Kamplar Geleceğin Dünyası

Gerek tutukluluk döneminizde, gerekse daha sonraki dönemlerde kamplar yoluyla dinî duygu ve dinî düşünceye hizmet çalışmaları durdu mu? Edremit kampları, basına da aksetmesiyle herkesin malumu. Bu kamplar hizmet adına nelere vesile oldu?

Benim tutuklu olduğum dönemde de, kamp hizmeti, devam etmişti. Bu hizmet çok masumdu ve hedefi de gençleri komünizm ve anarşizmden kurtarmaktı. O sene İ. Büyükçelebi Bey ve bazı arkadaşlar, Edremit'te kamp yaptılar. Ancak burası, fizikî yapı itibariyle pek de kamp yapmaya elverişli bir yer değildi. Kızılkeçili'de çayırın başında bir yerdi. Gölgelik edecek ağaçtan mahrum olduğu gibi, kampın bulunduğu yere kadar vasıta da gitmiyordu. En az iki-üç kilometre kadar yürümek icap ediyordu. Tabii ki kampa ait malzemelerin de hep sırtta taşınması gerekiyordu. Diğer taraftan çukurca bir yerdi ve daima güneşe maruzdu.

Fakat yine de üç-dört sene burada kamp yapıldı. İkinci ve üçüncü senelerde ise hem Avcılar'da hem de Kızılkeçili'nin alt tarafında kamp kuruldu.

Ben, kaldığımda Avcılar'da kalıyordum. İlk sene kapasitemiz azdı. Avcılar'da 50-60 kişi vardı. Diğer iki kampta ise 70-80 kişi bulunuyordu. İkinci ve üçüncü senelerde Avcılar'ın kapasitesi daha da artırıldı ve ortalama bu kampta 80-100 arasında insan kalabiliyordu.

Bazı meselelerdeki hassasiyetiniz sizi yakından tanıyan herkesin malumu. Çok kere dünyaya meylederim endişesiyle mübahları dahi terk ediyorsunuz. Buna rağmen kamplardaki rahat ve asudelik sizi vicdanen rahatsız etmiyor muydu? Aklınıza hiç böyle bir soru takıldığı oldu mu?

İlk kamptan, bulunduğum son kampa kadar, bir türlü bu soruyu içimden çıkarıp atamadım. Acaba diyordum kendi kendime, ben kampların asudeliğini, rahatını mı seviyorum veya böyle bir uzletle kendi füyuzatımın mı peşindeyim? Dünya ve ukba saadetini feda gibi bir fedakarlık düşüncesi üzerine kurulmuş böyle bir davanın müntesibi için benim bu yaptıklarım uygun mudur?

Şimdi, o günkü vicdan muhasebelerimin derinliğini tam hatırlayamayacağım. Ancak, ben istenen ölçüde ihlaslı olamasam dahi, yapılan işlerin meşruluktan sapan hiçbir yönü yoktu. Diğer taraftan, insan halis olmasa bile, günahtan uzak durmuşsa, günah işlememiş olur. Kamplarda en azından bu oluyor ve her zaman günahlardan uzak kalınabiliyordu. Ayrıca yüzlerce insan, irşad adına buralarda düşünce ve ibadet û taatla öylesine olgunlaşıyordu ki, bu küçümsenebilecek bir netice sayılmazdı ve geleceğin dünyası adına çok da mühimdi. Onun için ben kamplarda bulunmuş olmaktan hiç pişmanlık duymadım. Ama yine de yukarıdaki düşüncelerin tazyikine dayanamayarak, son kamplarda bulunmamaya karar vermiştim. Zaten daha önce de hepsini gezip-görmeye çalışıyor; ama hiçbirinde bir-iki geceden fazla kalmıyordum.

Kampların sayıca artmaları keyfiyete zarar verdi mi?

