Gülen Modeli
- Gülen Modeli'nin İnsanî Temelleri
- Gülen Hareketinin Dini Temelinin Modern ve Toplumsal Yönü
- Müspet Hareketi Esas Alma Prensibi
- Tükenmez Bir Motiv Güç Olarak Ebediyet İdeali
- Gelenek ve Modernlik Arasında
- Gülen'in Söylem Biçimi
Burada, 'The Muslim World' dergisinin 'Bugünün Türkiye'sinde İslam: Fethullah Gülen'in Katkıları' başlığını taşıyan özel sayısının Türkçe tercümesine dair bu eserde Gülen'in küresel eğitim ve diyalog faaliyetlerinin kısa bir değerlendirmesine geçmeden önce uzun ve yorucu bir girizgahla başlamak arzusundayım. Buna rağmen hızla yol alan bir metro gibi duraklarda, belli kavram ve gelişmeler etrafında oldukça kısa duracağım için umarım meramımı anlatmaya muvaffak olurum. Bundaki amacım, modernite çağında dini, kültürel ve etnik farklılıkların hangi saik ve gelişmelerle insanlığın geleceğini tehdit eden kültürler ve medeniyetler arası çatışmaya dönüşme istidadı kesbettiğini vurgulamaktır. Buradan, yani modernleşme süreci ve elemanlarının yol açtığı çağdaş bunalım üzerinden, bu bunalıma duyarlı her kesimden insanı elektrikleyen dünya çapında bir sağduyu hareketine zayıf bir ışık tutmaya çalışacağım. Şüphesiz bu kitapta yer alan makaleler Gülen'in şahsiyeti, düşüncesi, hareketi ve toplumsal faaliyetine dair her biri farklı açılardan bakan birer perspektif sunacaktır. Ancak yine de bir bütün olarak modern çağın belli dönüşümlerine bir nebze değinmek, Gülen'in faaliyet ve düşünce hassasiyetlerinin dayandığı temellere daha kapsamlı bir bakış açısı getirebilmek açısından önemlidir kanaatindeyim.
Bilindiği gibi 21. Yüzyıla damgasını vuran en temel değerler; modernleşme, çoğulculuk, birey ve dindir. Modernite bireysel ve sosyal tüm hayatı kuşatma iddiasında bulundukça, dinî, kültürel ve siyasal yeni çoğulculuk biçimleri ortaya çıktı. Modernleşme oldukça farklı biçimlerde tanımlansa da ilerleme ve küreselleşme gibi iki yan ideolojik olguyu netice verdi. Birçok kuramcı modernleşmeyi, insanın çevresi üzerinde artan 'egemenliği' ve çevresine ilişkin artan 'bilgisi' açısından tanımladı. 'Bilgi' ile 'iktidar ve egemenlik' arasında kurulan bu ilişki 19. asır boyunca süper devletlere, uzak topraklar ve insanlar üzerinde yeni efendilik biçimleri kurma gücü ve imkanı sundu. Modern çağda emperyalizm daha geniş ve daha kapsamlı neticeler doğurdu. Felsefî bir temelden yola çıkmasa da küreselleşme, ideolojik bir görev üstlendi.
Bu ideolojik yönünden dolayı bazıları küreselleşmeyi, emperyalizmin yalnızca isim değiştirmiş bir hali olarak algılamaktadır. İdeolojik ya da değil, ama küreselleşme; ekonomiden toplum bilimine, iletişimden siyasete, hukuk, tarih ve coğrafyadan devlet yönetimine kadar hemen her alanda köklü dönüşümlere neden olmuştur. Yeni ekonomik ilişkiler ve iletişim devrimi dünyayı kocaman bir pazar ve fakat küçük bir köy haline getirmekle birlikte küreselleşme, yalnızca ekonomik bir olay değil; siyasî, ideolojik ve kültürel boyutlara da sahip bir kavram olmuştur. Evet küreselleşme zenginliği, teknolojiyi, demokratik çoğulculuğu, üretim ve tüketimi yaygınlaştırmış, ama her türlü insani toplumsal, çevresel ve siyasî kirliliğin de yaygınlaşmasına hizmet etmiştir. Bu sırada yoksulluk, ekolojik kirlilik, kitle imha silahları, terör ve şiddet de küreselleşti. Bilgi, güç ve teknoloji küreselleşirken kültürler ve medeniyetler arası çatışma teorileri gündeme gelmeye başladı. Bütün bunlar ister modernitenin, isterse küreselleşmenin sorunları olsun, neticede pek çok kavramı tartışma gündemimize taşıdı. Modernleşme, demokrasi ve çoğulculuk bağlamında bir dizi kavram yeniden ve yeniden tanımlandı; insan, birey, düşünce ve inanç özgürlüğü, siyasal, toplumsal ve kültürel hoşgörü, çatışma ya da uzlaşma, diyalog ya da kavga...
Batılı bazı siyasal paradigmalar başlangıçta, çok kültürlü, katılımcı ve çoğulcu bir demokratik sistemin oturaklaşmasıyla birlikle tüm toplumsal sorunların ortadan kalkacağını düşünüyorlardı. Çünkü onlara göre toplumsal zeminde ortaya çıkan bütün sorunların asıl kaynağı buydu. Yani temel sorun demokrasi ve hukuk düzenindeki eksikliklerdi. Bu eksiklikler üzerine çıkan çatışmalar; etnik, kültürel, cemaatsal, siyasal ve ideolojik vb. talepler biçiminde kendini göstermekteydi. Dolayısıyla demokratik haklar ve kurumlar bir kere yerleşir ve bütün yurttaşların kullanımına sunulursa insanlar artık, etnik veya cemaatsal, kültürel ya da sosyal herhangi bir bağlılık temelinde harekete geçmeyeceklerdi...
Ama bütün bu süreçler tamamlandığında bile görüldü ki, dini, etnik ve kültürel farklılıklar güçlü birer çatışma kaynağı olmaya devam etmektedir. Bugün Batılı demokrasiler belki bu anlamda çoğulcu, katılımcı ve ekonomik bakımdan zengin bir toplum örneği sundular. Fakat toplumsal zeminde çatışma hiçbir zaman eksik olmadı. Çoğulcu demokrasileri bugün hâlâ azınlık ve göçmen hakları, cemaatsal talepler, sivil toplum örgütleri ve oldukça farklı toplumsal talebi dile getiren baskı grupları... gibi çok kültürlü bir hücumla karşı karşıyadır. Demek ki mücerret bir demokrasi anlayışı dahi, pusuya yatmış çatışmaların üstesinden gelememektedir. Demokratik devlet anlayışı, çoğulcu ve farklılaşmış kültürler ve kimlikler temelinde yeniden tanımlanmaya çalışılmaktadır.
Bugün dünya üzerinde 180 küsur devlet, 600'den fazla dil grubu ve 5 binden fazla etnik grup yaşamaktadır. Belki çok az ülkede yurttaşlar aynı dili konuşmakta ve aynı etnik-ulusal gruba ait bulunmaktadır. Bu siyasi, sosyal, kültürel, askeri ve dini çeşitlilik potansiyel olarak uluslararası düzeyde, ayrılıkçı ve çatışmacı bir dizi sorunu barındırmaktadır.
Tüm bu sorunlar yeryüzü toplumlarının geleceğini tehdit etmektedir. Dolayısıyla her yerde eski demokratik teamüllerden daha geniş ve kapsamlı bir 'hoşgörü ve diyalog'kültürünün temellerinin yeniden ve aciliyetle inşa edilmesi gerekmektedir. Elbette tüm bu sorunların üstesinden gelebilecek basit bir cevap, ya da sihirli tek bir formül yoktur. Ancak, önyargılardan kurtulmak mümkün olursa öyle ya da böyle, insanların farklı farklı tecrübeleri dikkate alınarak, pek çok yerel hareketin, evrensel birtakım sorunlarımıza çözüm önerileri getirebilecek dinamikler içerdiği/içerebileceği görülebilecektir.
Çok sayıda düşünür; demokrasi, insan hakları, din, ahlak... vb. evrensel konularda yapılacak yeni vurgulamaların 'kültür ve farklılık' temeline dayalı çatışmaları çözeceği umudunu taşımaktadır. Bu kanaati bugün dini kesimlerden de pek çok düşünür paylaşmaktadır.
İnsana tam ve bütün bir 'dünya görüşü' vaat eden batılı demokrasiler, bir insanın ömrünü kapsamayacak kadar kısa bir sürede kendi fikri, felsefi ve siyasi temellerini sorgulayacak hale geldi. Modernleşmenin ve ilerleme ideolojisinin ömrü ise kısa oldu. Kısa olmak zorundaydı. Zira, inşa ettiği 'insan ve toplum'modeli aşırı derecede 'politik ve materyalist'bir dünya görüşüne sahipti. 18. yüzyıldan beri siyasi düşünür ve filozoflar 'politik bir toplum'uninşa edilmesi için neredeyse beyinlerini masaya koydular. Modernleşmenin eritici kazanı (Melting Pot) 'kent kültürü' ve 'politik toplum'modeliydi. Bu toplum genetik biçimde rasyonel değerlere kilitlenmiş, kutsala ait tüm değerleri toplumsal alanın dışına itmişti.
