müslümanlıkta, hatta Müslümanlık hesabına insan öldürmek diye bir şeyden bahsetmek mümkün değildir. Terörizm kadar Müslümanlığa ters başka bir şey olamaz. Kur'an-ı Kerim kasten, haksız yere bir insanın öldürülmesini bütün insanların öldürülmesine denk tutmuştur. Ve Kur'an'ın İbni Abbas'la başlayan pek çok yorumcusu, insan öldürenin ebedi cehennemde kalacağı şeklinde hüküm çıkarmışlardır. Siz Müslümanlık adına bir şey yapacaksınız, sonra kendi felaketinizi hazırlayacaksınız. Ebedi Cehennem'i hak edecek bir şey yapacaksınız. Bunu Kur'an'ın ruhu ile, dinin ruhu ile telif etmek mümkün değildir.

Demek ki, bir kısım hissiyatı feverana hazır insanlar tahrik ediliyor. Bir de, büyük ölçüde zannediyorum Türkiye'de olduğu gibi, çok defa çok masum bir İslami topluluk içinden birkaç tanesi sıyrılıyor, toplumu tahrik ediyor, sonra büyük bir hadise cereyan ediyor. Cezayir'deki hadiselerin bir başka boyutu da budur. Keşke bütün bunlara fırsat verilmeseydi! Şimdi aklı başında insanlar her şeyi sadırlarına sinelerine çekmeli, sil baştan deyip, yeniden bir demokrasi mülahazasıyla inanan insana da düşündüğünü yaşama hürriyeti, kazanma hürriyeti tanınmalı, şimdiye kadar yapılan yanlışlar yeniden bir kere daha gözden geçirilmeli. Terörle hiçbir yere varılamaz. Bir şeyin üzerine parmak basalım: Müslümanlık esasen terörle hiçbir yere varamaz. Terörle varılsa varılsa dünyada felakete varılır, ahirette cehenneme varılır.

-Cezayir'de kadın yazarlara ölüm fetvası çıkartıldı, çoğu aydın öldürüldü.

- İslâmî bir ülkede dahilde vuruşma ve sürtüşme olmaz. Bir yerde cezaya müstahak bir insan bile olsa, ona karşı ceza verme mahiyetinde bir şeyler yapıp, üzerine topla tüfekle gittiğiniz zaman çok masumlar zarar görür. Milli serveti tahrip edersiniz, masum bir aileyi öldürürsünüz, çoluk çocuğa tecavüz etmiş olursunuz. Sadece cani cinayetiyle cezalandırılmış olmaz. Masumlar zarar görmüş olur; bu, İslam'la telif edilemez bir durumdur. Böyle bir durumda herkes, kendi inancının, ideolojisinin, etnik farklılığının katılığına sığınır.

- Batı da bu terör hareketlerine sığınarak İslam'ı değerlendiriyor. Daha önce de haçlı seferlerinde karşı bir din olmasına sığınılmıştı, asrımızda da sığınır mı sığınırsa kaybı ne olur?

- Şu anda değişik sığınmalar içinde olduğu söylenebilir. Fakat Batı ile temas belli bir dönemde mürşitler yoluyla, yani Müslümanların abdallarıyla, delileriyle, pirleriyle yaptıkları türde olursa, zannediyorum hüsn ü kabul görebilir. Ama ordularla giderseniz, Batı'nın karşısına güçle giderseniz, tahrik ederek giderseniz, biz buraya geldik, bir mahalle tesis ediyoruz, burada bir cami yapıyoruz, yanında bir Kur'an kursu yapıyoruz derseniz, onlarda size karşı bir gerilim hasıl edersiniz. Ama duygu ve düşünce dünyanızı arka plana çekerek, İslam'ın çok önem verdiği insanlığımızla bazı şeyleri onlara gösterirseniz zannediyorum, Batılılar da nihayet insandırlar, kapılarını belli ölçülerde aralayacaktır ve eskiden gösterdikleri huşuneti, sertliği göstermeyeceklerdir zannediyorum.

Güneydoğu Meselesi Anlaşılamadı [3]

- Kimine göre PKK ve terör sorunu, kimine göre Kürt sorunu. Acaba bu sorun da sizin öngördüğünüz hoşgörü, tolerans yöntemiyle çözülebilecek mi? Hangi aşamadayız, bu konuda?

Aslında o çok eskilere dayanan bir sorun. Güneydoğu sorunu demek belki daha iyi. Yavuz Selim oradaki aşiret reisleriyle anlaşıp birkaç asırlık bir sulh yemini hazırladıktan sonra dört asır hiçbir problem olmamış.

Ruslar Türkiye'den çekilirken, Erzurum'dan çekilirken, silahları Ermeni Taşnaksiyonu'na teslim etmişler. Ve o zaman zannediyorum Güneydoğu'daki bazı vatandaşlarımızın da ayranı kabarmış. Bugün olduğu gibi bazıları onlarla müşterek hareket etmiş. Ama hiçbir zaman Doğulu ve Güneydoğulu, o bölgedeki bu olumsuz hadiselere toptan iştirak etmemiş. O gün de dünya kadar insan, hem orada Ermeni mezalimini göğüslemiş, hem Ruslara karşı savaşmışlar, hem de kendi içlerinde. Bunlar zannediyorum arşivlerde de vardır.