Elbette.. İlk dönemlerdeki lahutilikte zamanla bir eksilme olmuştu; ama kamplar, hiçbir zaman ana hedeften sapmamıştı. İlk gün ne için kurulmuş ise hep o niyetle devam ettirilmişti. Evet, her kampın başındaki arkadaşın düşünce, disiplin ve şuur adına renk ve boyası, o kampa sirayet etmiş ve böylece kamplar renk renk, elvan elvan sürüp gitmişti ki bu durum kamplara ayrı bir orijinallik getiriyordu. Ne var ki yine de dikkat etmek gerekiyordu. Zira, hızlı büyüme beraberinde köpürmeler de meydana getirir. Köpürme ise, bir bakıma mevcudun kendi rağmına büyümesi demektir. Evet, bünye büyüdükçe hassasiyet azalır. Bu gibi durumlarda merkezle muhitin irtibatını çok iyi ayarlamak lazımdır. Şimdi bilmem ki bunu yaptığımız söylenebilir mi? Ama, şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, hiçbir kamp, -faydası sınırlı bile olsa- zararlı olmamış, hizmetteki umumî âhenge zarar getirmemiştir. Şayet irtibat biraz zaafa uğrasaydı veya aksasaydı, kamplardaki hızlı büyüme fayda yerine zarar getirebilirdi. Ama, -Allah'a şükür ki- böyle bir zaaf veya aksama hiçbir zaman söz konusu olmadı... Kamplar bir devre idi; gelip-geçti, ancak geleceğin dünyasında, o günün şartlarına uygun olarak bu bereketli iklime yine dönülecektir.

Belki o günün insanları tarafından bu günkü kamplar, birer 'yâd-ı cemil' olarak anılacak ve bizimle o günleri yaşayanlar için ise, kamp günleri, acı-tatlı hatıralarıyla birer özlem ve hasret günleri gibi yâd edilecektir.

Edremitliler bizi olduğumuz gibi tanımışlardı ve provokasyonlara aldırmıyorlardı. Tanımışlardı, zira, biz sohbetlerimizi sadece camiye hasretmemiştik. Daha ilk günden itibaren bir de düğün salonunda soru-cevap şeklinde sohbet başlatmıştık. Haddimizi aşkın olsa bile, sordukları sorulara anında cevap almaları, oradaki elit tabakanın da hoşuna gitmişti.

Bahar ve yaz aylarında tabiatla iç içe olarak kamp yapmak bir gelenek halini almış. İlk kamp Buca'da, sonraki yıllar ise Edremit'te, Avcılar'da, Kızılkeçeli'de kamplar kurulmuş. Hocaefendi, kampların hedefini 'gençleri komünizm ve anarşizmden koruma' olarak belirtiyor ve 'Kamplar bir devre idi; gelip geçti, ancak geleceğin dünyasında o günün şartlarına uygun olarak bu bereketli iklime yine dönülecektir.' diyor.

Ehl-i tahkik, şahıslardan istimdat etmeyi mahzurlu görürler. Kanaatımca her meselede olduğu gibi, bu meselede de ölçüyü iyi ayarlamak, ifrat ve tefritten kaçınmak gerekir. Bize göre büyük ve mukaddes ruhlardan istimdat olabilir; fakat kalbin ibresi her an Cenab-ı Hakk'ı göstermelidir. Yani bu büyüklere, vesile ve vasıtalıktan öte tasarruf adına hiçbir paye verilmemelidir. Zaten onları vesile olarak istihdam buyuracak da yine Cenab-ı Hakk'tır. O dilemedikten sonra, hiç kimsenin, hiçbir meselede yardımcı olması, bir şey yapması mümkün değildir.

Son Avcılar kampında, Bedir Ashabı'yla alâkalı bir hadise olmuş. Bedir Ashabı'yla alâkalı başka hadiseler de varsa anlatır mısınız?