Diğer taraftan modernite ürkütücü bir silah teknolojisine de vücut verdi. Öyle ki, bilgi ve silah teknolojisi bugün yeryüzü toplumlarının geleceğini kaygılandıracak ideolojik bir boyut kazandı. Bilginin, teknolojinin ve küreselleşmenin böyle ideolojik manüplasyonu dünyanın her yerinde dini, kültürel, toplumsal ve yerel farklılıkları tehdit etmektedir. Dünyanın değişik yerlerinde küreselleşmeye karşı kitlesel tepkiler giderek artmaktadır. Bu tepkiler, yalnızca modernleşmeye karşı bir direniş olarak okunamaz. Daha geniş ölçekte bu toplumlar küreselleşmenin ideolojik boyutlarını; kendi dini, milli, tarihsel ve toplumsal kültürlerine ve kimliklerine yönelmiş bir tehdit olarak algılanmaktadırlar. Bu da yeni çatışma mitlerini gündeme getirebilmektedir.
Ayrıca zaten uluslararası ilişkiler alanı medeniyetler arası çatışma gibi son derece hatarlı ve mühim tezlerin kıyasıya tartışıldığı, neredeyse çeyrek yüzyıllık bir sürece tanık oldu. Bu tezlerin yaptığı siyasi ve ideolojik çağrışımlar kuşkusuz insanlığın geleceği üzerine fikir yürüten ve kafa yoran yüzlerce, belki binlerce bilim adamı, düşünce ve siyaset insanını derinden kaygılandırmaktadır. Uluslararası düşünce mahfillerinde Huntington'un Medeniyetler arası çatışmayla ilgili tezleri öylesine geniş etki yaptı ki, son onlu yıllara damgasını vuran en kapsamlı ve köklü küresel bir tartışma olarak sosyo-politik düşünce alanındaki yerini aldı. Ki, yankıları ve uluslararası siyasal ilişkilerdeki etkileri hala sürmektedir...
Peki modernleşmeyi ve küreselleşmeyi dâhâ sağlıklı bir zeminde okuyamaz mıyız? Yani Modernleşme ve küreselleşme daha yapıcı, insani ve ahlaki bir kaygı ile biçimlendirilemez miydi? Dinin insani ve ahlaki boyutları modernleşme sürecine dahil edilebilseydi acaba modernite daha farklı toplumsal neticeler doğurabilir miydi? Kuşkusuz dine doğrudan karşı söylem geliştiren sekülerist düşünce ve akımlar her yerde aydınlanmacı tortularla hareket ettiler. Onlar din ile modernizm arasında kıyasıya bir çatışma umuyorlardı. Bu onların sekülerist dayatmalarına da uygun düşüyordu. Ama hakikat böyle olmadı. Din her yerde mutlaka modernizimle çatışma içinde varolmadığını ortaya koydu. Acaba sorun yalnızca moderniteyi anlama sorunu muydu? Gerçekten de modernleşme ve küreselleşme yalnızca bir anlama ve okuma problemine indirgenecek kadar basit birer olgu mudur? Küreselleşme ve Modernleşmenin ideolojik anlamı farklı kültür ve medeniyete sahip kimseler için pek çok açıdan bir hesaplaşmayı ve kavgayı da hatırlatmaktadır. Huntington ve Fukuyama gibi çatışma taraftarlarının tezleri tam da bu kırılgan zeminde varlık bulmaktadır.
Modernleşme ve küreselleşme tehdit edici boyutlar içerse de başka bir açıdan farklı gelişmeleri de fişeklemektedir. Çatışma teorilerine hizmet eden global terör, şiddet ve kitle imha silahlarının yaygınlaşması gibi çağdaş medeniyetin kronik sorunlarının yanı sıra, yeni demokrasi vurguları, hoşgörü, uzlaşı ve diyalog gibi farklı kültür, din ve medeniyete mensup toplumlar arasında uzlaşmayı öne çıkaran ciddi çabalar da son çeyrek asra damgasını vuran gelişmeler olmuştur. Bu çabalar ne doğrudan, ne de dolaylı olarak ne modernleşme ile ve ne de küreselleşme ile bir iç hesaplaşmaya ya da çatışmaya girişmemekle beraber küreselleşmenin ve modernleşmenin yıkıcı unsurlarını bertaraf edecek köklü ve daha evrensel insani ve etik temel değerler ve dinamikler üretmektedir. Bu tür medeniyetler ve kültürler arası diyalog girişimleri her zaman daha geniş kitleler tarafından benimsenmesine rağmen nedense her zaman çatışma taraftarı ve yıkıcı unsurların korosu daha gürültülü olmaktadır. Nitekim, uluslararası medya da sanki hiçbir insanî ve ahlâkî kaygı taşımıyormuşçasına, duygusuz ve pervasız bir biçimde daima ve yalnızca terör ve şiddete dair yıkıcı unsurları gündeme taşıyarak maalesef bu gürültüyü daha da artırmaktadır. Huntington'un tezlerine gelen şiddetli tepkiler aslında uzlaşma ve diyaloga ait şiddetli ihtiyacı ifade etmektedir. Ne var ki, diyalog ve uzlaşma zeminine yönelik fiili çabalar maalesef yok denecek kadar azdır. Ya da küresel düzeyde bir etkiye sahip değildir. Bu umumi gevşeklik ve isteksizliğin temelini de yine modernitenin insanı ve toplumu dönüştürücü etkisinde aramak gerekmektedir..
Şurası bir gerçektir ki modernite insana salt bir egoizm aşıladı. Onu toplumsal hayata ait gerçekler karşısında gözle görülemeyecek kadar küçülttü. Toplum karşısında onun bireysel, maddi ve şahsi güdülerini ayaklandırdı. Onu, kutsaldan, yeryüzü mirasçılığından, insani ve etik her şeyden, aşktan, sevgiden, fedakarlık ve diğerkamlıktan uzaklaştırdı. Ve sonuçta yalnızca kendi egoist güdüleri için yaşayan küçük bir insan inşa etti. Evet, yalnızca kendi egoist güdüleri için yaşayan insan küçüktür. Büyük semavi dinlerin hepsi bu insanı kurtarmak için gelmişti. Ama modernite insanın şahsiyetine ve kozmik bütünlüğüne yönelik en öldürücü darbeyi, onu şahsi güdülerinin esiri yapmakla vurdu. Elbette burada modernitenin kapsamlı bir sorgulamasını yapacak değiliz. Şu ya da bu sebeple çağdaş insani medeniyetin maruz kaldığı kırılmaya bakınca sonuçta her şeyin gelip insan unsuru üzerinde düğümlendiğini görmekteyiz. O, yıkıcı ve tahripkar, çatışmacı ve kavgacı oldukça, üzerinde yaşadığı ve sahip olduğu beşeri ve toplumsal düzeni de bu güdülerinin esiri yapmaktadır. Öyleyse insanlık bayrağının düştüğü yer bellidir. Çağdaş medeniyeti tehdit eden yıkımdan kurtarmanın yolu insanı, sevgi, hoşgörü ve diyalog temelinde yeniden yetiştirmeden ve örgütlemeden geçmektedir.
İşte M. F. Gülen'in çağrısı da tam da bu insaniyet bayrağının düştüğü yerde varlık bulmaktadır. Onun çağrısı pasif ve salt felsefi bir hümanizm olmadığı gibi yalnızca düşünsel tartışmaların yapıldığı elit bir platformu da teşvik etmemektedir. Yurt içinde ve yurt dışında yüzlerce eğitim müessesesiyle bu projeyi sosyal hayatın içinde bizzat tatbik de etmektedir. Bu zeminde hem diyalog ve hoşgörünün sosyal temelleri atılmakta, hem de çağdaş medeniyetin en köklü problemi olan 'model insan' yoksunluğuna cevap verilmeye çalışılmaktadır.
Şüphesiz 11 Eylül sonrasında Batının İslam dünyası ile ilişkilerinin yeni bir kriz dönemine girmesiyle birlikte Batıda dikkatler, İslam dünyasındaki yeni hareketlere yönelmeye başlamış bulunmakta. Çünkü ilişkilerin uzun vadeli krize girmesi, Batılıların bölgeye yönelik siyasi, kültürel, askeri ve ekonomik beklentilerini tehdit etmektedir. Bu yüzden Batılılar bölgede 'Ilımlı İslam' arayışına girişmiştir. Ancak bu girişim, İslam dünyasında kuşkuyla karşılanmaktadır. Hem uluslararası siyasal konjonktür açısından, hem de Müslümanların bölgedeki dini ve siyasal varlıkları açısından ılımlı İslam arayışları samimi görülmemektedir. Oysa zaten İslamın barışık yüzü asırlardır İslam dünyasının hemen her yerinde mevcut idi. Keşke Batılı siyasal duyarlıklar bunu daha önce farkedebilseydi! İnsaflı olmak gerekirse, İslam dünyasında da Batı ile sağlıklı bir ilişki geliştirme isteği ne siyasal ne de sosyo-kültürel açıdan devamlılık göstermemiştir.