Güneydoğu derken bu problemi umum o bölgenin insanına mal etmek o bölgeye karşı da, bölge insanına karşı da haksızlık olur. Bunun eskiden de tam anlaşılmadığı kanaatindeyim. Şimdilerde de tam anlaşılmadığı kanaatini taşıyorum. Devletin orada askeri var. Asker güçle ve kuvvetle yapılacak şeyi yapıyor. Güçle ve kuvvetle yapılan çözümlerde mantıki çözümler, muhakemeyle alakalı çözümler, asli çözümler aramak doğru değildir. Gücü elinde tutan insanların mantık güçlerini, muhakeme güçlerini kullandıkları çok azdır.

Güneydoğu'da bazı meseleler var ki, caydırıcı yanı itibariyle bunlar, kuvvetle çözülür, halledilir. Fakat kuvvetle çözülen mesele, akılla, mantıkla, muhakemeyle pekiştirilmezse, arkasından bir siyasi çözüm de getirilmezse, eğitimle alakalı problemler var, o da çözülmezse...

Bülent (Ecevit) Bey'in çok sık tekrar ettiği bir şey var: Feodalizm. Ve şimdilerde de yine gündemde zannediyorum o mesele. Yani yeniden bir arazi reformu. Türkiye'de bu defaatle olmuştur, arazi reformu olmuştur. Ömer Nasuhi Hoca, İstilahat-i Fıkhıye Kamusu'nda, beşinci ciltte, vakıflarla alakalı bölümde defaatle değinmiştir. Arazi, emir arazisi, devleti idare eden eyalet valileri gibi, büyük insanlar gibi, saraya mensup insanlar gibi, büyüklerin elindeki arazi de, diğerlerine işletmek için veriliyor. Sonra alınıyor, mülk olarak veriliyor. Belli bir dönemde tamamen şahıslara, eski ifadesiyle temlik ediliyor, yani bu mevzuda defaatle hukuki reformlar yapılıyor. Bu olmamış bir şey de değil, olabilir. Her şeyi ona bina etmek ne kadar isabetli bilemiyorum; ama Bülent Bey öteden beri hep ısrar eder o mevzuda. Şimdi böyle bir şeyi de eskilerin ifadesiyle yine nazardan dur etmemek lazım. Bu da kulak ardı edilip göz ardı edilmemeli.

Eğitim Meselesi Çözülmeli

Diğer taraftan eğitim sorunu çözülmeli. Burada bir parantez açarak bir hususu dikkatlerinize arz etmek istiyorum. Tansu Hanım başbakanken onun müşavirlerinden bir tanesi, bilvasıta anlattı. Sayın Başbakan orada herhangi bir konuyla alakalı bir araştırma yaptırıyor. O konunun ne olduğunu bilemiyorum ben. Bölgeyle alakalı bir araştırma. Her ne ise, fakat Van civarında terörün birdenbire yavaşladığını, rölantiye geçtiğini görüyor. Ve bu meseleyi araştırınca, bana o müşavir anlattı, karşısına şu çıkıyor: Burada kabile reislerinin, aşiret insanlarının, şeyhlerin, hocaların -toplum içinde bunlar DNA gibi ana unsurlardır. Programı planı bunlar yapar ve topluma bu işi tatbikata koyacak RNA'sına bunlar sunarlar- çocukları buraya alınmış, yetiştirilmişler. Oradaki Serhat Lisesi'nin müessiriyetini görüyor. Her kabile reisinin oğlu adeta, her aşiret reisinin oğlu, her hocanın oğlu, her şeyhin oğlu, bir kısım tevafuklarla, rastlantılarla, gelmiş oraya girmiş, okumuş; belli bir kültür almış. Anadolu'da yetişen insanlarını eğitiminden geçmiş. Ve bu birer insan orada birer oymak olmuş; birer oymak da ses olmuş, soluk olmuş. Ve terör orada rölantiye geçmiş. Bir vakıa bu. Ben zannediyorum, Güneydoğu'da ve Doğu'nun belli bir bölümünde, eğitim politikamız, bu ölçüde müessir olabilecek şekilde ele alınmadı, teminat altına alınmadı.

Bediüzzaman, Meşrutiyet yıllarında Abdülhamid'e teklif ediyor: Medresetu'z-Zehra adıyla diyor, Van'da bir üniversite açın, Şark'taki şekaveti, oradaki ayaklanmaları durdurmak için. Bana göre bu problemin çaresi burada bir üniversite açılmasıdır. Bu üniversitede Arapça farz, Türkçe vacip olarak öğretilmelidir. Vacip dinde tatbiki farz olan bir hükümdür, itikadî farz değildir. Bir Türk büyüğünün Türkçe vaciptir dediğini bilmiyorum. Karamanlı Mehmet Bey Türkçe konuşulsun demiştir de, vacip tabiri yoktur. Vacip tabiri dini bir tabirdir. İnsan vacibi terk ederse günahkar olur. O gün için enteresan bir şey daha söylüyor. Kürtçe de caizdir. Caiz demek, konuşsa da olur konuşmasa da olur. Bunun manası şudur, bırakın kendi aralarında konuşsunlar.

