Müşterek Nokta

Dinsizliğin moda haline geldiği bu devrede, dine bu kadarcık müsamaha ile bakan insanlar dahi bizimle müşterek bir noktada birleşebiliyorlardı.

Saçları açık bir iki kadın da vardı aralarında. Ancak onlar da diğer açık saçıklığa göre kendilerini örtülü kabul ediyorlardı. Çünkü hiç olmazsa onlar uzun etek giyiyorlardı. Halk Evinde değişik türde geceler tertip edilirdi. Bir defasında İbrahim Hakk'ı üzerine konuşmalar yapılmış, bir başka defasında da Mevlana gecesi düzenlenmişti. Bu gecede bana da bir konuşma teklif ettiler.

Mevlana'nın, Efendimiz'in sünnetine olan bağlılığını anlatacaktım. Benim irticali konuşmam, Farsça beyitlerin evvela orijinalini okuyup sonra tercüme etmem, dinleyiciler arasında ilgi uyandırmıştı. Bir de diğer konuşmacılara göre çok gençtim. Seçkin bir topluluk vardı.

Üniversitelerden ilim adamları ve yüksek rütbeli subaylar da geceye katılmışlardı. Ne kadar faydalı oldum, bilemem; fakat konuşmacı olarak davet edildiğime sevindim. Çünkü benden evvelki konuşmacıların hepsi Mevlana'yı panteist bir insan olarak göstermeye çalışmışlardı. Benim söylediklerim en azından oradakilere, Mevlana'nın hakiki bir İslam Büyüğü olduğu imajını vermeye yetmişti. Yapılan ilk seçimde (Yaşım genç olduğu için) beni haysiyet divanına seçtiler. Böylece Halk Evi kadrosuna ben de girdim.

Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum'da Komünizmle Mücadele Derneği'ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir'de vardı. İkincisi de Erzurum'da bizim gayretlerimizle açılacaktı.

İsmi Ali'ydi, bir arkadaşı İzmir'e gönderip tüzük getirttik. Derneği kuracaktık. Ben bir vaazdan sonra anons ettim ve gençlerle Caferiye Camiinin önünde toplandık. Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti. Dernek ve cemiyet işlerinden anlayan bir akrabam vardı. O gelip bizi uyardı, bize yol gösterdi... Tabii, o gün için içimizde kanunları bilen de yoktu. Zaten Erzurum'daki arkadaşlar da, benim derneklerle bu kadar içli-dışlı olmamı biraz fazla buluyorlardı. Benim hareketlerimden rahatsız oldular. 'Bu Komünizmle Mücadele Derneği' de nerden çıktı? Sen, 'Nurları oku. Bundan iyi mücadele olmaz.' dediler. Daha sonra da 'Meğer biz yanılmışız' diyecekler ve Komünizmle Mücadele Derneğini onlar kuracaklardı. Fakat o gün için benim teşebbüslerim yadırganıp tenkit konusu yapılıyordu.

Bir de 'Deccal'ı anlatacağım diye, Ramazanın sonuna kadar anons ettim. Cemaat her gün pür heyecan beni dinliyordu. Ben ise mevzuyu son gün anlatmayı düşünüyordum. Mahkum edilmekten korkum yoktu. Ancak Ramazan'ın ilk gününde hapishaneye girersem vaaz edemem, düşüncesiyle Deccal hakkındaki vaazı son güne bırakmıştım. Son gün cami tıklım tıklım dolmuştu. Heyecan zirvedeydi. Vahdeddin Önayar Bey her zaman olduğu gibi yine en önde yerini almıştı. Gözü yaşlı bir insandı. Onun hıçkırıkları, sanki giriş taksimi yapar gibi bana tesir eder ve bana ilham ve güç kaynağı olurdu.

Deccal hakkında ne biliyorsam anlattım. Cami miting meydanına dönmüştü. Cemaat bazen heyecandan ayağa kalkıp oturuyordu. Meğer istihbarat erkenden gelip kürsünün etrafını almış ve belki de konuşulanları kaydetmiştir.