Uluslar arası siyasal paradigmalar, insanlığın geleceğini tehdit eden medeniyetler arası çatışma gibi bir yıkıma yönelmeden farklı kültür ve uygarlıklar arasında yeni bir diyalog zemini kurmak ve geliştirmek zorundadır. Aksi halde altan alta gelişmekte ve ısınmakta olan medeniyetler arası çatışma mitleri ve tezleri güçlenmeye devam edecektir. Oysa Huntington'un medeniyetler çatışmasıyla ilgili tezleri tüm dünyada ne kadar geniş bir tartışma ve duyarlık alanı oluşturmuştur. İnsanlığın geleceğini kaygılandıran bu tür gelişmelere karşı siyasi ve toplumsal bir tavır ve duyarlık geliştirilmek ancak küresel ölçekte bir dalga ve sinerjiyi gerektirmektedir. İşte M. Fethullah Gülen hareketi bu anlamda, Batı ile İslamın yeni bir yüzleşmesinin sosyal, sivil ve kültürel dinamik ve imkanlarını küresel ölçekte araştıran nerendeyse tek hareket ve girişimdir. Gülen hareketi uzun asırlar İslami geleneğin toplumsal ve kültürel bileşenlerini çağdaş modern değerlerle yüzleştiren ve onları müspet ilişkiye sokan ender bir harekettir. Farklı kültür ve uygarlık coğrafyalarında hem eğitim alanında hem de dini ve sosyal alanda geniş bir diyalog süreci başlatmıştır.
Bu açıdan M. Fethullah Gülen, İslamın çağdaş Batı dünyasıyla yüzleşmesinin yeni bir resmi, müspet ve dinamik bir formudur. Bu aynı zamanda Batının İslamla yeniden iyi niyete dayalı karşılıklı komşu ilişkileri geliştirebilecek köprüler kurmasının da yeni bir imkan ve potansiyelidir. Dolayısıyla bu hareket iyi ve doğru okunmalı, ciddi bir girişim olarak algılanmalıdır. Bu yalnızca, Batının İslamı karşısında siyasal bir güç gibi görmek istemeyişine dair ideolojik tavrıyla uyuşup-uyuşmaması açısından değil, aksine eğitim, dinler ve farklı kültür ve uygarlıklar arası diyalog ve hoşgörü çerçevesinde geliştirdiği ve küresel ölçekte birçok aydın, düşünür, siyasetçi, filozof, din adamı ve medya mensubunu elektrikleyen projesinin genel insanlık adına taşıdığı kıymet itibariyle de çok mühimdir
Evet, Gülen şüphesiz İslam dünyasındaki siyasal hareketlerden bariz biçimde ayrışan dini, sosyal ve sivil bir organizasyona vücut vermiştir. O hiçbir zaman siyasal bir eylemi ve partileşme girişimini benimsememiş, ne bireysel ne de cemaat olarak doğrudan siyasal bir aktivite içinde olmamıştır. Siyasal girişimler çok defa kısa vadeli maceralarla sonuçlanır. O, inanmış bir toplumda, toplumun sosyal ve kültürel hayatına uzun vadeli katkıların yanında ebedi hayatını ilgilendiren ve onu gerçek anlamda, her türlü insani, etik ve müspet sosyal ilişkiye açık, geniş yürekli, sevgi ve heyecan dolu, samimi bir mümin kılacak idealler üzerinde yoğunlaşır. Duyarlı bir mümin, sade bir insan ve vatandaş olarak, daha sivil ve toplumsal alanlara yönelir. Bu alanlar ise, ciddi fedakarlığı ve herhangi bir karşılık beklemeden uzun yıllar vermeyi, topluma ve geleceğe adanmış ruhları gerektirmektedir. Siyasal çıkarlar ne adına olursa olsun, sonuçta belli beklentileri olan girişimlerdir. Halbuki bir Müslüman, cân u gönülden inanmış bir mümin, toplumdan herhangi bir karşılık beklememelidir. Bu yüzden Gülen hareketi doğrudan ya da dolaylı siyasal amaçlarla iştigal etmeyi geçici olarak dahi benimsemez.
Gülen Modeli'nin İnsanî Temelleri
Esasında Gülen'in modeli, 21. asra da damgasını vuran insan, birey, hoşgörü ve uzlaşma gibi Türk kültürünün İslam ile buluşmasında gerçekleştirdiği sentezin bir özüdür. Türk Müslümanları çağdaş demokrasinin özü olan hoşgörü ve uzlaşmayı asırlardır geniş bir bölgede uygulamışlardır. Müslümanlık bu bölgede bin yıldır aynı yumuşak doku ile yorumlanmaktadır. Müslüman Türk sufilerinin ürettiği bu doku Yesevi'den Mevlana'ya, ondan Yunus ve Hacı Bektaş Veli'ye uzanan çizgide daha başından bu milletin mayasına aşılanmış uzun bir geçmişe ve derinliğe sahiptir. Gülen bu temelden hareket ederek Türk-İslam sufizminin o geniş hoşgörülü ve yumuşak dokulu yorum ve anlayışını çağdaş şartlarda yeniden üretmiştir. Ancak onun ürettiği yorum daha geniş, aktif ve daha sosyal içerikli bir vizyonu işaretler. Mevlana, Yunus ve Hacı Bektaş Veli'de halkı dergaha çağıran nispeten içe dönük bir yorum vardır. Hoşgörü ve diyalog onlarda dergahın adabı ve sosyal çevresiyle sınırlı bir vizyona vurgu yaparken, Gülen bu çerçeveyi ve vizyonu tüm dünya toplumlarına açarak genişletmekte ve dönüştürmektedir. Yani bir anlamda onun misyonu dönüştürücü bir aktivite içermektedir. Öyle ki bu manada o, misyon ve hareketini insanın yeryüzündeki varoluş amacıyla bütünleştirmektedir. Bir taraftan diyalog ve uzlaşı hareketi ile farklı dünya kültürleri arasındaki iyi niyete dayalı bir tanışma ve karşılaşmayı örgütlerken, diğer taraftan içeride ve dışarıda modernite ile bencilleşen insan unsurunu genel insanlığa hizmet ve adanmışlık ruhu temelinde dönüşüme zorlamaktadır. Modernite insanı pasif, şahsi ağırlıkları ile hareket kabiliyeti zayıf, hantal ve bencil bir insandır. Bu insandan siz din, kültür ve medeniyetler arası diyalog, hoşgörü ve uzlaşı gibi büyük ve ağır bir yükü taşıyabilecek istidat üretemezsiniz. Bu yükü omuzlayacak insanlar fedakar, samimi, diğerkam ve mangal yürekli olmalıdır. Vurmaya, kırmaya, yıkmaya gelen insanlar bile onda dirilmeli, kendi insani temellerini bulabilmelidir. Bu yüzden Gülen'in diyalog ve hoşgörünün temeline yerleştirdiği insan, hem düşünce olarak, hem de tavır olarak daima müspet hareket etmelidir. Güdülerle, tepkilerle, iç ve dış reflekslerle hareket etmemelidir. Yıkıcı değil, yapıcı olmalı. Böyle bir insan çilekeş olmalıdır. Yalnızca basit dindarlıkla, kendi kuytusunda sade varolmakla ve kendini toplumsal akışa bırakmakla üstesinden gelinebilecek bir şey değildir bu. Gülen'in modeli, çileci bir modeldir. Önü ve arkası sonsuza kadar açık bir modeldir. Ne manevi aşkınlığın, ne maddi fedakarlığın ve ne de diğerkamlığın son bir sınırı vardır. Hepsi sonsuza açılır. Toplum adına, insanlık adına, ilahi aşk adına ne yapsanız azdır.
Gülen'in ortaya koyduğu bu geniş vizyonlu örneğe rağmen belki bazı kesimler kendilerini ve düşüncelerini bu örnekte bulamayabilirler. Farklı ideolojik kaygılar, ortaya farklı fotoğraflar koyabilir. Ama onun sunduğu vizyon genel insani ve evrensel kaygılar penceresinden bakılınca aslında tüm insani ve toplumsal süreçleri kucaklayacak bir etkiye sahiptir. Çünkü o bütün ideolojik kaygıları bir tarafa bırakarak, hemen her ideolojinin de temel malzemesi olan insan üzerine bir model ortaya koymuştur. Ve bu modeldeki insan, Allah'ın yarattığı ve yeryüzüne varis kıldığı saf, ilahi aşk, insan ve varlık sevgisi adına şahsi tüm istek ve arzulardan vazgeçebilecek diğerkam bir insandır. Ve siz bu insanı, her türlü ilişkinin, toplumun, önderliğin ve liderliğin temeline yerleştirebilirsiniz. Her türlü toplum modelini ondan oluşturabilirsiniz. Bu insanın ruhî, fikrî ve sosyal tabiatı, her yerde müspet hareket etmektir. Gülen'in sesine ve düşüncelerine gönül vermiş insanlar her yerde böyle hareket etmektedirler. Dünyanın farklı coğrafyalarında, ideolojik, siyasi, dini ve farklı sosyo-kültürel ortamlarda, hemen herkes tarafından hüsn-ü kabul görmekte ve insani, toplumsal ve etik herkesin rahatlıkla paylaşabildiği ortak değerlere vurgu yapmaktadırlar.