Evet. İkinci seneydi zannediyorum. Başka hadiseler de olmuştur böyle takviye edici türden tabii.. Bazılarını unuttum. Ancak o hadiseyi Ashab-ı Bedir'in kerameti olarak naklettiğimden dolayı hatırımda kalmış. O zamanlar, bir hayli dedikodu vardı.. muhtıra yıllarıydı.. gelirler basarlar diye telaş doruktaydı. Biz de işte böyle, dedikodular üzerine bir gün öğlen yemeğinden sonra Ashab-ı Bedir'i okumuştuk ve ben mahruti çadırın direğine dayanmış dinleniyordum ki; o esnada biraz içim geçmiş. Eskilerin 'Beynennevm ve'l-yakaza' dedikleri hal ve.. misali levhalar... Baktım tuğlu ve ellerinde mızrakları, sancakları ile gürül gürül bir ordu. Kampta tarlaların olduğu tarafta pür heybet duruyorlar. Birisi mi söyledi, yoksa öyle mi anladım veya 'Biz Ashab-ı Bedir'iz.' mi dediler. bilemiyorum ama benliğimi Ashab-ı Bedir'in geldiği şeklinde bir his kapladı. Ben hayran hayran onları seyrediyordum ki sanki, bulunduğum yer itibariyle, birdenbire kale kapısı gibi ve söveleri oldukça kalın keresteden bir kapının verasında durmuş, onlara bakıyorum. Biri güç gösterme manasına elindeki demir kalemi (Kalem mızraktan daha küçük elle atılan bir harp aletidir.) öyle bir salladı ki, o kalın tahta kapıyı deldi geçti. Ben de o heyecanla uyandım.

Şahısları seçebiliyor muydunuz?

Kimin kim olduğunu seçemedim. Birkaç defa (rüyada) Ashab-ı Bedir'i görmüşümdür. Orada öyle gördüğüm gibi, bir-iki defa da kendimi onların içinde gördüm. Hatta harbe gidiyoruz. Ben kendi kendime: 'Allah Allah! Ben Ashab-ı Bedir'in içinde bulunuyorum ama ben sonra geldim, nasıl olur da onlarla beraber olurum?' diyordum. Bir başka defasında; bazılarıyla inmiş geziyorum. Bir kısmı da, yukarıda camekândan bir yerde duruyorlardı. Onlara falan falandır diye bakıyorum. Bu sefer öyle tefrik ve temyiz yapamadım ama, tabii Hz. Hamza'yı çok sevmiştim. Belki de mızrağı atan oydu, öyle oldu zannediyorum. Daha sonra meydana çıktı ki o sıralarda bir su-i niyetli araba kampa kötülük yapmaya geliyormuş. Tam yol ayrımına gelince trafik kazası olmuş ve araba cayır cayır yanmış. Daha sonra bu arabayı biz de gördük. Zaten yolumuzun üstündeydi. İhtimal o demir kalemin misal aleminden atılması o neticeye işaretti. Kapının görünmesi ise inayet altında olunduğunun emaresiydi.

Diğer bir mevzu da şudur: 'Siz inayet ve koruma altındasınız. Dava düşüncesi, duygusu bir olunca ve aynı Nebi'nin arkasında bulununca, zaman ve asırlar bizi sizden ayıramaz. Birimiz dünyada, birimiz ukbada, birimiz şarkta, birimiz garbda da olsak yan yanayız.' gibi bir mesaj veriliyordu. Her zaman da verilebilir. Elverir ki çizgi korunsun, aynı frekansta bulunulsun. Aksi halde sesimizi onlara duyuramaz ve onların sesini de alamayız.

Hz. Hamza ile alakalı başka müşahedeleriniz de oldu mu?

Oldu. Ancak ben burada vak'aları nakle geçmeden evvel önemli gördüğüm bir noktaya işaret etmek istiyorum. O da şudur:

Ehl-i tahkik, şahıslardan istimdat etmeyi mahzurlu görürler. Kanaatımca her meselede olduğu gibi, bu meselede de ölçüyü iyi ayarlamak, ifrat ve tefritten kaçınmak gerekir. Bize göre büyük ve mukaddes ruhlardan istimdat olabilir; fakat kalbin ibresi her an Cenab-ı Hakk'ı göstermelidir. Yani bu büyüklere, vesile ve vasıtalıktan öte tasarruf adına hiçbir paye verilmemelidir. Zaten onları vesile olarak istihdam buyuracak da yine Cenab-ı Hakk'tır. O dilemedikten sonra, hiç kimsenin, hiçbir meselede yardımcı olması, bir şey yapması mümkün değildir. Ama, Hak tecelli eyleyince her işi asan eder; Halk eder esbâbını bir lahzada ihsan eder.' Bu hususu da böyle tespit ettikten sonra: Büyük ve mukaddes ruhlar cesed kafesinden kurtulduklarında, adeta bir melek haline gelirler... Hele bunlardan, canlarını yüce, yüksek bir ideal ve davaya adamış olanlar, kendileriyle aynı düşünceyi paylaşanları Allah'ın izniyle her zaman destekler, onlara arka çıkar ve onları korurlar. Ama, arz ettiğim gibi frekans birliği şarttır.

Hz. Hamza ile alakalı müşahedelerime gelince bunların hepsini hatırlamam imkansız. Hatırlayabildiklerimden bir-ikisini kısaca arz edeyim:

İhtilalden sonraydı. Salih Bey, Cevdet ve ben üçümüz Ankara'dan İstanbul'a geliyoruz... Kartal civarına kadar geldik. Hava hafif hafif yağıyordu. Oralarda çukurca bir yer varmış; tam biz oraya yaklaşmıştık ki, yağmur olanca hızıyla şiddetlendi ve rampanın dibine indiğimizde de bujiler su aldı ve araba stop etti. Bir-iki dakika içinde su kabardı ve bizim arabayı yüzdürmeye başladı. Her geçen dakika su daha da kabarıyor ve bir afet halini alıyordu. Öyle ki kısa bir müddet sonra kalas yüklü kamyonları bile kaldırıp, sağa sola sürüklemeye başladı. Camı biraz açayım, dedim, içeriye dolan su üçümüzü de sırılsıklam ıslattı. Hemen camı kapattım. Elden hiçbir şey gelmiyordu. Koca koca otobüs ve kamyonlar dahi suyun yüzünde adeta saman çöpüne dönmüşlerdi. Hatta onlardan birkaçı, sağımızdan, solumuzdan geçerken, 'Geçen sene burada bir sürü taksi sürüklendi gitti.' diyerek moralimizi de bozdular... Cevdet soğukkanlı ve gülüyor. Salih Bey ise benim adıma endişeli...

Her ikisi de, 'Sizi, kalas yüklü bir kamyona bindirelim, biz arkadan geliriz.' diyorlardı. Tabii ki kabul etmedim.

Ben araba için endişeleniyordum; Zira o araba bizde emanet olarak bulunuyor. Ya gider de şu kıyıdaki bariyerlere çarparsa, diye ödüm kopuyordu. Zaten böyle olmaması için de herhangi bir sebep yok. Selin ortasında ordan oraya sürüklenip duruyoruz. Yer yer diğer arabalar bizim üzerimize, biz de onların üzerine gidiyoruz. Direksiyon hakimiyeti diye bir şey yok.. ve tabii yapacak da. Adam, 'üzerime gelmeyin' diye bağırıyor. Nasıl gitmeyeceksin, sel tutmuş seni oraya sürüklüyor... Sonra bakıyorsun aynı adam senin üzerine geliyor... Bütün bunlar olurken benim 'fikr-i sabitim'dir ki bir o değişmiyor. Ya araba kıyıdaki bariyerlere vurur da parçalanırsa; halbuki emanet.. durmadan bunları düşünüyorum...

Bir ara baktım büyük bir kalas bize doğru geliyor. Aklımdan, şu kalas bizim ile sütre arasında dursa hiç olmazsa araba kıyıdaki sütrelere çarpmaz diye düşündüm ve tam o esnada arkadaşlara 'dua edin' dedim. Kendim de 'Ya Seyyidena Hz. Hamza! Ya Seyyidena Hz. Hamza!' diyerek o yüce ruhu, imdadımıza göndersin diye Cenab-ı Hakk'a dua ettim. Üzerimize doğru gelmekte olan kalas, yanımızdan geçerek gözden kayboldu... Ve hayrettir selin mecrası birden değişti, hızı da azaldı... Olayın şahidleri var. Bu değişikliği ve birden selin hızının azalmasını fizikî kanunlarla izah imkansız. Hiçbirimizin şüphesi kalmadı ki, Cenab-ı Hakk o mukaddes ve yüce ruhu istihdam buyurdu ve yardımımıza gönderdi... Ayrıca, aynı hadise içinde birçok inayet ve yardım da görmüştük...