İkinci Menemen

Meğer, benim gidip teslim olmam hadiseyi yatıştırmış. Yoksa esas gaye orada ikinci bir Menemen Hadisesi çıkarmakmış. Askerlerden bir ikisi 'Vurun şu herifi' deyince halk bağırıp çağırmaya başlamış. Hava iyice gerginleşmiş. Bunlar olurken ben caminin içindeydim. Çıkıp da teslim olunca yapacak bir şeyleri kalmadı. Belki az mütereddit davransaydım, beni vuracaklardı. Çünkü o binbaşı tarafından bazı askerler iyice doldurulmuş ve oraya bu gaye ile gelmişler...

Esas olan Vahdeddin Bey'le Nihad Karakum'a oldu. Benimle alakaları olduğu için memuriyetten uzaklaştırıldılar. O günkü hadiseyi gazeteler haber olarak verdiler... Ertesi gün askeri mahkeme'ye çağrılacağım. Geceyi sıkıntı içinde geçirdim. Kalkıp biraz namaz kıldım. Dua ederken, iki defa sanki şimşek çakmış gibi arabayı ışık sardı.

Hakim binbaşı çok ağır laflar etti. Demediğini bırakmadı. O gün çamaşır yıkamıştım. Rütbelerimi takmamışım. Bunu dahi mesele etti. 'Ulan bunları sana baban vermedi. Ulan sen asker misin soytarı mısın. Ulan git yatağını minareye ser..' Hep böyle hakaretlerle dolu bir muhakemeden sonra beni tutukladı.

Nihat Karakum ve bazı arkadaşlar, Tümen Komutanına çıkmışlar. Tümen komutanı milliyetçi bir insandı. Ona 'Efendim, bu arkadaş onların dediği gibi değildir. Biz vatanımızı, milletimizi, bayrağımızı ve tarihimizi sevmeyi ondan öğrendik' demişler. Ayrıca içlerinden biri derhal Ankara'ya Genelkurmaya gitmiş ve oradaki bazı paşalarla görüşmüş...

Necdet Bey'in kahramanlığını hiç unutamayacağım. Binbaşıymış. Ben onu yarbay zannediyordum. Göz doktoruydu. Benimle görüşmek yasak olmasına rağmen tel örgüleri atlayarak resmi elbisesiyle içeriye girdi. Boynuma sarıldı. Bir de çıkardı 20 lira verdi. Necdet Bey denizciydi. Nöbetçi askerler rütbelerini tam bilemediklerinden onu albay veya paşa zannetmişler. Kendi aralarında 'Bu nasıl asker ki, albaylar, paşalar onu ziyarete geliyor' demiş ve korkmuşlar... Daha sonra görüştüğümüzde anlatmıştı. Onu da sorguya çekmişler. 'Sen nasıl olur da bir ere sarılırsın' demişler. O da 'O herhangi bir er değil, değil ona sarılmak, ayağım bile öperim' demiş... Onun gösterdiği bu yiğitlik unutulacak gibi değildir!.. Senelerce sonra bu zatı bulup ziyaret etmiştim.

İçeriye girdim. Cezaevinde Aydınlı bir arkadaş vardı. Hemen gidip bana bir yatak buldu, getirdi. Dine karşı alakasından bunları yapıyordu. Fakat bu arkadaş, bir silah meselesinden dolayı bunalıma girmiş ve intihar etmeyi düşünüyormuş. Devamlı 'Çıktığımda intihar edeceğim' diyordu. Çok da dürüst bir insandı. Sanki Cenab-ı Hakk, beni buraya onun için göndermiş. Uzun uzun konuştuk. Bir gün bana: 'Hocam inşallah, Aydın'a gelirseniz görüşürüz' dedi. Rahatladım. Belli ki önceki fikrinden vazgeçmişti.