Modernleşme, öncelikle 'geleneksel insan'modelini ortadan kaldırmayı amaçlamış ve bunu yapmak için, siyasi, sosyal ve kültürel araçlar icat etmişti. Geleneksel insan, kamusal bir modeldi. Yani yalnızca kendisi için yaşamıyordu. Toplum, millet, din ve insanlık adına fedakardı. Çıkar ve menfaat güdüsüyle hareket etmiyordu. Yardımlaşmayı, dayanışmayı ve paylaşmayı dinî bir vecd içinde ifa ediyordu. Fakiri, komşuyu, muhtacı ve hatta dünyanın öbür ucundaki ahlaki ve insani bir problemi görüyor, tel'in ediyordu. Ama modernleşmenin ideolojisi böylesine geniş, yufka ve tabir yerinde ise mangal yürekli insan modelini kaldıracak değerlere sahip değildi. O, maddeci ve materyalistti. Onun insan modeli her şeyden önce 'insan'değil, bir 'birey'di. O kendi kuytusunda, çıkar ve menfaat dünyasında tek başına yaşıyordu. Onun ideolojisi durmadan ilerlemekti. Kazanmak, daha çok kazanmak, zenginliğin ve refahın tüm sınırlarını tüketmekti. Dünyanın oldukça dar bir kesiminde gerçekten de bu model tuttu. Ancak insanlar zenginlik ve refahın tüm mekansal sınırlarına ulaştıklarında dahi, siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel sorunların bitmediğini görmekte gecikmedi. Maddi zenginlikleri arttıkça ruhî fakirlikleri de arttı. Sonuçta ulaştıkları nokta, hem maddi hem de manevi tatminsizlik üreten bir zemine gelip dayandı. Ve insanlar; kitleler, topluluklar, baskı grupları ve geniş örgütler halinde, içinde yaşadıkları sistemi sorgulamaya yöneldiler.
İşte bu tarihsel, maddi ve sosyo-kültürel konjonktürde hemen hemen bütün yeryüzü toplumlarında yükselmekte olan yeni dini yaşama biçimi ve pratiklerinin önemi ortaya çıkmaktadır. Yeni toplumsal ve siyasal krizlerin temelinde insan unsuru öne çıkmaktadır. İnsanın yeryüzündeki varoluşu ve kendini gerçekleştirme biçimi yeniden sorgulanmaktadır. Bu sorun ilk basit tabiatçı filozoflardan bu yana felsefi düşüncenin üstesinden gelmeye çalıştığı bir sorundur. Ancak insanın yeryüzündeki varoluş amacına yönelik en kapsamlı ve tatmin edici cevabı semavi dinler vermiştir. Ve insanın modernleşme süreciyle içine düştüğü macera, sosyal, ekonomik ve politik ödediği bunca bedelden sonra yeniden kutsala; insanı evrenin amacı kılan ilahi ve semavi değerlere dönüşle son buldu. Semâvî dinlerin üzerinde ehemmiyetle durduğu 'erdemli insan', bugün artık sosyal paradigmaların da peşine düştüğü ideal insandır.
Evet modern uygarlık, bir taraftan fedakar ve topluma adanmış ruhlara, diğer taraftan da dünyanın farklı kültür ve medeniyetine mensup milletlerin ürettiği bu çoğulcu değerler arasında ciddi bir diyalog ve uzlaşı hareketine, şiddetle ve aciliyetle muhtaçtır. M. F. Gülen Hoca Efendi ve hareketinin insan ve eğitim temelinde geliştirdiği hummalı faliyet böyle bir zeminde oldukça ehemmiyet arz etmektedir.
Gülen Hareketinin Dini Temelinin Modern ve Toplumsal Yönü
M. F. Gülen şüphesiz dini ve sufi temellere sahip bir insandır. Bu manevi temellerin onun eğitimsel, insani ve sosyal alandaki tüm faliyetlerini etkilediğinde kuşku yoktur. Modern çağda dinin bu nispette insan, toplum ve eğitim hayatının içine sokulması, her şeye rağmen dinin o müthiş örgütleyici, heyecan ve ruh verici gücünün ve insandaki gizli potansiyelleri açığa çıkaran motive edici kuvvetinin bir göstergesidir. En azından birkaç asırdır insanlık dinin bu güçlü motivasyonunu ihmal etmiştir. Bu, çağın aşırı sekülerist ve maddeci anlayışının bilinçli bir tercihiydi şüphesiz. 1700'lerden bu yana T. Woolston ve Büyük Frederick'ten Voltaire'e, ondan Comte ve F. Engels'e, M. Müller'den Freud'a, Marx'a ve A. E. Lrawley'e, ve dahi 1960 ve 1970'lerde P. Berger ve Bryan Vilson'a ... kadar bir çok düşünür, fikri, felsefi ve bilimsel olarak dinin sonunun geldiğine kendilerini öyle inandırmışlardı ki, aksine zerre kadar ihtimal vermemişlerdi. Ama her şeye rağmen din, daha kapsamlı bir toplumsal varoluş zemini inşa ederek yeniden insanlığın gündemine dahil olmuştur.
Weber'in, Protestan ahlakının çağdaş kapitalizm ve insanın ticari ve iktisadi çalışma güdüleri üzerindeki olumlu motivasyonuna ilişkin geliştirdiği tezlerini anımsarsak, dinin son dönem modern toplumlardaki yeniden yükselişinin rasyonel temellerini de keşfetmiş oluruz. Ama Weber'in sisteminde din, iktisadi ilişkileri tahrik ederken, aynı zamanda paradoksal bir şekilde modern toplumun değerleri tarafından rasyonelleşme istikametinde dönüştürülüyordu da. Ancak dinin bu son dönem insani ve toplum ilişkilerinde yükselen bir değer olması, kesinlikle Weber'in döneminden daha kapsamlı, istikrarlı, dengeli, ve olumlu yönde gelişme göstermektedir. Özellikle Gülen hareketinde din ile bilim, eğitim ve toplumsal ilişkiler arasındaki denge bunun açık bir göstergesidir kanaatindeyiz.
Müspet Hareketi Esas Alma Prensibi
Gülen hareketinin en temel dinamiklerinden birisi, insanın her alanda müspet ve olumlu tavır geliştirebilmeyi ilke edinmesidir. Kavga, çatışma, bedbinlik ve toplumu gerginliğe sevkedebilecek her tutum ve davranıştan kaçınmayı esas almasıdır. Bir insanın dahiyane vasıf ve kabiliyetleri olabilir. Ama bunları toplumla uyumlu bir ilişkiye sokmadıkça bunlardan istifade etmek mümkün olamayacaktır. Kişilerden mahir, kabiliyetli ve becerikli olmaları istenmekle birlikte, uyumlu olmaları da beklenmektedir. Bu, insanın bireysel tercih ve tecrübelerini askıya alması ya da unutması anlamına gelmez. Aksine hem kendiyle hem de toplumla barışık kişinin ideal bir portresidir bu.
Gülen'in, toplumsal yönü daha fazla öne çıkarılmış bir insan modeli vardır. Ancak kişisel olarakinsanın tam bir birey olmasını da salıklar. Zira fikri, düşüncesi, tecrübesi ve kişisel becerileriyle bağımsız şahsiyet edinememiş bir kimsenin toplumsal alana nitelikli katkılar yapması olası değildir. O, klasik İslami sufi literatürde 'İnsan-ı kâmil' olarak tanımlanan yüksek insani şahsiyete, bu tam ve kâmil bireye toplumsal alana dönük bir açılım getirmiştir. Aslında bu onun sisteminde, toplum ve insanlık adına kendi yaşama zevklerinden fedakarlık yapan, bir anlamda başkaları için yaşayan ideal insan modelinin bir açılımıdır. Zira, ancak böylesi bir insan her alanda müspet hareketi esas alabilecek ve geliştirebilecektir
Gülen daha 70'li yıllarda cami kürsülerinde İslam ümmetinin ilk kuşaklarını teşkil eden, sahabe hayatından yaşanmış misaller getirmektedir. O dönemden duru ve saf inanmışlık motifleri sunmaktadır dinleyenlere. Bu kuşaklarda, siyasi, ideolojik ve köktenci addedilebilecek hiçbir katılığa rastlanılmaz. Bu kuşak orta derecede bir sosyal yaşam süren, genelde fakir, ama hepsi uyumlu ve saygın şahsiyetlerden oluşmaktadır. Bu asırlar, fedakar, diğergam ve sade insanların inci gibi yan yana dizildiği bir asırdır. Bu sade, basit ama fedakar, zahidlik derecesinde katı şartlarda gerçekleşen, ihtişamsız fakat zevkli hayatı gerçekleştiren,duygusal ve dine gönülden bağlı insanlar, M. F. Gülen hareketinin ideal köklerini oluşturur. Bu nesil, taş kalpli, zalim, cahil, bağnaz, kaskatı cahili geleneklerin arasında inci gibi parlıyan ve, insaniyetleri ve ahlaki duyguları itibariyle bu katı cehaletin eritici kazanından hiçbir etki almadan saf ve duru kalabilmiş insanlardan mürekkeptir. Her halleriyle müspet bu insanlarda göze, dile, dişe takılan hiç bir şeye rastlamak mümkün değildir.