Mesela, selin hızı kesilince ben arkadaşlara 'İnip arabayı selin dışına taşıyalım' dedim. Beraberce arabadan indik. Bir de ne görelim, o kalas, aynen düşündüğümüz gibi, gelmiş ve kıyıdaki sütrelerle bizim aramıza girmiş. Öyle ki, iki insan hususî olarak onu oraya yerleştirseydi, ancak böyle yerleştirebilirlerdi...

İkincisi: Araba yerli araba. Bagajı da açık. Tam üç saat arabanın üzerinden su geçti. Ben çantalarımız ve içindeki çamaşırlarımız tamamen ıslanmıştır, diyordum. Halbuki bagajı açtığımızda, oraya bir damla suyun girmediğini gördük... Hemen müsait bir yer bulup çamaşırlarımızı değiştirdik...

Üçüncüsü: Soğuğa karşı çok hassas olmama rağmen, üç saate yakın sırılsıklam arabanın içinde oturdum. Diğer iki arkadaş da öyle. Ancak hiçbirimiz hasta olmadık...

Dördüncüsü: Ali Kervancı Bey'e telefon edelim; gelip bizi alsın, dedim. Salih Öz Bey, yakınımızdaki bir benzinliğe telefon etmeye gitti. Telefonlar bozuk. Akşama kadar hiç çalışmamış... Salih Öz Bey, jetonu atıp çeviriyor ve telefon cevap veriy-06-19 02:17:40¨@°Ü 8ğ Sonra aynı telefonu başkaları da kullanmaya çalışıyorlar ama telefon yine çalışmıyor...

Beşincisini de Ali Kervancı Bey bize daha sonra şöyle anlatmıştı: Salih Bey telefon etti. Fakat yer ve mevkiini tam olarak söylemedi. Sadece, Ankara yolu üzerinde bir benzinlikte bekliyoruz, dedi. Benzinliğin adını da söyledi; ancak unuttum. Mustafa Özcan Bey'i de alarak yola çıktım. Gece karanlık... Elektrikler kesik... Göz gözü görmez bir halde... Bir de oraları çok bilmiyorum... Bütün bunlara rağmen, hiç zahmet çekmeden ve hiç kimseye sormadan bir benzinlikte durdum. ne gariptir ki, burası Salih Öz Bey'in söylediği benzinlikmiş...

Hz. Hamza (ra) ile alakalı bir başka müşahedem de şudur: Kaldığım yerin salonunda arkadaşlarla öğle namazı kıldık. Ben son sünneti kılmak için odama döndüm. Bir tuhaf ruh haletinde bir garip müşahedede; baktım cin diyebileceğim bir yaratık biraz da Tatarlara benziyordu. Beni elimden tuttu ve götürmeye çalıştı. Teferruatını unutmuşum. Ancak çok bunaldığımı hatırlıyorum. Birden istimdat ile 'Ya Hz. Hamza!' dedim. O şanlı sahabi benim gibi aciz bir insanın davetine icabet etti ve adeta odanın içinde beliriverdi... Cin onu görünce korkudan geri geri gitti ve duvardan süzülerek gözden kayboldu...