Bir de hapishanede tanıyıp unutamadığım Mustafa Göbek adında birisi vardı. 19 senedir askerdi... Bir gün kızından mektup geldi: 'Baba, ben gelin oluyorum. Fakat sen hâlâ askerliği bitiremedin.' diyordu...

'Allah Şahit ki Vazifeni Yaptın!'

Ertesi gün gelip son vaazımı yaptım. Efendimizin veda hutbesinden bahsettim. Son cümleleri söyledikten sonra, sözü kendi namıma söyledim. Size bu kadar vaaz ettim, vazifemi yaptım mı? deyince Vahdeddin Bey ayağa kalktı: 'Allah şahit ki sen vazifeni yaptın' dedi. O gün çok duygulanmıştım.

Sonradan öğrendim ki, Deccal ile ilgili konuşmamdan sonra, emniyet yetkililerinden bir kısmı benim tutuklanmamı istemiş; ancak delil yetersizliği göz önünde tutulduğu için sonradan vazgeçmişler...

Bütün bu hadiseler, o izinli geldiğim hasta dönemimde oldu. Bu arada tedavi de oluyordum. Galiba Enver amcam beni iki defa doktora götürdü.

O dönem çok hareketli geçti. İşin bereket tarafını bilemeyeceğim; fakat Risaleleri dağıtma ve vaazlara gösterilen alakayı Risalelere imale etme gibi hususlarda gayretli olduğumu söyleyebilirim. Bilhassa civarı dolaşmamız çok faydalı oldu.

Ve tekrar İskenderun'a döndüm. Bir hafta kadar teslim olmadım. Bu arada dışarda vaaz ettim. Sonra gidip teslim oldum. Ondan sonra arızasız her cuma İskenderun Merkez Camiinde vaaz etmeye başladım. O dönemlerde pek vaaz eden de yoktu. İskenderun yöresinde vaaz eden Hilmi Bey vardı ki, güzel konuşurdu. Bir ara milletvekilliği yaptığını da hatırlıyorum.

Sivilden dostlar, her hafta çevreye de duyurarak camiyi dolduruyorlardı.

Tümende beni arkadan koruyup kollayanlar da vardı. Cuma günleri, caminin önündeki cadde de dolduğu için, trafik ciddi olarak aksıyordu. Fakat, takviye edici güçler zayıflamaya yüz tuttu.

Bir yaz günüydü. Babam ziyaretime gelmişti. Ancak onu yatırabilecek temiz bir otel bulamadım. Otellerin hepsinde kadın vardı. Bu bana çok dokundu. Terbiye anlayışıma çok zıd bir durumdu. Cuma günü vaazda bu hususu dile getirmeden edemedim. 'Bu nasıl Müslümanlık, bu otellerin çerçevelerini indirmek lazım.' gibi bir şeyler söyledim. Sert konuştum. Zaten konuşmam kanunsuzdu. Askeri elbisenin üzerine cübbe giyilmezken ben böyle bir kıyafetle vaaz ediyordum. Bir başka konuşmamda da 'Devletin nizamı var, polisi var. Polis yapmazsa bu vazifeyi kim yapacak!' diye yine otellerdeki ahlaksızlıkla ilgili bir şeyler söyledim. Beni destekleyen komutanlar zor durumda kalmıştı. Bana: 'Cemal Tural milliyetçi bir insan. Hiç olmazsa bir iki kelime ondan bahset de biz de bunu değerlendirelim' dediler.

Cemal Tural o sıralarda 2. Ordu Komutanıydı. Ve hakikaten milliyetçi göıünüyordu. Barzani hareketini adım adım takip ediyordu. O günlerde, Güneydoğu'daki bazı evlerde, Barzani'nin resimleri asılıydı. Barzani her an halkı ayaklandırabilir şeklinde şayia vardı. Cemal Tural'a karşı duyduğumuz alaka biraz da Barzani'yi yakın takibe almasından dolayıydı. Şimdi durum ve tutumuza bakınca bir kere daha şu tuhaflıkların karşısında hayrete düşüyorum. Dünkü şaki bugün eller üstünde.