Bunu Turgut Özal Bey 70 sene sonra telaffuz etti, fakat Türkiye'de yine tansiyon yükseldi. Demek ki 70 sene sonra dahi bu meseleyi hazmedecek insan yetişmemiş. Şimdi meseleyi basite irca etmemek lazım. Biz onların eğitimini gerektiği gibi, eskiler derpiş derler, edememişiz. Onları yetiştirememişiz, üniversitede okutamamışız. Belli ölçüde içlerine girince gördük ki, bir üniversiteye hazırlık kursu, bir okul büyük ölçüde dağa çıkacak, dağa çıkmaya namzet insanları şehrin içine çekti, onlara okuma zemini, imkanı hazırladı ve Türkiye'nin değişik yerlerinde üniversiteye girmeye yardımcı oldu. Dağa çıkanların sayısı azaldı. Devlet, üzülerek arz edeyim, hani askeriyenin yaptığı şey oldu, onunla kaldı. Aslında bu mevzuda ciddi bir politikaları olamadı veya politikalar takip edemedi. Yakın takibe alamadı, öğretmenini koruyamadı, eğitimcisini koruyamadı, çokça okul açamadı, okulları avantajlı kılamadı, onlara bir hususiyet tanıyamadı.

Mesela özel okullardan veyahut da Anadolu liselerinden üniversiteye girerken talebelerden üniversiteye yerleştirme merkezi 2-3 puan kırıyor. Güneydoğu'daki insanlara da 3 puan verirdiniz, olur biterdi. Bunların hepsi olabilirdi. Eğitim seviyesi standardı düşük bunların. Çözüm adına eğitim şuralarında düşünülebilirdi, konuşulabilirdi ve büyük ölçüde problem çözülebilirdi. Bu da meselenin bir yanı.

Bir diğer yanı, baştan arz etmeye çalıştım, Güneydoğu'da herkesi birbirine karıştırmamak lazım. Zannediyorum, epey zamandan beri, belki 60 seneden beri, bağışlayın sapı samanı birbirine karıştırıyoruz. Biz, Güneydoğu'yu zannediyoruz ki, biri çıkacak orda, bir PKK kuracak. Ermenilerle, o eski Taşnaksiyon'la işbirliği yapacak, Türkiye'nin aleyhinde olacaklar, bütün Güneydoğu da onların arkasından gidecek. Katiyen ve katibeten...

Halk PKK'yı İstemiyor

Bizim Güneydoğu'da halkın nabzını tutabildiğimiz zaman gördüğümüz şey şu oldu, tablo karşımıza şöyle çıktı: Yüzde 95 halk PKK'yı kesinlikle istemiyor. Onu isteyenlerin de bilmem kaçta kaçı bir devlet olabilir burada diyor. Bazıları da federasyon olsun diyorlar. Yadırganacak bir şey değil bu diyorlar. Almanya öyle idare ediliyor, Birleşik Devletler öyle idare ediliyor, diyorlar.

Yani Türkiye'deki şartlar farklı, öyle olmamış şimdiye kadar, öyle olamaz mülahazasına karşı bir şey. Evet, karşımıza çıkan tablo yüzde 95 Türk milletinin yanında, onu her şeyiyle bağrına basıyor. O bakımdan bir kısım yanlışlıklar yapılmış. Devletin orada koruyuculuğu bazen orada baskı yapıyor gibi algılanmıştır. Birileri onları tahrik etmiştir. Onların içine hiç durmadan propagandistler gelmiş, kafalarını bozmuşlardır. Onları bir kısım yanlış şeylere şartlandırmışlardır. Bütün bu psikososyolojik şeyler bir araya getirilerek, yeniden Güneydoğu meselesi masaya yatırılmalı, gözden geçirilmeli, nedir, ne değildiriyle beraber ileriye matuf alternatif çözüm yolları, çareler düşünülmelidir.

Terör, PKK ve Abdullah Öcalan [4]

Abdullah Öcalan'la el altından görüştüğünüz ve ona mesaj ilettiğiniz iddia ediliyor?

Terörü en çok lanetleyenlerden biriyim. Ama, o terörün önlenmesi konusunda farklı mütalaalarım olabilir ve bu gayet normaldir. Terörün önlenmesi konusunda elimde güç yok, mekanize birlikler yok. Eğitim yoluyla yapabildiğim tavsiyeleri yapmaya çalışırım. Nitekim, Van'daki Serhat Liselerinin Van'da terörün büyük ölçüde önüne geçtiği Yeni Yüzyıl gazetesinde yarım sayfa halinde yayınlanmıştı. Benim Abdullah Öcalan'la görüştüğüm veya ona mesaj verdiğim gibi bir iftira atılacağına, bazı sözlerim çarpıtılarak bu manaya çekileceğine, Öcalan'ın Türkiye'de kimlerle görüştüğü ciddi, objektif ve iyi niyetli olarak araştırılsın; PKK terörünün iç bağlantıları ortaya konsun. İnanıyorum ki, bunlar da bir gün ortaya çıkacak ve o gün bazılarının yüzleri fena kızaracaktır.

Bana, Güneydoğu'dan gelen bazı insanlar, PKK'nın o bölgedeki okullara saldırıp saldıramayacağını, eğer saldıracak olurlarsa ne yapılması gerektiği konusunda tavsiyelerimi sordular. Ben de cevap olarak, 'Güneydoğu'daki okullarda, o bölgede etkili pek çok kişinin çocuğunun okuduğunu, dolayısıyla PKK'nın bu okullara saldırarak, bölgedeki söz konusu etkili şahısları karşısına almak istemeyeceğini' belirttim ve her hal u karda muhtemel bir saldırıya karşı gerekli tedbirlerin alınmasını da tavsiye ettim. Fakat, pek çok sözlerim gibi, bu sözlerimin de başı ve sonu kesilerek veriliyor ve sanki Öcalan'a mesaj verdiğim gibi korkunç bir sonuç ve iftira üretiliyor.