Müspet hareket tarzı, hiçbir ertelenmiş ve bilenmiş duyguyu özünde barındırmaz. M. F. Gülen'deki asr-ı saadet idealinin özünü bu anlayış oluşturur. Bu idealin temelinde, artık var olmayan bir topluluğun sözcülüğünü yapma, onun adına konuşma... gibi bir nostalji ya da tahassüre yer yoktur. Bu güne dek 'İyi adamlar iyi atlara binip gittiler..' tahassürü pek çok hareketin geçmişe olan özlemini biçimlendiren bir deyim olmuştur. Halbuki asr-ı saadet vurgusu Gülen hareketinde hem ideal bir örnek, hem bugün de yaşanılır bir model olarak bulunmaktadır. Nitekim harekete gönül vermiş pek çok kimse, İslam tarihi boyunca bile hemen hemen yalnızca asr-ı saadette görülebilen bir düzeyde ciddi fedakarlıklarda bulunmakta, ancak o dönemin sadakat ve diğergamlığı ile ölçülebilecek bir hizmet anlayışı sergilemektedir. Bunda şüphesiz Gülen'in çağdaş insani davranışa getirdiği yorumun ve geliştirdiği müspet hareket ilkesinin büyük katkısı olmuştur.
Hareketin bu hassasiyeti, İslamî hayat tarzına geri dönüşü simgeleyen ve giderek çağdaş hareketlerde yaygınlaşan bir davranış kalıbı haline gelen sloganik yaklaşımlardan farklılaşır. Zira bu tarz sloganlar daha ziyade dikey, yani yukarıdan aşağıya derinleşen siyasal bir programa vurgu yaparlar. Başka bir deyişle, klasik İslamcılığın tezleriyle örtüşen bir modele yaklaşırlar. Tepeden aşağıya doğru siyasal bir dönüşüm olmadıkça, İslamî hayat tarzına dönüşün de neredeyse imkansız olduğunu öngörürler. Oysa ki Gülen hareketi, asr-ı saadet idealini bu tarz yorumlamaz. O, daha ziyade yatay yani bireysel ve toplumsal bir gelişmeyi öngörür. Buna göre İslam'a dönüş diye bir şey yoktur. Ya da şöyle algılanmalıdır; kişi eğer inanıyorsa, nerede ve hangi şartlarda olursa olsun, zaten Müslümandır ve Müslümanca davranmalıdır. O, her hangi bir iddia taşımadan önce, İslam'ı duyarak, vecd içinde yaşayandır. Bunun en temel örneği de asr-ı saadettir, sahabe pratiğidir. Sahabe her şeyden önce, İslam'ı saf ve duru bir bağlılık içinde yaşamış, yaşarken de, tepeden, siyasal ve ideolojik bir program davası gütmemişti. O, bütün sadeliği içinde duyduğu, hissettiği ve yaşadığı İslam'ı, başkalarına da tebliğ etmeye ve duyurmaya çalışmıştı. Etrafını kuşatan katı toplumsal şartlara rağmen sahabe, İslamî ve ahlakî duruşunu, müspet hareket etmedeki ısrarını, herhangi bir siyasî ya da ideolojik dönemin beklentisine ertelemedi. Saf İslamî yaşantısında böyle bir dava ve iddia da yoktu haddi zatında.
İşte Gülen hareketindeki 'asr-ı saadet' ideali herhangi bir geri dönüşün ya da ertelenmiş duyguların bir karşılığını değil, İslam'ın sade ve bilinç düzeyinde şuurlu bir yaşamını ifade etmektedir. Sahabe, İslam'ın şuurlu ve yüksek bir bilinç ile yaşanmasını temsil etmektedir. Bu yüzden sosyal hareket analizlerinde radikalliğin ve İslamî köktenciliğin(!) bir göstergesi addedilen, İslamî asıllara ve ilk dönem İslamî örneğe geri dönüş idealleri, Gülen hareketindeki 'asr-ı saadet ideali' ile hiçbir şekilde örtüşmemektedir. Gülen bu örnekler üzerinden müspet hareketi esas almış bir insan modeli üretmeyi denemiştir. Bunu da hem 70'li yıllar boyunca gezginci vaiz kimliği, hitabeti, yazı, makale ve sohbetleri hem de teşvik ettiği eğitim kurumları ve 30 küsur yıllık hizmet hayatıyla ortaya koymaya çalışmıştır.
Müspet hareket dinamiği, Gülen hareketinin bugün dünyanın dört bir yanında eğitim ve diyalog faaliyetlerindeki başarının arkasındaki manevi temellerden birisidir. Bu dinamiğin sade bir insana dahi kazandırdığı heyecan ve hizmet aşkını anlamadıkça, dünyanın değişik mahrumiyet bölgelerinde dahi hareket mensuplarının özverili ve başarılı çalışmalarının arkasındaki sırlı gücü algılamakta güçlük çekmemiz tabiidir. Müspet hareket prensibi hareketin neredeyse bütün faaliyetlerini kuşatmaktadır. İdeolojik hareketler ise daha ziyade kavga ve diyalektiği esas aldığı için tüm heyecan ve enerjisini insan ve toplumu germekten almaktadır. Onlar toplumda menfi bir hareket tarzı ikame etmedikçe, adeta toplumun kılcal damarlarıyla oynamadıkça emel ve eylemlerini gerçekleştiremezler. Elbette her hareketin tutunduğu bir müspet değerler sistemi vardır. Aksi halde geniş kitlesel taban edinmeleri mümkün olmaz. Ancak müspet hareket etme, hareketin bütün dahili ve harici dinamiklerini kuşatmıyorsa, bunun sağlıklı ve uzun müddet tutarlı toplumsal ilişkiler geliştirmesi düşünülemez. Bu yüzden müspet hareket, Gülen hareketinin temel dinamikleri arasında yer almaktadır.
Gülen'e göre bugün Müslümanlar, kendi kültürel, sosyal ve varoluş kimliklerini çatışma ve kavga gibi yıkıcı değerler üzerinde biçimlendiremezler. Bu, haddi zatında İslam'ın insani ve evrensel değerleri ile bağdaşmaz. Geçmiş dönemlerdeki uzun soluklu savaşlar, o günün uluslar arası ilişkilerine hakim olan güç sorunu ile ilgiliydi. Bu, geçmiş bütün siyasi imparatorluklar ve dini oluşumlar için geçerli olabilirdi. Ama bugün insanlık böyle bir çatışmayı küresel düzeyde kaldıracak güçte değildir. Zaten İslam dininin evrensel değer sistemi, 'sulh ve karşılıklı diyalog ve hoşgörü' esasına dayanmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) ilk Medine sitesinde bu esası uygulamıştır. Medine'nin yerli ahalisi farklı din ve farklı kültürlere mensup topluluklardan oluşmakta idi. Hz. Peygamber (s.a.s.) tarihte belki de ilk defa, bugünkü evrensel insan hakları beyannamesinde yer alan ilkeleri dahi aşan bir değerler sistemi ile hareket ediyordu. Bu tarihsel vesikaların bize gösterdiğine göre, farklı dini ve kültürel kimliklerin karşılıklı hak ve yükümlülükleri açıkça tanımlanmış ve bir konsensüse gidilmişti. Buna göre Müslüman olmayanlar kendi din ve düşüncelerinde, yaşam biçimi ve ibadetlerinde özgür olacak, kimse onlara müdahale etmeyecek ve Müslümanlarla dini, hukuki ve kültürel özerklik temelinde çoğulcu bir organizasyonun ortakları konumunda yaşayacaklardı. Hz. Ali (r.a.), Mısır valisi Malik b. Eşter'e gönderdiği mektubunda bunu sistemli bir hukuki ifadeye dökmüştü. Hz. Ali'ye (r.a.) göre Müslümanların hakim olduğu bölgelerde yaşayan insanlar iki ana gruba ayrılıyorlardı; biri, 'Dinde kardeşlerimiz olan Müslümanlar', diğeri de 'Yaratılışta eşitlerimiz olan gayri Müslimler'. Her ikisinin de korunma hakları vardır. Tarihte hiçbir kültür, kendinden başkasını böylesine ontolojik insanî bir temele oturtup yüceltebilmiş değildir. Haddi zatında Hz. Ali'nin (r.a.) bu tanımlaması, Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimizin 'Bütün insanlar Âdem'in çocuklarıdır, Âdem de topraktandır' hadisine dolaylı olarak vurgu yapmaktadır.