Bir vaazımda, yumuşakça bu husustan bahsettim. 'Tural Paşamız milliyetçi diyorlar. Türk askeri milliyetçi olmayacak da ne olacak. Allah milliyetçilere uzun ömür versin' bu veya benzeri ifadeler kullandım. O gün telsiz arabasına binerken ayağımı boşluğa atmıştım. Romörkün üzerine düştüm ve kaburga kemiklerim kırıldı. Bayılmışım. Ayıldığımda, başım Arif Başçavuş'un dizindeydi.

Gözümü açar açmaz ona sitem ettim. 'Bunu bana siz yaptırdınız, bana peygamber kürsüsünden kimleri sena ettirdiniz. Allah bundan razı değil' dedim. 2 aya yakın ıstırap içinde inledim. İnlemelerimden dolayı namazım olmaz diye, bazan aynı namazı birkaç defa kıldığım oluyordu. Bir müddet hastanede yatırdılar. Bir şey anlayamadılar. Sonra halk arasında kırıkçı-çıkıkçı dedikleri bir adamı getirdiler. Adam bir çekti, ben kendimden geçtim. Bağladı. Senelerce sol tarafıma yatamadım.

Biraz kendime gelir gelmez yine vaazlara başladım. Fakat askeriye aleyhime iyice dolmuş. Beni destekleyenlerden birkaçı da başka yerlere gidince, benden intikam almak isteyenlere fırsat doğmuş oldu.

O cuma vaazda hiç kimsenin rahâtsız olmayacağı kadar yumuşak ve ortadan şeyler konuştum. Zaten çok duyguluydum. Hutbeyi de ben okudum. Ama bir askerin izinsiz vaaz etmesi dahi tevkif edilmesi için yeterliydi. Meğer daha önceki konuşmalarımı teker teker tesbit etmişler. Ben her günkü gibi cumadan sonra, dışarıya çıktığımda caminin dört bir yanının, silahlı askerler tarafından sarılmış olduğunu gördüm. Sanki eşkıya arıyor gibi, camiyi basmışlardı.

Hemen birliğin başındaki komutanın yanına gittim. Selam verip teslim oldum. Komutan iyi bir insanmış. O gün kaçan diğer adi suçlularla beraber beni de inzibat merkezinde bir hücreye tıktılar. Sonra inzibat merkez komutanı geldi. Beni getiren kumandan hemen öne geçti. 'Efendim, hemen geldi, selam çaktı ve teslim oldu' dedi. Buna rağmen öbürü kinini ifade etti. 'Gelmeseydi...' deyip bir küfür savurdu. Beni seven komutanlardan araya girenler olmuş ki, beni ertesi gün salıverdiler. Birliğin önüne geldim. Tabur komutanım beni çok severdi. O da iyice dolmuş. Beni görünce yanıma geldi ve suratıma bir tokat vurdu. 'Takip edildiğini bile bile niye gittin' dedi. Ben bir şey demeden ayrıldım.

Ertesi gün birliği toplamış. Bir çocuk gibi ağlamış ve 'Ona bir babanın evladına vurması gibi vurdum. Onu ben öz evladım gibi severim demiş.' Bunları bana sonra arkadaşlar gelip anlattılar.

Bir yüzbaşımız vardı. Adam sarhoştu. Hatta bir iki defa benim maaşımı da almış içkiye yatırmış. Haber merkezi bizim elimizde. Arkadaşlar o yüzbaşıya ait şu hadiseyi naklettiler. Mahkeme bu yüzbaşıyı da çağırmış ve beni nasıl tanıdığını sormuşlar. Verdiği cevap şu: O, bu birlikte ahlakıyla temayüz etmiş tek insandır. Eşini göstermek mümkün değil!.. Bunlar benim için hep müspet puan oldu.