Terörist Müslüman Olamaz [5]

Terörist Müslüman olamaz, Müslüman da terörist olamaz. Çünkü, İslam'da terör yoktur. Müslümanın yeryüzünde bir tek gayesi vardır. O, dünya hayatında bütün düşüncelerini, amellerini o gaye etrafında örgüler. Plan ve projelerini ona ulaşabilmek için yazar-çizer. Nedir o gaye? Sadece ve sadece Allah'ın rızası.

Müslüman Allah'ın rızasını kazanma yolunda yürürken, vesilelerinin de meşru olmasına dikkat etmek mecburiyetindedir. Zira böyle yüce bir gaye, ancak meşru vesilelerle elde edilebilir. Sokaklarda bağırıp çağırmakla, insan öldürmekle bu gayeye ulaşılamaz. Bu açıdan terör, cinayet, gasp, adam kaçırma vb. olayların Müslümanlıkla telifi mümkün değildir. Yani adam öldüre öldüre bu yolda ilerlenemez. Terörist Müslüman olamaz, Müslüman da terörist olamaz.

Cinayet Şirkle Eşdeğerdir

İbni Abbas'a göre insan öldürme, şirk ile eşdeğerdedir. Tabiin'in bazı imamlarına göre haksız yere insan öldüren ebediyen cehennemde kalacaktır. Demek ki onun tevbesi asla kabul edilmeyecektir. Oysaki, şimdilerde, başımızın belası terör olaylarında sürekli masum insanlar öldürülüyor. Evler, hanlar yıkılıyor, geride kadınlar dul, çocuklar da yetim ve öksüz kalıyor. Bütün bunları İslami inanç çizgisinde izah etmek imkansızdır. Üstad hazretleri, İslam'daki adalet esasını anlattığı yerde mealen: 'Bir yerde ölümü hak etmiş on cani ile bir masum bulunsa, o canilerin öldürülmesinde o masuma da zarar verme söz konusu olsa bu bir cinayet sayılır.' der. Evet, mutlak adalet anlayışı bunun böyle olmasını gerektirir.

İslam'da Sertlik Yoktur

Selam vermek ve başkalarının emniyet, güven içinde olmalarını dilemek, İslam'da yapılması en hayırlı olan işler arasında sayılmıştır. Nitekim bir gün kendisine 'İslam'da hangi amel daha hayırlıdır?' şeklinde sorulan bir soruya Allah Rasulü (sav), 'Başkalarına yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selam vermendir.' şeklinde cevap vermiştir.

İslamiyet'te sertlik, huşunet ve bağnazlık yoktur. O, her yönüyle bir afv u safh ve hoşgörü dinidir. Hazret-i Mevlana, Yunus Emre, Ahmed Yesevi, Üstad Bediüzzaman.. gibi pek çok sevgi ve hoşgörü sultanı evliya ve asfiya, İslam'ın bu yönünü çok güzel ifade etmiş ve hayatları boyu hep hoşgörü soluklayarak, birer sevgi ve hoşgörü abidesi haline gelmişlerdir.

Resulullah Sevgi İnsanıdır

O, Allah'ın sevgili kuludur. Allah da kainatı O'nu sevdiğinden yaratmıştır. İslam da O sevginin dantelasını örmüştür.

İnsanlığın İftihar Tablosu (sav), bir muhabbet insanıdır. Zaten O'nun bir adı da 'Habibullah'tır. 'Habib' kelimesi, 'seven' manasına gelmenin yanında 'mahbub', yani sevilen manasına da gelmektedir ki, Allah'ı seven ve O'nun tarafından da sevilen demektir. İmam Rabbani, Mevlana Halid, Şah Veliyyullah Dehlevi.. gibi tasavvuf erbabı, en büyük mertebenin sevgi mertebesi olduğunu söylerler.

Allah (cc), bu kainatı sevdiğinden dolayı yaratmıştır ki, İslam da işte o sevginin adeta dantelasını örmüştür. Sevgi, büyük bir düşünürün tespit ve ifadesiyle, kainatın mayesi ve varlık sebebidir.

Cenabı Hakk, insanı 'kerim' olarak yaratmıştır (İsra, 17.70) ve herkesin belli ölçüde bu kerametten nasibi söz konusudur. Allah Resulü (sav), bir Yahudi cenazesi geçerken ona insan olduğundan dolayı saygı duyarak ayağa kalkmış ve kendisine onun bir Yahudi olduğu hatırlatıldığında da 'Ama bir insan' cevabını vermiş; ve İslam'ın insana verdiği değeri göstermiştir.

Terörü İslam'da Aramak Yanlıştır

Evet, Efendimiz'in (sav) insana saygısı işte bu ölçüde idi. Dolayısıyla, İslam'ı iyi anlayamamış bazı Müslüman kişi veya kuruluşların, dünyanın değişik yerlerinde cereyan eden terör hadiselerine karışmalarının altındaki sebepleri İslam'da değil, onların kendilerinde, onların yanlış yorumlarında ve daha başka faktörlerde, başka saiklerde aramak gerekir. Zira İslam, terör yanlısı bir din olmadığı gibi, İslam'ı iyi anlamış bir Müslüman'ın da terörist olması düşünülemez.