İşte İslamın, insanlar arasındaki ilişkilere yönelik tavrı buydu ve Müslümanlar, uzun asırlar bu hoşgörü ve diyalog esaslarına bağlı kalarak gerçekten de beraber yaşadıkları diğer dini ve kültürel halkların tüm yaşam biçimlerini ve özgürlüklerini teminat altına alan, geniş ve özgürlükçü bir perspektif geliştirdiler. Bu geniş perspektif, uzun asırlar boyunca İslam toplumlarında sosyo-kültürel temele dayalı bir çoğulculuğun gelişmesine yardım etti.
Gülen hareketi bugün bu hoşgörü esasına bağlı sosyal çoğulculuğun küresel ölçekte yaygınlaşması için çaba sarf etmektedir. Şüphesiz geçmişteki çoğulculuk yine de dini esaslarla sınırlıydı. Ancak bugün daha geniş kültürel ve siyasi temellere de ihtiyaç vardır. Böylesi bir uzlaşı kültürünü üretebilmek için farklı medeniyet mensubu insanların da bu çabalara müspet katkıda bulunmaları gereklidir. Her milletin geçmişinde ve kültürel mirasında farklı kültürel yaşama biçimlerine karşı hoşgörü ve müsamahayı salıklayan insani ve evrensel değerler bulunmaktadır. Bunların, yeryüzünde ortak ve yaşanabilir bir çoğulculuğun kurulabilmesi için çıkarılıp, müntesiplerince örgütlenmesi gerekmektedir ki Gülen hareketinin çabaları küresel düzeyde karşılık bulsun.
Tükenmez Bir Motiv Güç Olarak Ebediyet İdeali
Gülen hareketinin temel dinamiklerine yönelik söylenebilecek, mühim diğer bir husus da şudur. Hareketin dinamiklerine genel ve bütüncül bir bakışla yöneldiğimizde, hepsinin daha üst bir söylem ve idealle kuşatılmış olduğunu görürüz. Yani bu temel dinamiklerin en belirgin özelliği, İslam'ın ilâhî bir vahiy ve din olması itibariyle yöneldiği, ebediyet idealiyle özdeşleşmesidir. İslam, insanı izâfî ve geçici olan varlıklar dünyasının ötesinde, ebedî ve mutlak olan hakikate ulaştırmayı da üstlenir. Bu ebediyete yürüyüş ideali, Gülen hareketinin bütün dâhilî ve sosyal dinamiklerinin özünde mündemiçtir.Bu, herkesçe bilinen bir gerçekmiş gibi görünebilir. Çünkü hemen tüm dinlerin özünde de var olan bir idealdir. Ama bu ideal ve dinamik Gülen hareketinde, yalnızca soyut bir ideal olarak kalmaz. Neredeyse onun bütün dahilî ve sosyal ilişkilerini kuşatan aktif bir programa dönüşmüştür. Onun için Gülen'in insan modeli, ucu açık, sonsuza uzanan bir fedâkârlığı ve diğergâmlığı kucaklamayı gerektirir. Sonsuzluk ideali bütün dinamiklerin anlam ve öneminin sınırlarını bir kat daha genişletir. Bu anlayış Gülen hareketinde güçlü bir metafizik gerilim üretir. Zaten Gülen'in kendisi de sık sık bu metafizik gerilimden söz eder. Öyle ki, bu ilke temel bir dinamik halinde, her davranış ve girişimde yeniden ve yeniden üretilir. Bu olgu hareketin gidişatında, dünyanın dört bir yanında, bin türlü çile ve yoksunluğu o zor şartlarda göğüsleyebilen insanlarda yüksek bir gerilim hattı oluşturur. Aksi halde bu metafizik gerilim olmadan değil oralarda yıllarca kalmak, oralara geçici turistik amaçlarla gitmek dahi mümkün kılınamaz.
M. F. Gülen'in fikrî ve aktif mücadelesi ve yaşamı boyunca, gerek yazı ve makalelerinde, gerekse de söyleşî ve sohbetlerinde üzerinde ısrarla durduğu, sürekli tahşîdât yaptığı, birçok faaliyeti üzerine binâ ettiği belli kavram ve dinamikler bulunmaktadır. Pek çok yerde o, bu kavramlarla konuşmakta, mesajını ve toplumsal öğretisini onlar üzerinden dile getirmektedir. Bunlar çok özet olarak şunlardır; vicdan genişliği, yaşatma ideali, Hakk'a ve halka adanmışlık ruhu, fedakarlık, sadakat ve vefa, tevazu ve mahviyet, kardeşlik ve tefani, maddi-manevi himmet ve hayırhahlık, Allah'la irtibat, evrad ve ezkar ile bütünleşme, gönül insanı olma, müspet hareketi esas alma...
Diğer taraftan M. F. Gülen'in bu dinamikleri ele alış ve yorumlayış biçimi de dikkat çekicidir. Gülen, genel İslamî tutum ve algılayışında olduğu gibi, harekete dair dinamikler konusunda da muhafazakâr sayılabilecek bir eğilime sahiptir. Ancak onun tüm fikir, düşünce ve aksiyonunu sürekli içeriden yenileyen aktif ve pratik bir algılama biçimi vardır. Muhafazakârlığı hiçbir şekilde tutucu bir katılığı barındırmaz. Hem düşünce sistemi, hem de hareket tarzı onun yorumlarındaki canlılığı hissettirir. Temel dinamiklerin ve hassasiyetlerin genel çerçevesi aynı kalmakla birlikte, insanı şaşırtacak bir genişliği, canlılığı ve hareketliliği özünde barındırır. Aynı dinamiklere farklı zaman ve mekanlarda getirdiği yorumlarla âdetâ onların muhtevasını genişleterek dâimâ kendi kendisini yenileyen ve yeniden üreten bir sistematik oluşturmaktadır. Hem sanatın, hem de edebî inceliğin ve eleştirinin, kısaca fikrî, felsefî ve edebî söylemin hemen tüm inceliklerine vurgu yapan geniş bir muhtevâ ve dil zenginliğini örgütleyen bir hitabeti ve tavrı bulunmaktadır.. Bu geniş yelpaze, onun söyleminin temel karakteristiğini etkilemeden, içeriğini sürekli yenilemekte ve geliştirmektedir. Gülen hareketinin dahili dinamiklerini ortaya çıkarmak ve bunları sistematik bir biçimde yorumlamak elbette burada zikrettiğimiz hususlarla sınırlı değildir.
Burada Gülen'le ilgili dikkate alınması ve başlığa çıkarılması gereken önemli bir husus da, onun İslami gelenekle olan derin ve canlı ilişkisidir. Bunun şahsen çok önemli olduğu kanaatindeyim.. Zira onunla ilgili analizlerde, farklı hassasiyet noktalarından hareket edildiği için ortaya birbirinden farklı şahsiyet ve hareket değerlendirmeleri çıktığını görmekteyiz. Bu, bir dereceye kadar normal karşılanabilir. Ancak, Gülen'in uzun İslam ulema geleneğinin son halkalarından birisi olduğu unutulmamalıdır. Bu geleneğin, İslam tarihinin, İslami ilimlerin, toplumun, devletin ve hatta topyekün İslam medeniyetinin uzun asırlar taşıyıcılığını ve nesilden nesile aktarıcılığını üstlendiğini gözardı etmemeliyiz. Şüphesiz Gülen uzun bir geleneğe ve bu geleneğin asırlar boyunca ürettiği değerler sistemine tutunan bir şahsiyet, bir ilim adamı ve aksiyonerdir. O âdeta bu uzun geleneğin çağdaş bir mümessili konumundadır. Bu yüzden bazıları onu, o uzun gelenek içinde, yani konuşmaları, çıkarımları, mesele ve sorunları muhakeme ve ele alış biçimi ile geleneğe sık sık vurgu yapan biri olarak okurken, bazıları da çağdaş meselelere olan vukufiyeti, ilgisi ve getirdiği pratik çözüm ve yorumlarla tamamen modern ve çağdaş bir fenomen olarak okumaktadır. Nereden bakarsak bakalım Gülen'in İslami ulema geleneğinin bir devamı, bu geleneğin bir parçası ve mensubu olduğunu gözden ırak tutmamalıyız. Hem sade ve zahid yaşamı, hem de İslami ilimler hiyerarşisine olan vukufiyeti ve topyekün dünya görüşünü şekillendiren düşünce ve muhakeme usulü ile o, tam da bu geleneğin insanıdır. Ayrıca onun geleneksel İslami düşünce ve ilim mirasıyla ilişkisi yalnızca 'gelenekselci' diye nitelenen, bir anlamda salt entelektüel bir ilişki değildir. O, bizzat bu geleneğin yaşayan, akıl, kalp, ruh ve davranış insiyaklarına kadar yansıyan canlı bir timsalidir âdeta. Onun tutumu, çağdaş bazı fikir akımlarında olduğu gibi, modernitenin getirdiği felsefe ve hayat biçimlerinin baskısından kaçarak, geçmiş uzun geleneğin serin ikliminde kendine yeni bir sığınak arayan nostaljik bir entelektüel fenomen değildir.