Vahdeddin Bey'in anlattığına göre, bu komployu hazırlayan bir binbaşı imiş. Ve bu adam daha sonra askeriyeden atılmış, perişan bir hâlde de ölmüş...

Tahliye

Lehimdeki umumi baskılar mahkeme heyeti üzerinde toplanınca hâkimlerin tavırları değişti. Tümen komutanı ağırlığını koymuştu. Ankarâ dan 'Madem ki milliyetçi bir çocuk, bir meseleden dolayı onu niye bu kadar eziyorsunuz' mealinde telefon veya telgraflar gelmiş. Hiç beklemediğim bir anda, bana küfür yağdıran o binbaşı, elinde çanta hapishaneye geldi. Daktilosunu da yanında getirmişti. Beni de müdürün odasına aldılar. Daha önce zorla aldıkları ifadeleri bir bir değiştirip, yerine mahzursuz ifadeler yazdı. Sonunda da: 'Bundan böyle, hapishaneye atılmasını gerektiren bir şey yok. Çıkarın, 10 gün disiplin cezası verin' dedi. Beni disiplin yerine çıkardılar. Orada elime Mehmed Akif'in Safahat'ı geçti. Kaldığım müddet içinde hep onu okudum. Günü gelince de serbest bıraktılar.

Bana isnad edilen suçlar çok ağır cezayı gerektiren suçlardı. Hadise, ihtilale teşebbüs ve halkı devlet aleyhine ayaklandırma, gibi inanılmayacak şeylerdi. Buna rağmen Cenab-ı Hakk'ın lütfuyla, hiçbir şey olmadı. Dosyayı da tamamen kaldırdılar. Yeni İstiklal Gazetesi, haberi sürmanşet yaptı. Hatırladığıma göre de 'Fatih'in torunu Fethullah' diye yazmışlardı. Diğer gazeteler de kendi duygu ve düşünceleri istikametinde haberi değerlendirdiler.

İkinci bölüğün komutanı Mahmud Mardin adında bir yüzbaşıydı. Çok sert bir insandı. Meğer o da her zaman gelip vaazları dinliyormuş. Benim haberim yoktu. Ben disiplinden çıkınca hemen yanıma geldi: 'Ben seni çok dinledim. Şimdi seni evine göndereceğim. Artık askerlik bitti. Ben tezkereni arkadan gönderirim' dedi. Tabii böyle bir hadiseyi hiç beklemiyordum. Çok sevindim. Daha askerliğimin bitmesine 34 gün vardı. 24 ay askerlik yapılan bir dönemde, hava değişimi, hapishane ve bu son erken gönderme hesap edilecek olursa 17 ay kadar askerlik yaptım. Beni böylece 34 gün evvelinden saldılar, tezkeremi de arkadan gönderdiler...

Askerliğin, kendisiyle alakalı olarak belli ağırlığı vardı; fakat benim askerliğim yine de rahat geçmişti. Bilhassa İskenderun'da çok kitap okuma fırsatı buldum. Gece-gündüz Kur'an dinleyebiliyordum.

Mescid Yaptık

Bir de askerde iken mescid yaptık. Mescidimiz açıktaydı. Altına kum serdik, etrafına da çim ektik. Hayatında hiç namaz kılmamış insanlar dahi orada namaza başladılar. 200 kişilik mevcud varsa, yaklaşık 30 kişi devamlı namaz kılar hale gelmişti. O günün şartlan nazara alınacak olursa bu çok önemli bir rakamdır. Hem de namazlarımızı açıkta ve milletin gözü önünde kılıyorduk. Sinema salonunda cuma namazı kıldırdım. Hutbe de okudum. Cemaatın hepsi, altı-yedi kişiydi. Ama, mühim olan bizim orada böyle bir şey başlatmamızdı. Farkına vardılar ve orayı eğlence yeri haline getirdiler...