Hz. Hamza (ra) ile alakalı unutamadığım diğer bir müşahedem de şu oldu:

Samimi ve eski bir dostumun hanımı rahatsızdı. Çare aramadıkları yer kalmamıştı. O sıralarda İstanbul'un Fatih semtinde bir apartmanın üçüncü veya dördüncü katında oturuyorlardı. Ben, hem ziyaret, hem de içinde Ashab-ı Bedir'in isimleri de bulunan bir dua mecmuasını vereyim diye kendilerine gittim. Tabii geleceğimden hiç kimsenin haberi yoktu. Vak'anın diğer kısmını onlar anlatıyorlar:

Ben merdivenlerden çıkarken, bacımız trans halinde imiş. Cinler ona, 'Hoca geliyor; fakat biz onun hakkından da geliriz.' diyorlarmış. Kapıyı çaldım. Arkadaşım beni karşısında görünce çok şaşırdı. Tabii ki onun böyle şaşırmasının sebebini ben daha sonra anlayacaktım... 'Bu dua mecmuasını bacımız üzerinde taşısın, mutlaka faydası olur, cinler yanına sokulamazlar.' dedim ve geçtim salona oturdum.

Daha sonra arkadaşım, bu dua mecmuasını hanımının üzerine koymuş. Trans halindeki bacımız, 'Nasıl, Hz. Hamza geldi diye kaçıyorsunuz değil mi?' diye bağırmaya başlamış.

Bütün bunlar bana, hazırladığımız dua mecmuasının sonuna Ashab-ı Bedir ile Uhud şehitlerinin isimlerini koymayı ilham etti. Öyle inanıyorum ki, halis bir niyetle okunursa, melekler gibi o aziz ruhları da Cenab-ı Hakk başkalarının imdadına gönderecektir...

Bu vesile ile, Avcılar kampında başımdan geçen bir hatıramı daha müsaade ederseniz arz edeyim.

Kaldığım çadırın önünde büyükçe bir çınar ağacı vardı. Bazen mescitte bazen orada oturur sırtımı o çınara verir sohbet ederdim. (O sohbetlerden bazılarına Hakim Necmeddin Güvenli Bey'in de katıldığını hatırlıyorum. Orada bulunduğumuzun son senesiydi. Hakim Bey de o sene vefat etmişti. Unutamam. Bana: 'İnsan bazılarını sever ama, onlar gibi amel yapmazsa durumu nasıl olur?' diye bir soru sormuştu... Tıpkı Sahabe'nin Efendimiz'e (sav) sorduğu gibi... Ben de 'Kişi sevdiği ile beraberdir.' dedim. 3 gün sonra vefat etti.)

Sohbetler umumiyet itibariyle arkadaşların, okudukları kitaplardan kafalarına takılan meselelerle ilgiliydi ve sorularına verilen cevaplar etrafında cereyan ediyordu. Bir keresinde, Cenab-ı Hakk'ın umur-u hasiseyle kudretinin mubaşereti mevzuu soruldu. Yani 'izzet ve azamet ister ki esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında' meselesi... Evet Allah'ın izzeti, azameti sebepleri perde olarak kullanıyor. Hadd-i zatında her şeyi yaratan Allah'tır. Ama sebepler de var. Var ama sebepler sadece bir perde. Perdenin arkasını göremeyen sebepleri görür, neticeleri de ondan bilir. Perdenin arkasını gören ise, hem perdenin perdeliğini hem de Müsebbibü'l Esbabı görür. Ve böylece 'O, hem icraatını hem de icraatının bir parçası olarak da sebepleri perde olarak kullanıyor.' der. Ben bu meseleyi anlatırken misal sadedinde şöyle dedim: 'Mesela hayvanın kuyruğunu kaldırıp terslemesi bir fiildir. Bu fiili de Cenab-ı Hakk'ın kudret ve iradesi haricinde düşünemeyiz; Ama, Allah kuyruğu ve saireyi icraatına perde yapmış. Bu misali birkaç kez daha vermiştim. O gün yine o misalle anlatıyordum. Halbuki, Cenab-ı Hakk'ın sıfatları, zatı, esması için misallerin en kutsisi, en ulvîsi kullanılmalıdır.