İslam'ın hoşgörüsü o kadar engindir ki, insanları rencide edecek şeylerin onlara söylenmesi bile, onun muhterem tebliğcisi Efendimiz (sav) tarafından kesin olarak yasaklanmıştır. Mesela Ebu Cehil, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun kendisini helak edecek derecedeki gayretlerine rağmen Müslüman olmadan ölüp gitmiş bir talihsizdir. Zaten Ebu Cehil sözü, kelime manası itibariyle de 'Cehaletin, kabalığın babası' demektir. İşte bu cahil ve kaba adam, bütün hayatını Efendimiz'e (sav) düşman olarak geçirmiş ve onun bu tavrı Müslümanlarda bir şuuraltı haline gelmiştir; gelmiştir ama, Mekke'nin fethinden bir müddet sonra Müslüman olan Ebu Cehil'in oğlu İkrime'nin (ra) de bulunduğu bir mecliste Ashabı Kiram (Allah onlardan razı olsun) arasında Ebu Cehil aleyhinde bazı sözler söylenince, o engin sevgi ve hoşgörü insanı Allah Rasulü (sav), 'Babalarını kınamak ve haklarında lüzumsuz söz söylemek suretiyle çocuklarını rencide etmeyin.' buyurmuştur.

Cihadın Manâ ve Ehemmiyeti [6]

Cihad, Arapça bir kelime olup, her türlü meşakkat ve zorluğa göğüs gerip çalışmak, çabalamak ve gayret etmek gibi manâlara gelir. Ancak bu kelime, İslâm'la birlikte, 'Allah yolunda kavga verme'nin adı olmuştur. Bugün, cihad denince akla gelen tek mânâ budur.

Yeryüzünde cihaddan daha büyük bir vazife yoktur; olmuş olsaydı, Allah (cc) peygamberlerini o vazife ile vazifelendirirdi. Cenâb-ı Hakk'ın cihad ile vazifelendirdiği insanlar, insanların en şereflileri ve onlara bu vazifeyi getirip intikal ettiren melekler de, meleklerin en şereflileridir. Hazret-i Adem'den bu yana, nebî olsun, velî olsun Allah'ın bütün seçkin kulları, bu seçkinliğe büyük ölçüde kılıçların gölgesi altında ve nefis muhâsebesi sâyesinde ulaşabilmişlerdir.

Cihad, insanın kendi özüne ermesi veya insanların özlerine erdirilmesi ameliyesidir. Bir bakıma cihad, insanın yaratılış gayesidir. Onun içindir ki, Cenâb-ı Hakk katında cihad çok mühimdir, çok mübeccel ve mukaddes bir değere sahiptir.

Hiçbir mazeretleri olmadığı halde cihaddan geri duranlarla, durmadan cihad eden ve ömrünü bu uğurda tüketen insanlar arasında başka amellerle kapatılması mümkün olmayan büyük derece farkları vardır. Bu manayı ifade eden âyette meâlen şöyle denilmektedir:

'Müminlerden geçerli bir özrü olanlar dışında oturanlar ile, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canlarıyla cihad edenlerin derecelerini oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiştir ama, mücahitleri oturanlara nazaran çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır'. (Nisâ, 95)

Cihad Kavramı [7]

Cihad kavramıyla ilgili görüşlerinizi alabilir miyiz? Keza emperyalist dünyayı köle haline getirmek için İslam'ı bayraklaştırmak gerektiğini, bu nedenle cihadın en kutsal görev olduğunu ifade ettiğiniz söyleniyor.

Bu türden iftiraları yapanlar, herhalde okuduklarını da anlamıyorlar. Cihadla ilgili yazdıklarım da meydandadır. Bunların hiç birinde 'emperyalist dünyayı köle haline getirmek için İslâm'ı bayraklaştırmak gerekir' şeklinde bir ifade olmadığı gibi, bu ifadenin gülünçlüğünü de okuduğunu anlama kabiliyeti bulunan herkes kavrayabilir. Evet, cihad kutsal bir görevdir ve cihad edenlerle etmeyenlerin bir olamayacağı Kur'an-ı Kerim'in ifadesidir. Cihad, yalnızca kılıç sallamak demek değildir. O, insanı kâmil insan olma noktasına ulaştırma gayretidir. Bu sebeple, her şeyden önce nefse ve insandaki birtakım menfî duygulara karşı, ayrıca birtakım nefsî arzuları disiplin altına almak için yapılır. Peygamber Efendimiz'in buyurdukları gibi, asıl cihad ve büyük cihad da işte budur. Kılıç sallama ise, mecbur kalındığında veya meşrû müdafaa durumunda müracaat edilecek arızî bir haldir ve savaş, insanlık tarihinin bir vakıasıdır. İslâm buna 'küçük cihad' der ve o da, ancak mal, vatan, akıl, inanç ve can gibi değerleri korumak, Allah ile kulları arasındaki engelleri kaldırmak ve insana kâmil insan olma yollarını açmak için yapılır.

Devirlere Göre Cihad [8]

Değişik devirlere göre cihadın şekli de farklı farklıdır. Bazen sırf bir nasihat, bazen birisine rehberlik yapmak, bazen de küfre karsı tavır belirlemek bir cihad olduğu gibi, çok defa hüsn-ü misal olma da bir cihad sayılabilir. Mesela asr-ı saadette belli bir sure hicret, aynen cihad telakki edilmiştir. Öyle ki, Sahabe-i Kiram Efendilerimizin çoğuna, İslam'a ilk girişlerinde hicret de şart koşulmuş, hatta içlerinde hicret etme fırsatını bulamayanlar buna çok üzülmüş ve 'hicret yapamamaktan hasıl olan boşluğu acaba nasıl doldurabiliriz?' endişesiyle fevkalade üzülmüşlerdir. Ebu Cehil'in anne bir kardeşi olan Ayyaş bu mahzun talililerden biridir. Evet o, Mekke fethine kadar 20 yıl, hayatini zincirler içinde geçiren ve Kur'an-i Kerim'in 'mustad'afin' tabiriyle anlattığı insanlardan biridir. Zaten bunun gibi mazereti olmayanlara Kur'an: 'Arz geniş değil miydi? Niçin hicret etmediniz?' diyerek itapta bulunur. Demek ki o devrede hicret cihadın önemli bir buudu veya ta kendisi sayılıyor.