Yukarıda da söylediğim gibi, babam ziyaretime gelip-gidiyordu. Ertesi gün bayramdı. Ben bayram vaazına çıkacağım. Babam belki on beş gündür İskenderun'da. Camiye geldim. Tıklım tıklım dolu; fakat ne babam ne de tanıdığım arkadaşlardan kimse yok. Biraz buruklaşıyorum, biraz da bu durum bana tuhaf geliyor.

Bayram namazlarını kıldık. Etrafıma bakındım, yine bizimkilerden kimse yok. Sonra birisi yanıma gelerek, 'Babanızı ve bazı arkadaşları akşam tutuklamışlar' dedi. Hemen savcılığa gittim.

Vahdeddin Bey'in evinde, akşam sohbet ediyorlarmış. Babamda, dayısının kızlarının açık olmasından rahatsız olmuş, akşam oraya gelmiş... Esas benim de orada olacağımı düşünerek böyle bir baskın düzenlemişler. Gayeleri beni cürm-ü meşhud halinde yakalamakmış. Fakat ben, ertesi gün vaaza çıkacağım için gitmemiştim. Bazı arkadaşların da yardımıyla el konulan kitapların çoğunu alıp dışarıya çıkardık. O sırada kapı aralığından babamın sorgulamasını dinledim. Hâkim soruyor: 'Nerden çıktı bu nur? Nur diye bir şey mi var?' Babam: 'Kur'an'da var!' O yine soruyor: 'Kur'an'ın neresinde var?' Babam cevap veriyor: 'Allahu nurussemavati vel arz'

Baktım babam gayet metin ve cesurca cevaplar veriyor. Tabii ki babamın adına rahatladım. Dışarıya çıktılar. Babam o her zaman ki kıvrak zekasıyla bir nükte daha yaptı: 'Yağmurdan kaçtık doluya tutulduk!' dedi. Dayısının evinden gelişini, yağmurdan kaçmaya benzetiyordu... Birkaç gün daha kaldı ve babam Erzurum'a döndü.

11. ayda askere gitmiştim. 1. Taburun 1. Bölüğü'nün 11. eriydim. Yani hep birler vardı. Gösteri mangası içerisinde de bulunuyordum. Kılığıma kıyafetime çok dikkat ederdim. Birkaç defa bölüğün önüne çıkardılar ve örnek asker olarak gösterdiler. Pantolonum yamalı da olsa, muhakkak tertemiz ve ütülü olurdu.

Daha önce de ifade ettiğim gibi, askerlik müddetince, askeriyeye ait yemeği yemedim. Çünkü, ciddi askerlik yapıyor sayılmazdım. Onun için askeriyeye ait yemeğin bana caiz olmayacağım düşündüm ve yemedim. Giydiğim elbiseyi de astsubay talebelerin birinden satın almıştım.. Önümde yığınla kâğıt ruloları vardı. Fakat, yemin ederek söylüyorum ki, şahsım hesabına bir nokta konacak kadar dahi kağıt kullanmadım ve askeriyeye ait kalemden, yine şahsım için bir nokta koyacak kadar dahi istifade etmedim. Çok hassas davranıyordum.

Hayatımın en kabuslu günleri sona ermişti. İki sene ihtilaller ve ihtilal teşebbüsleri ile yüz yüze yaşadığım ve 'Korkulu bir rüya görüyorum, uyanınca geçecek' diyerek kendimi ikna ettiğim ve bu ikna ile sabredebildiğim askerlik artık bitmişti.

Birkaç gün İskenderun'da kaldım. İskenderun'da nakliye işi de yapan büyük bir şirketin sahibinden -ki biz onunla ciddi dosttuk- teklif aldım. Şirketin başında duracaktım. O gün için çok cazip görünen bu teklifi hiç düşünmeden reddettim. Ve Erzurum'a döndüm.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.