O bu gelenek içinde neş'et etmiş, bugün bizim yaptığımız gibi geriye dönük gelenek okumaları şeklinde, yalnızca yazılı kaynakları ve ilimler hiyerarşisini bilmek tarzında değil, şifahi olarak aktarılan tutum ve davranışları da geleneksel yollardan bizzat miras edinmiştir. Entelektüel hareket bir geri dönüş hareketidir, bir sığınma ve sera edinme girişimidir. Oysa Gülen'in duruşu bir varoluş hadisesidir. Herhangi bir güven bunalımına, ya da kendine, kendi geleneğine yabancılaşmanın neticesi bir arayış, bir çıkış değil. Bu yüzden Gülen'in tüm konuşmalarınının, çözüm ve önerilerinin gelenekten bir temele, bir usul prensibine oturtulduğunu görürüz. Gülen tam anlamıyla fıkhi, kelami ve sufi asıllarla konuşmakta, her sözünü bu asıllara dayandırmaktadır. Bugün ilahiyat fakülteleri dahil çok az insan bu asıllarla konuşmaktadır. Özellikle çağdaş problemler ve kavramlar mevzubahis olduğunda pek çok akademisyen, İslami asıllara müracaat etmeyi zait addetmektedir. Çağdaş düşünce, felsefe, hassasiyet ve muhakeme pratikleriyle yetinmektedir. Halbuki bu tür yeni meselelerin ele alış biçiminin, yaklaşım ve yorum keyfiyetinin dahi geleneksel usul hiyerarşisi içinde belirli kavramsal ve yöntemsel bir temeli vardır. Bu kavramsal ve yöntemsel muhakeme çerçevesi takip edilmediği takdirde, gelenekten herhangi bir meşruiyet almak mümkün değildir. Belki çağdaş bir probleme kısa vadeli pratik bir çözüm getirmiş olunur, ancak bu sözlerin ve çözümlerin uzun vadeli toplumsal bir katkısı ve güven verici bir temeli olamaz.
İster modern batılı değerler ve düşünce sistemi açısından, isterse bugünün İslam dünyasındaki parçalı düşünce ve pratik araçları açısından bakılsın Gülen, uzun asırlar boyunca bütüncül bir dünya görüşü inşa etmiş İslam ulema geleneğinin ve ilimler hiyerarşisinin çağdaş bir resmini verir bize. Hem düşünce ve disiplin hem de davranış ve yaşam olarak klasik İslami şahsiyetin bütüncül dünya görüşünü yansıtan bir aynadır Gülen. Modernite her yerde klasik, bütüncül dünya görüşlerini inşa eden eğitim ve düşünce sistemlerini dönüştürmüştür.
Modernite öncesi batı düşüncesi de bütüncül bir dünya görüşü inşa etmişti. Ortaçağda Avrupa medeniyeti, özellikle eğitim alanında birçok yönden İslam medeniyetine benzeyen dini ve bütüncül bir medeniyet idi. 19. yüzyıla gelinceye kadar hâlâ birçok batılı eğitim kurumu Orta çağ geçmişinden derin izler taşımaktaydı. Ama 19. asır pozitivist ve marksist kuramcıların elinde batılı eğitim, ortaçağın bütün zihni ve manevi tecrübelerinden arındırılarak tamamıyla seküler bir yapıya büründürülmüş ve bu modern eğitim kurumlarında insan, din dışı, salt dünyevi bir varlık olarak tanımlanmıştı. Dolayısıyla uzun ortaçağ boyunca insanın eğitiminin en önemli yönü addedilen zihin, ruh ve ahlâkî unsurlar burada artık ya bütünüyle izafileştirilmekte, ya da tamamıyla terkedilmekteydi.. Böylece sekülerleşen insan, ortaçağ boyunca dini düşüncenin tüm toplumsal, ahlaki ve insani temellerini yerinden eden modern eğitim kurumlarını ortaya çıkardı. Bu kurumlar artık bundan böyle, insana bütüncül bir dünya görüşü vermek yerine, parçalanmış ve bölümlere ayrılmış bir ilim ve disiplin anlayışı getirecektir.
Bugün batılı bilim ve eğitim, ciddi bir bütünlükten yoksundur. Bilgi dalları tamamıyla birbirinden ayrıştığı gibi, bilgi ile din, ahlak ve manevi idealler arasındaki bağlar da koparılmıştır. Oysa ki ortaçağ boyunca İslam dünyasında olduğu gibi batılı bilim anlayışı da, farklı bilgi dallarının ağacın ana gövdesiyle entegre edildiği bütüncül bir dünya görüşüne bağlı idi. Modern eğitim müessesesi bugün, modern dünyanın değer sistemine, toplum ve devlet anlayışına bağlı olarak seküler bir eğitim vermektedir. Buradaki eğitimin ana amacı, bilim ve teknoloji üretmek, maddi kalkınmayı, ilerlemeyi ve yeni ekonomik açılımlar sağlayacak temelleri ve imkanları inşa etmektir. Refah devleti ve toplum anlayışını sürdürecek ve geliştirecek bilimsel, toplumsal ve siyasal araçlar ve bakış açıları üretmektir. Bilgi, teknoloji, zenginlik, refah ve güç üretmektir. Dolayısıyla bütün özgürlük tanımları, insan, eğitim ve felsefe anlayışları bu çerçevede tanımlanmaktadır. Eğitim sisteminin bu dini ve geleneksel dünya görüşü temelinden tedricen kopması, çağdaş eğitim sisteminin de en temel bunalımını meydana getirmiştir. Batıdaki kadar keskin olmasa da eğitim sistemi İslam dünyasında da sekülerize edilmiştir. Bilim ve disiplinler ise, çağdaş temayül ve gelişmelere uygun olarak birbirinden tamamen ayrışmıştır. Pek tabii bu ayrışma kaçınılmaz olarak, akademisyen tavrı olan ihtisaslaşmayı getirmiştir. Bu da klasik ilim ve bilgi hiyerarşisindeki bütüncül yapıyı ve hatta bütüncül dünya görüşünü parçalamıştır. Bugün artık İslami ilimlerin hemen bütününde az- çok söz sahibi olan o eski ulema geleneği kaybolmuştur. Çağdaş eğitim müesseseleri -ilahiyatlar dahil- belli alanlarda uzmanlaşmış akademisyenler yetiştirmektedir. Hatta aynı disiplinin bile bütününde değil, bir dalında ya da bir konusunda uzmanlaşma sözkonusu olmaktadır. Yani Gülen'in aldığı eğitimle bugünün ilahiyatçılarının aldığı eğitim bu açıdan farklılaşmıştır. Gülen o eski bütüncül eğitim sistemi içinde, yani bir ilim geleneği ve mirası içinde yetişmiştir. Bu yüzden Gülen'in hem düşünce sistemi, hem de eğitimle ilgili görüş ve projesi uzun bir geleneğe tutunmaktadır.
Diğer bir hususiyet ise, aynı zamanda geleneksel İslami eğitim sisteminin en önemli vasfı olan ilahi vahyin insan ve toplum hayatındaki merkeziliğine, insanın Allah'a kulluğuna, bilgi ile ahlak, bilim ile din arasındaki sıcak ilişkinin inşa ettiği İslami şahsiyeti, İslam dünya görüşünün diğer ilke ve değerlerine entegre eden bütüncül bir hiyerarşiye sahip bulunmasıdır. Gülen'in bilgi ve ahlak anlayışında, bilim ve din arasında kurduğu ilişkide, geliştirdiği eğitim müfredatı ve muhtevasında, eğitimin anlam ve gayesinde, insan, varlık, toplum ve ahlakla ilgili genel görüşlerinde bu bütüncül telakkiyi bulmak mümkündür. Tüm bu açılardan bakınca Gülen, gerçekten uzun bir geleneğin günümüzdeki mümessilidir. Burada Gülen'in anlayışı, tecrübe ve birikimi, yeni toplumsal ilişkilere getirdiği yorum ve hareket tarzı üzerinden bakınca, onda geleneksel olan bir şeyleri keşfettiğimizi söyleyebiliriz. İlk bakışta yeniden kadim değerlere, medeniyet ve dünya görüşüne açılma gibi biraz da nostaljik bir anlayışa varabiliriz. Ancak daha yakından tanıdıkça Gülen'de bu gelenek vurgusunun yalnızca böyle dışarıdan tanımlanan, emaneten ve âriyeten bir gelenek inşası -ya da geleneğin yeniden inşası gibi salt entelektüel bir vurgu- olmadığı görülür. Aksine o, tabiat ve ahlak olarak, düşünce, iman ve aksiyon olarak, ruhi, manevi ve akli meleke ve insiyaklar olarak geleneksel değer sistemi içinde neş'et etmiş ve onu özümsemiş, onunla bütünleşmiş bir insandır. Kelimenin tam manasıyla o yaşayan bir gelenektir âdeta.