Başka misaller de var asr-ı saadette: Hastalık veya sakatlığından dolayı, ya da bakıma muhtaç anne-babası olduğu için cihada gidemeyenler bunlardan bazıları. Cihada iştirak etmek için kaçıp gelen bir gence Efendimiz (sav) '(bakıma muhtaç) annen-baban var mi?' der ve ondan 'Evet' cevabini alınca 'Don, sahipsiz annen-baban için cihad et' yani onların bakımını-görümünü yap, buyurarak, onun cihadının ana-babasına bakmak olduğuna işaret buyurur. İste, bahsi gecen ayet-i kerime bu veya benzeri sebeplerle, her nasılsa cihada gidememiş olanlara, başkaları cephede cihat ederken veya emr-i bil-maruf nehy-i anil-münker yaparken etrafındakilere nasihat ederek o boşluğu kapatabileceklerine bir işaret sayılabilir

11 Eylül Sonrası İslam ve Terör Arasındaki İlişki Bütün Dünyada Çok Tartışıldı. Bu Konuda Ne Diyorsunuz?[9]

Allah'ın gönderdiği din, bunun adı ister Yahudilik, ister Hıristiyanlık, isterse İslâm olsun, terörü, bırakın emretmeyi, ona müsaade etmesi bile düşünülemez. Bir defa, Allah nazarında hayat çok önemlidir. Bütün varlık, hayatı netice vermek üzere programlanmıştır. Hayat, bir şeyi her şeye mâlik kılan ilâhî bir sırrın adıdır. Hayatsız bir cisim, dağ da olsa yetimdir ve çevresiyle münasebeti, oturduğu saha ile sınırlıdır. Buna karşılık, hayatdar bir cisim, bir bal arısı bile olsa, bütün yeryüzüne 'benim bahçem' diyebilir, bütün çiçeklere dostları nazarıyla bakabilir. Hattâ onun, güneşten havaya, ondan da insana kadar daha pek çok varlıkla alışverişi ve münasebeti vardır. Dolayısıyla hayat, Cenab-ı Allah'ın bütün isimlerinin temerküz noktası ve hepsinin bir arada tecelli mihrakıdır. Hayata böylesine önem veren Allah, gönderdiği din ile, onu korumayı, korunması gereken beş aslî değerden biri saymıştır. Öyle ki, İslâm, her bir insan ferdini, başka varlıklara göre bir tür olarak gördüğü için, tek bir insanı öldürmeyi bütün insanları öldürme, tek bir insanın hayatını kurtarmayı da bütün insanların hayatını kurtarma olarak kabul etmiştir. Ayrıca, hak konusunda, 'hakkın küçüğü büyüğü olmaz' diyerek, ferdin hakkı ile toplumun hakkını eşit görmüş, bunlardan birini diğerine feda etmemiş, o kadar ki, 'bir gemide dokuz cani, bir masum bulunsa, o masum orada oldukça, dokuz caniyi cezalandırmak için o geminin batırılamayacağı' hükmünü getirmiştir.

Terör İslamî Gayede Vasıta Olmaz

İkinci olarak, İslâm, Müslüman fertlerin hareket ve faaliyetlerinde hedefin meşru olmasını şart koştuğu gibi, bu hedefe giden yolun da meşru olması gerektiğini hassasiyetle vurgular ve meşru bir hedefe gayr-ı meşru yolla gidenlerin maksatlarının aksiyle tokatlanacaklarını hatırlatır. Bu açıdan diyebiliriz ki, terör, herhangi bir İslâmî gayeyi gerçekleştirmede asla vasıta olmaz. Kaldı ki İslâm, bir insanlık realitesi ve beşer tarihinin en göze çarpan bir vakıası olmasına rağmen, savaşı da hoş görmemiş, onu, evveliyetle müdafaa maksadına bağlamış, sonra da, bizzat Kur'an'da geçen 'fitne katilden beterdir' prensibi çerçevesinde, savaşları ve temelde savaşa yol açan kargaşaları, düzensizlikleri, zulmü, bozgunculuğu önlemek için meşru saymış; saymış ve onun için insanlık tarihinde ilk defa çok önemli sınırlamalar ve prensipler getirmiştir. 'Allah korkusunu sakın kalbinizden çıkarmayın. Unutmayın ki, Allah'ın tevfîki olmadan hiçbir şey yapamazsınız. İslâm'ın huzur ve sevgi dini olduğunu daima hatırlayın. Rasûlullah'ın (sav) cesaret, yiğitlik ve takvası sizin için daima model olmalı. Ekili tarlaları ve meyve bahçelerini çiğnemeyin. Mabetlerde yaşayan rahiplere, keşişlere, kendilerini Allah'a vermişlere saygı gösterin ve onları incitmeyin. Sivilleri öldürmeyin, kadınlara karşı münasebetsiz davranmayın ve mağlûpların duygularını yaralamayın. Yerli halktan hediye kabûl etmeyin. Askerlerinizi, yerlilerin evlerinde barındırmaya kalkmayın. Beş vakit namazınızı sakın ola ki geçirmeyin. Allah'tan korkun ve unutmayın ki, ölüm, herhangi bir zamanda, savaş cephesinden binlerce mil uzakta bir yerde de gelip sizi bulabilir. O halde, daima ölüme karşı hazır olun.' gibi emirler, tarihte hemen bütün İslâm devlet başkanlarının cepheye gönderdikleri komutanlara hatırlattıkları prensipler olarak tarihe geçmiş ve aynen tatbik edilmiştir. Mecbur kaldığında, ancak bir devletin, belli prensipler çerçevesinde uygulayabileceği savaşı, fertler veya örgütler başlatamayacağı gibi, kuralsız, insanlığın korunması gereken değerlerine yönelik ve tamamen emniyeti yok edici terör hadisesinin de İslâm'da yeri olmayacağı açıktır. Bu bakımdan, terörist hakîki bir Müslüman olamayacağı gibi, Müslüman da terörist olamaz. Müslüman terörist olamaz; çünkü İslâm, dünyada en ağır cezayı, insan hayatına ve insanların emniyetine kasdetmeye; Âhiret'te en ağır cezayı da Allah'ı inkâr ve O'na şirk koşmakla birlikte, yine insanı öldürmeye vermiş, kasden cana kıyanların Cehennem'de ebedî kalacakları tehdidinde bulunmuştur. Karşılığında böyle bir cezanın konduğu bir fiili, bir insan Müslüman iken ve üzerinde iman-İslâm sıfatları varken katiyen işleyemez. Dolayısıyla, ne teröristin hakîki Müslüman, ne de Müslüman'ın terörist olması mümkün değildir.

