• Anasayfa
  • Hayatı
  • Mesajları
  • Milletlerarası Diyalog Derneği Tarafından 29-30 Nisan 2005 Tarihleri Arasında Wisconsin-Madison Üniversitesi'nde Gerçekleştirilen "İslam ve Diyalog" Konulu Konferansa Gönderdiği Mesaj

Milletlerarası Diyalog Derneği Tarafından 29-30 Nisan 2005 Tarihleri Arasında Wisconsin-Madison Üniversitesi'nde Gerçekleştirilen "İslam ve Diyalog" Konulu Konferansa Gönderdiği Mesaj

"İslam ve Diyalog" konulu böyle önemli bir konferansı tertip eden Milletlerarası Diyalog Derneği'nin değerli yetkilileri, bu konferansa büyük katkılarda bulunan Wisconsin-Madison Üniversitesi'nin saygıdeğer öğretim üyeleri, değerli akademisyenleri ve kıymetli öğrencileri, konferansa tebliğleriyle iştirak eden muhterem ilim adamları ve aziz misafirler,

Devam etmekte olan rahatsızlıklarım sebebiyle, pek arzu etmeme rağmen, sizler gibi seçkin insanların bir araya geldiği, böylesi önemli bir toplantıya katılamamanın üzüntüsü içindeyim. Çünkü, bütün bir insanlık olarak istikbâle yürürken, her köşe başında önümüzü kesmesi muhtemel ayrılık, farklılık ve mutabakat zorluklarından kaynaklanan handikaplara karşı en sağlam sığınağımızın diyalog olduğuna inanıyor ve toplantınızı bu konuya ayırmanızın da ayrıca şâyan-ı takdir olduğunu düşünüyorum.

Malumu alileriniz, bütün dinler hep aynı temel esaslar üzerinde durmuş ve aynı hakikatlere vurguda bulunmuşlardır. Allah tarafından gönderilen her nebi, temel disiplinler açısından –o günün şartlarına ve zamanın ihtiyaçlarına uygunluk çerçevesinde– bir öncekinin devamı, mükemmili, mütemmimi gibi davranmış, seleflerinin mesajını tekrar etmiş, ahvâl ve şerâite göre ikmalde bulunmuş, tafsil isteyen hususları açmış, yenilenmesi gereken mesâilde tecdide başvurmuş ve hep aynı konular etrafında yoğunlaşmıştır: Tevhid, nübüvvet, haşr ü neşir ve ibadet her peygamberin en birinci meselesi olmuştur; evet, üslûp, ifade tarzı, beyan ve eda farklılığı mahfuz, bu esaslar hemen bütün enbiya ve mürselînin mesajının özünü teşkil etmiştir. Diyanetlerdeki farklılık veya bazı meselelerdeki icmal-tafsil, ıtlak-takyid, vuzuh-hafâ.. gibi hususlar tamamen insanoğlunun idrak ufku, temeddünü ve gelişmişliğiyle alakalıdır. Cenab-ı Hak her milletin ilim ve ihata seviyesine, problemlerinin keyfiyeti ve ihtiyaçlarının türüne göre teferruatta özel direktiflerde bulunmuş, hususi kanunlar vaz' etmiş, tekvînî esaslarla teşrîî disiplinleri muhataplarının idrakleri açısından yeniden açmış ve her dönemde değişik bir tecelli buuduyla tenezzülât-ı kelâmiyesini farklı şekilde ortaya koymuştur. Böylece hep aynı mazmun, aynı mantuk üzerinde durulsa da, icmâlin tafsîli, mukayyedin ıtlakı, hâssın ta'mîmî ve mübhemin tavzîhi.. gibi hususlarda farklılıklar ve yenilikler de devam edegelmiştir. Zira, mübtedî ve bedevîlere göre yeterli sayılan nice meseleler vardır ki, müntehî ve mütemeddinler için onların biraz daha açılmaları şarttır ve zaruridir.

İşte bu temel espriye bağlı olarak ilk peygamberden son Nebiye kadar bütün enbiya ve mürselînin mesajlarında –tâlî konularla alakalı– hep bir değişim göze çarpmaktadır; ama bu değişimlerin hiçbiri asıl mesajın ruhuna dokunmamakta ve teferruat çerçevesini de aşmamaktadır. Semavî din mensupları arasındaki ayrılıklar, ihtilaflar ve bunlardan kaynaklanan kavga ve muharebelere gelince, bunlar dinden, diyanetten değil; ilâhî mesajın aslına sadık kalamamış kinin, nefretin, menfaat ve çıkarın çocukları olan bazı mübtedî din müntesiplerinin ortaya attıkları yanlış yorumlardan, inhiraflardan, hevâ ve hevesten kaynaklanmıştır/kaynaklanmaktadır.