Geleneksel bilgi sistemine, düşünce ve muhakeme biçimine, ilimler ve disiplinler hiyerarşisine geçmiş mirası biraz kurcalayarak, az gayretle biraz da eğitimini alarak belli bir düzeyde vakıf olunabilir. Ama onu topyekün bir dünya görüşüne, tutarlı ve içten bir aksiyon hareketine, toplumsal ve ahlaki bir düşünce ve felsefe geleneğine dönüştürmek mümkün olmaz. Yalnızca zengin mirası okuyarak bu dönüşüm gerçekleşemez. Zira dönüşüm salt zihinsel bir vâka değildir. Zaman ve uzamda ilahi bir takdir, toplumsal bir sünnet, siyasi, kültürel ve sosyo-psikolojik bir dizi değişimi ve dönüşümü ihtiva eder. Geleneksel ilim ve eğitim hiyerarşisi bu sünneti her alanda gözetmekte, ilahi takdire ve kevni sünnete tam anlamıyla inanmaktaydı. Bütüncül eğitimin gözettiği temel hususiyetlerden birisiydi bu. Mücerred okumalar entelektüel seviyesi ne kadar derin olursa olsun çok defa geleneksel mirası cansız bir bilgi nesnesine dönüştürür. Bazen ondan da öte, nostaljik bir hayranlığa götürür. Oysa Gülen, bu uzun geleneğin hem taşıyıcısı ve yorumlayıcısı, hem de onu halkalarından koparmadan ve ondaki hiyerarşik düzeni sarsmadan yeni kuşaklara aktarmaya çalışan bir kimsedir.
Bugün her düşünce ve eylemi, insani ve toplumsal her gelişmeyi, karşılaşılan her durumu, geleneksel düşünce, bilgi ve ilim mirası ve düzeni içinde yorumlayan çok az Müslüman düşünür vardır. Şüphesiz düşünce ve yorumlarını 15 asırlık geleneği atlayarak doğrudan Kur'an ve Sünnet nassları ile çağdaş problemler ve zaruretler perspektifinden yorumlayan pek çok Müslüman entelektüel ve mütefekkir mevcuttur. Bu düşünce ve yorumlar temelde İslami hassasiyet ve değer yargıları ile uyumlu olsalar da, uzun asırlar İslami geleneğin tarihsel ve toplumsal tecrübe ve birikiminden yoksun oldukları için -bu tecrübeye tutunmadıkları için-, topluma uzun vadeli katkılar sağlayamadıkları gibi, bütün bu tarihsel bütünlüğü gözardı etmelerinden dolayı gelenek içindeki dönüşümü gerçekleştirme yeteneğinden de mahrumdurlar. Bu yorumlar çağın düşünce itiyadına uygun olarak parçalı bir dünya ve şahsiyet görüşü verirler. Bunlardan yola çıkarak, uzun İslami geleneğin o bütüncül ve sistematik yapısına ulaşmakve nüfuz etmek adeta imkansızdır. Geleneksel değer sistemi, uzun asırlar içinde oluşmuş, farklı toplumsal, beşeri ve siyasi şartlar tarafından sınanmış, değişen ve dönüşen tarihsel gelişmelere meydan okuyarak ayakta kalmayı başarmıştır. Çağdaş yorumlar ise çok defa bu tarihsel meydan okuyuşu atlamaktadırlar
Sanırım, geleneksel âlim tipinin düşünce ve şahsiyetinde olduğu kadar, üslup ve söyleminde de bu geleneğin izlerini takip ettiğini belirtmek gerekmektedir. Buraya kadar, bugünkü akademik ve entelektüel düşünce biçiminin, biraz da ilimlerin birbirinden bütünüyle ayrışmasını netice veren çağdaş eğitim kurumlarının ürettiği bir fenomen olduğunu vurgulamaya çalıştık. Çağdaş eğitim müessesesi İslami ilimlerin tamamına az-çok dahi olsa vukufiyet kazandıracak altyapı ve araçlardan mahrumdur. Bu müessesedeki 'ilim adamı' artık, bütünü itibariyle herhangi bir disiplin de bile söz sahibi değildir. Belli bir konuda derinleşen, uzmanlaşan ve felsefi bir temel oluşturan akademisyen tavrı hakim bulunmaktadır. Akademisyen aldığı eğitim gereği yalnızca bir konuya, bir alana yoğunlaşmak zorundadır. Bu yoğunlaşma pek tabii olarak ifade ve uslupta dikey bir felsefi derinliği getirmekte ve fakat ele alınan konunun yatay olarak diğer disiplinler bütünü içindeki yerine genellikle fazla temas edilmemekte, edilse bile dolaylı ifadeler içine yerleştirilmektedir.
Bu durum bugünkü pratikler açısından fazla yadırganacak bir şey değildir. Oysa klasik ulema tavrı ve üslubu, salt felsefi kavram üreten, hitabe ve söylemini belli entelektüel kavramlar etrafında havuç gibi derinleştiren bir üslup değildir. Ulema, akademik kaygıdan önce toplumsal bir kaygı taşır. Yani ifade ve söylemlerinde toplumun geneli tarafından kolay anlaşılır, ulaşılır ve pratik hayata kolayca intikal ettirilebilen bir çerçeveyi gözetir. Bugünün akademisyen tavrının en azından birincil kaygısı bu değildir. Bu yüzden klasik ulemanın söyleminden her zaman ve doğrudan derin felsefi kavram hiyerarşisi ve sistematiği çıkarmak mümkün olmayabilir. Ama ne olursa olsun, her zaman onların söz ve düşünceleri geniş kitlelere ve topluma daha pratik ve doğrudan katkılar sağlamıştır. Buradan ne tamamıyla klasik ulemanın yazı ve düşüncelerinde herhangi bir derinliği gözetmediği ne de bugünün akademisyenlerinin hiçbir toplumsal ve bütüncül bir kaygı taşımadığı sonucu çıkarılamaz. Amacımız çok genel olarak iki tavır ve iki üslup arasındaki farka temas etmektir. Ayrıca her iki tavırda da hem dikey hem de yatay bir uslupta yazan, konuşan ve düşünen kimseler vardır hiç kuşkusuz.
İşte Gülen'i ele alırken hiç olmazsa bu genel üslup farklılığına dikkat etmek gerekir diye düşünüyorum. Ama şunu söylemek mümkün; onun yazı, makale ve konuşmaları çoğunlukla kitleye ve topluma yönelik olduğu için, belli kavramlar etrafında kuyu kazan salt entelektüel bir kaygı taşımaz hiçbir zaman. O, kavramlarla konuştuğunda bile, bunu salt entelektüel sınırda tutmaz (bırakmaz). Topluma ve geleceğe ilişkin mutlaka pratik bir üsluba da dönüştürür onları. Ayrıca konuşma ve yazılarında, klasik ulema geleneğinin açık izlerini ve camiiyyetini görmek mümkündür. Yalnızca bir disiplinin kavram ve sınırlarıyla yetinmez. Açık ve imalı diğer tüm disiplinlerden de ödünç aldığı kavram, bakış açısı, görüş ve meseleler ile söylemini zenginleştirir. O, -klasik tavırda olduğu gibi- konuşur ve yazarken bir tebliğci gibi davranır. Açık, net ve anlaşılır olmak zorunda hisseder kendisini. Zira, aktarım ve anlatımda herhangi bir sorun ya da anlaşmazlık oluşmasına meydan vermek istemez. Bu, uzun asırlar İslam ulema geleneğinin bir mirası ve devamıdır. Öyleyse Gülen'i ele alırken bu geleneksel ulema tavrını daima akılda tutmak gerekmektedir.
Yukarıda onun fikri ve harekete dair her tavrında bir mübelliğ gibi davrandığını ifade ettik. Bu tavra, İslami literatürde 'Âlimler, Peygamberlerin varisleridir.' şeklinde varid olan bir hadis-i Nebeviye temel teşkil etmektedir. Yani bu âlimler nebilerin ilmi, irfani, sosyal miras ve misyonlarının varisidirler. İslami gelenekte âlimin böyle bir misyonu ve mesuliyetinin var olduğu kabul edilir. Öyleyse bu tür insanları tahlil ederken, uzun asırlar yaşamış ve belli hassasiyetler halinde ince bir damar gibi bütün İslam tarihinin ilim ve irfan geleneğine nüfuz etmiş böyle bir esası ve tavrı gözönünde tutmak adeta mecburidir.
M. Enes Ergene, The Muslim World, Temmuz 2005 Özel Sayısı
- tarihinde hazırlandı.