İslam Dünyasının Sorunları

Bununla birlikte, gerek İslâm dünyasında, gerekse başka yerlerde eğer terör hadiseleri var ise ve devam ediyorsa, önce bunun sağlıklı bir teşhisi yapılmalı, sonra da bu teşhise göre tedavi cihetine gidilmelidir. Bu noktada, İslâm dünyasında bazı ferdlerin teröre bulaşması ya da bulaştırılmasının ve dünyada terörün ciddî bir problem olmasının başlıca sebepleri olarak şunlar söylenebilir:

1. İslâm dünyası, 20'nci yüzyıla mazlumlar, mağdurlar ve sömürgeler diyarı olarak girmiş ve bu asrın ilk yarısı, 19'uncu asırdan da devam etmek üzere, İslâm dünyasının hemen her tarafında kurtuluş ve istiklâl savaşlarına sahne olmuştur. Bu savaşlarda İslâm, daima halkı birleştiren ve harekete geçiren önemli bir faktör vazifesi görmüş, bu savaşlar, istilâcı güçlere karşı verildiği için, İslâm ile millî istiklâliyet ve kurtuluş aynîleşmiştir. Daha sonra bu dünyada millî devletler teşekkül edince, bu devletler pek çok yerde halkı ile uyuşamamış, iyi bir eğitimle halka İslâm'ı asıl hüviyet ve mahiyetiyle öğretmek gerekirken, halktan kopuk ve onun değerlerine, geleneklerine ters hareket etmiş ve bu, İslâm'ı, idarelere karşı halkın elinde bir dayanak, bir sığınak haline getirmiştir. Dolayısıyla da İslâm, çok defa bir ideoloji olarak algılanmaya başlamıştır.

2. İslâm dünyasının pek çok yerinde halktan kopuk, halkı aşağılayan ve oligarşi hakimiyeti manzarası arz eden idareler, ülkelerinin refahı için çalışmaktan ve halk-devlet kaynaşmasını sağlamaktan çok, kendilerinin ve mensubu bulundukları ailelerin, hanedanların ayakta kalması için çalışmış, bunun için de halk nazarında zalim ve menfur bir konuma düşmüşler; fakir ve eğitimsiz halk kitleleri de kendi idarelerine karşı düşman hale gelmişlerdir.

3. İslâm dünyasında da, başka milletlerde de terörün temelinde hep fakirlik, cehalet ve eğitimsizlik olmuştur. Pek çok yerde kabile ve aşiret düzeni aşılamamış ve bu tür yerlerde halkın büyük çoğunluğu, bir zaman ülkelerini istilâ etmiş bulunan Batılı gelişmiş ülkeleri, kendi başlarındaki idarecilerin hâmileri ve destekçileri olarak görmüş, dolayısıyla ülkelerinde maruz bulundukları mağduriyet ve mazlumiyetten birinci derecede bu ülkeleri sorumlu tutmuşlardır.

4. Bugün, dünyada umumi kabûl gören demokrasi, temel insan hakları, bilgi ve eğitimin yaygınlaştırılması, ekonomik refah; üretim, tüketim ve gelir dağılımında sınıflar oluşmasına meydan vermeyecek şekilde eşitlik, hakkâniyet, adalet gibi değerler, ne Müslüman ülkelerde, ne de Üçüncü Dünya denilen diğer bölgelerde hiçbir zaman tam gerçekleşmemiştir. Şüphesiz bir bir durumdan birinci derecede sorumlu olanlar, yine o ülkelerin idarecileri ve onların destekçisi, hattâ idareye vaziyet etmelerinde en önemli yardımcıları olarak görülen gelişmiş Batılı ülkelerdir. Dolayısıyla, her ne kadar bu ülkeler bu kabil değerlerin şampiyonluğunu yapsalar da, Üçüncü Dünya ülkelerinin halkları nezdinde samimi bulunmamakta ve bu değerlerin istismarcısı olarak değerlendirilmektedirler.