Ulvî misaller varken, böyle yüce hakikatlerin çirkin misallerle anlatılması uygun değildi. Esasen saygı ve edep de bunu gerektirirdi. Ben bu misalle, konuyu anlatırken birdenbire danaburnu gibi bir hayvan belirdi. 'Vız' diye bir ses çıkardı. Zannediyorum yumruğumun yarısı kadar birşeydi.Sonra dudaklarıma geldi, bir pençesini üst dudağıma, bir pençesini de alt='*' dudağıma geçirdi ve ağzımı sımsıkı tuttu. Başımdan aşağıya adeta kaynar su dökülüyor gibi oldu. İyice terledim. O anda bir refleksle onu attım ve bir tarafa gitti. Ben daha önceden başlamış olduğum o misali anlatmaya devam ettim. Çok uzaklara attığımı sandığım danaburnu nerden belirdiyse belirdi ve geldi. İkinci defa, bir alt dudağıma bir de üst dudağıma pençelerini geçiriverdi. İşte o zaman kat'iyyen anladım ve inandım ki, Zat-ı Uluhiyeti anlatırken seçeceğimiz misaller bile çok mübarek, çok nuranî, çok temiz, çok nezih olmalı. 'Madem Cenab-ı Hakk kendi zatının takdisi ve tenzihi için, aklın zahiri nazarında esbabı perde yapmış; hep temizi gösteriyor; o zaman bizim de o temizliğe riayet etmemiz lazım.' dedim. O gün bugün 'İzzet ve azamet ister ki esbab perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında' cümlesini izahta bir daha o misale dönmedim. Aslında verilecek ne güzel misaller de var...

Siz bu hatıranızı naklederken bende bir tedai (çağrışım) oldu. Zât-ı âlinizden bir sohbetiniz vesilesiyle dinlemiştim. Bazı Kur'an ayetlerinin dilde temessülüyle ilgili...

O da birkaç defa olmuştur. Geçenlerde yine oldu. Sabah kalktığımda, (şimdi hangi ayet olduğunu unuttum) devamlı bir ayeti tekrarlıyordum. Bir defasında, başkalarından dolayı içimdeki rahatsızlık veya beşeri duyguların içime esip geldiği bir halle yolculuğa devam ediyordum. Vicdanımın isyan ettiği hırs, istek gibi Ankara'ya kadar beni rahatsız eden marazî bir halet içinde iken, bir de bakıyorum dilimde 1-2 saatten beri durmadan tekrar ettiğim bir ayet... Ve birdenbire bu ayetle kendime geliyorum. Ayet mealen şöyle: 'Kim Rahman'ın zikrini görmezlikten gelirse Biz ona şeytanı sardırırız; artık o onun (yanından ayrılmayan, ona durmadan kötülüğü telkin eden) arkadaşı olur. (Zuhruf, 43/36). Bu bana o kadar dokunmuştu ki, adeta erimiştim. Ankara'dan dönüşte Kestanepazarı'nda kürsüye çıkmış o günkü mevzuyu anlatırken ister istemez konuyu çekip oraya getirmiştim. Dr. Kâyid hâlâ 'O ne histdi?' diye hep anlatır. Çünkü o vaazda kendi ruh haletimi anlattım ve hıçkıra hıçkıra ağladım. Bu yirmi beş- otuz sene önce olmuş bir hadisedir ama ben onu bugün bile taptaze hissederim.

Bir başka defa yine böyle kafama bir şey takılmıştı. Baktım yine uzun zamandan beri 'Allah'tan korkanlar, kendilerine şeytandan gelen bir vesvese dokunduğu zaman (Allah'ı) hatırlarlar, hemen gerçeği görürler.' (A'raf, 7/201) mealindeki ayeti hep tekrar edip duruyormuşum.

Bir defasında da korkunç bir rüyadan sonra kalktım. Dilimde şu ayet, onu tekrar edip duruyorum: 'O şeytandır. Kendi dostlarını korkutabilir. Siz onlardan korkmayın. Ben'den korkun...' (Al-i İmran, 3/175) Belki daha başka zaman da olmuştur, ama bilemiyorum ayetler böyle insanın diline dolanıp da, Allah o yolla Kur'an'ı şefaatçi yapıp, bizim gibi gafilleri ikaz ve irşad mı ediyor? Adeta hatif nidası gibi, vaiz gibi, nasih gibi...

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.