5. Bugün, daha önce kısmen ve kısaca temas edildiği üzere, bilhassa haberleşme ve seyahat vasıtalarının olabildiğince gelişmesi sonucu büyük bir köy ölçüsünde küçülen dünyada artık, herkes herkesin ve her ülke diğerinin komşusu durumundadır. Bu münasebetler arasında, çok küçük azınlığı teşkil eden bazı komşuların refah içinde yüzmesi, buna karşılık büyük ekseriyetin fakir, hattâ çok fakir olması, bu fakirliğin en önemli sebeplerinden biri olarak, daha hassas yollarla ve örtülü şekilde devam ettiğine inanılan beynelmilel koloniyalizm veya sömürgeciliğin görülmesi; bunlardan ayrı olarak, aynı büyük çoğunluğun pek çok temel ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz bulunması, şüphesiz bu çoğunlukta kin, iğbirar ve düşmanlık duygularının gelişmesine yol açmıştır.

6. Ayrıca günümüzde, en azından kanun kadar kanunsuzluğun da âdeta bir kanun haline geldiği bir vakıadır. Hemen her ülkede olduğu gibi, yolsuzluklar, aldatma, kolaydan kazanma arzusu, bencillik, ferdiyetçilik, beynelmilel kumar, başta esrar ve silah olmak üzere, beynelmilel kaçakçılık ve bütün bunların vücut verdiği mafya teşkilatlanmaları, bunlar gibi, birbirleriyle öldüresiye rekabet içinde bulunan büyük holdingler, tröstler ve karteller, bütün bunların besledikleri kanlı katil ve kaba kuvvet temsilcisi fedaî grupları, terörizmin beynelmilel bir hâl almasında, asla göz ardı edilmemesi gereken bir diğer önemli faktör olsa gerek.

7. Belki bütün bu saydıklarımdan daha önemli olarak, bütün dünyada dinin, dinî değerlerin, maneviyatın ve dine dayalı ahlâkın ciddî ölçülerde aşınmış/aşındırılmış olması, terörizmin de, insanlığı tehdit eden daha başka büyük içtimaî rahatsızlıkların da en önemli kaynağını oluşturmaktadır. Dünya, manevî bir buhran geçirmektedir; insanlığın bütün aslî dayanakları bir bir yıkılmış ve çökertilmiştir. Bunalım felsefeleri, satanizm, her gün bir yenisi türeyen, temelde materyalist, natüralist, görünüşte sahte manevî akımlar ve bunların vücut verdiği sözüm ona tarikatlar, intiharlar.. evet bunlar yıllardır dünyamızı sıtmaya tutulmuş gibi sarsan birer büyük sârî hastalık durumundadır. Ümidini yitiren, geçmişi büyük bir mezar, geleceği dipsiz bir boşluk olarak gören ve yaşamayı manâsız bulan insanlar hakkında, neden intihar ediyorlar, neden insan öldürüyorlar, neden uyuşturucu kullanıyorlar gibi sorular sormak 'tecâhül u ârifâne'den değilse kör bir cehalettendir.

8. Bu mevzuda söylenebilecek son söz şu olsa gerek: Bugüne kadar terörizmin bütün milletler tarafından, hattâ Birleşmiş Milletlerce dahi kabûl edilmiş ortak bir tarif ve tavsifinin yapılmamış olması ciddi bir eksikliktir. Hangi hareketler terörizme dahildir, hangileri değildir; kim teröristtir, kim terörist değildir? Bu soruların cevabını herkes kendisine göre vermektedir. Bazısı için terörist olan, bir başkası için hürriyet savaşçısı, kimisi için idealist savaşçı olan, daha başkası için terörist kabul edilebilmektedir. Eğer beyneymilel sahada terörizme karşı bir mücadele verilecekse -ki, bu mevzuda mutlaka samimi bir mücadele verilmelidir- önce, en azından BM'ce kabul edilmiş bir terörizm tarifinin yapılması elzem görülmektedir. Bu yapılabildiği takdirde, herkesin kabul edebileceği ve kimsenin kimseyi suçlamayacağı bir terör mücadelesi beynelmilel meşruiyet kazanacak ve belki de bu, terörizmin önlenmesinde önemli bir ilk adım teşkil edecektir.

Dünyamızdaki asıl mühim problemler veya bunların sebepleri olarak zikrettiğimiz bu hususlardan sonra, herhalde onların çözümleri üzerinde durmak gereksizdir. Çünkü problemlerin teşhisi, bizzat onların çözümünü de ihtiva etmektedir.


[1] Fasıldan Fasıla-3, Müteferrik
[2] Nevval Sevindi İle New York Sohbeti, 20 Temmuz 1997
[3] Zaman, Ali Aslan, Güneydoğu ve Terör Hakkında Gülen'le Röportaj, 3 Eylül 1997
[4] Show TV, Reha Muhtar'la Kaset Komplosu Üzerine Yapılan Telefon Röportajından, 22 Haziran 1999
[5] Müslüman Terörist Olamaz
[6] Fethullah Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler-3
[7] Aksiyon, Fethullah Gülen'in İddialara Verdiği Cevaplardan, 6 Haziran 1998
[8] Cihadda Nasihat Ekseni
[9] Fethullah Gülen İle Global Hoşgörü ve New York Sohbeti'nden

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.