Aslında, İlk günden itibaren, her nebi, ardındakilere birer aşk emiri olarak rehberlik yapmış ve onlarla muamelelerini sevgi kaneviçesi üzerine örgülemiştir. Hazreti Musa kavmini sevda nağmeleriyle etrafında toplamış ve onları Firavunun kin ve nefret ateşinden kurtarmıştır. Hazreti Mesih, insan sevgisine dayalı bir hayat şiiri bestelemiş ve bu duyguyu değişik şekillerde seslendirerek misyonunu sürdürmüştür. Hazreti Muhammed (Allah'ın salât ve selamı O'nun ve bütün peygamberlerin üzerine olsun) de, ömür boyu hep şefkatin sesi-soluğu olarak inlemiş durmuştur.. Kelam sıfatının birer tecellisi olan Ahd-i Atik, Ahd-i Cedid ve Kur'ân bir baştan bir başa aşkın sesi-soluğu, iştiyak ve vuslatın da birleşik noktası olmuştur.

Cenâb-ı Hak, insanları sevgi, barış ve saadet-i dareyne çağıran peygamberlerin her birini farklı bir hususiyetle mümtaz kılmış ve bu imtiyazla nazara vermiştir: Hazreti Adem bir safiyy, Nuh Nebî bir neciyy, Hazreti Musa apaçık bir kelîm, Hazreti İsa ruh ile serfiraz bir rûhullah; Hazreti Muhammed "Habîbullah"tır. Hazreti İbrahim ise, hulletle mümtaz bir "Halîl"dir. Halîl, dostunun esrar atmosferine giren ve onun muhabbetini kalbinin bütün derinliklerinde hisseden tam bir enîs ve vefalı bir dost demektir. Bu ölçüde bir vefa ve sadâkate muvaffak olanların başında Hazreti İbrahim gelir. Öyle inanıyorum ki, Hazreti İbrahim'in temsil ettiği "hullet" yani, "içten samimi dostluk" mesleğine günümüzde her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır. Dünya barışının sağlanması ancak "hullet ruhu"yla mümkün olabilecektir. İnsanlar arasında barışın teessüsü hususunda en önemli görev de İbrahim'in torunlarına düşmektedir.

Evet, Hak dinler, gönderildikleri coğrafyaya ve dönemlerinin şartlarına göre bazı farklı hükümler içermiş olsalar da, temelde aynı inanç ve ahlaki modeli insanlara sunmuşlardır. Hepsi, Allah'ın varlığı, birliği; insanın ve tüm varlıkların yaratılış amaçları, Allah'a nasıl kul olmak gerektiği, Yaratıcı'nın beğendiği ideal tavır, davranış ve yaşam biçimi; iyi, kötü, doğru, yanlış kavramları; insanın dünyadaki yaşamını nasıl düzenlemesi, sonsuz yaşamı için neler yapması gerektiği gibi konularda aynı temel gerçekleri insanlara aktarmışlardır.

Farklı dönemlerde, farklı coğrafyalarda yaşayan ve farklı İlahi dinlere mensup olan inananlar, tüm bu farklılıklara rağmen aslında aynı ahlaki değerlere sahiptirler. Hırsızlık yapmamak, adam öldürmemek, zina etmemek, yalan söylememek, insanlara karşı nazik ve saygılı bir üslup kullanmak gibi temel değerler tüm inananlar için geçerlidir. Bu ortak ahlak anlayışı İslam, Hristiyanlık ve Yahudilik için de geçerlidir. Nankörlük, şımarıklık, kendini beğenmişlik, yalancılık, aç gözlülük, düzenbazlık, kavgacılık, saygısızlık, vefasızlık, cimrilik, dedikoduculuk, zalimlik, iftiracılık, ikiyüzlülük, kışkırtıcılık gibi çirkinlikler İslam ahlakına kesinlikle uygun olmadığı gibi Yahudilik ve Hristiyanlıkta da yasaklanmıştır. İnsanlar saygılı, sevgi dolu, adaletli, şefkatli, merhametli, iyiliksever, alçakgönüllü, dürüst, güvenilir, cömert, fedakar, yumuşak huylu ve vefalı olmaya çağrılmışlardır.

Buna karşılık yeryüzündeki pek çok öğreti, İlahi dinlerin öğrettiği bu ahlak anlayışına tamamen ters olan anlayışları savunmaktadır. Örneğin son iki yüzyıldır dünyada son derece tesirli olan materyalist felsefe, insanları, sadece kendi menfaatlerini düşünen ve çıkarlarını elde etmede hiçbir kural tanımayan bireyler haline getirmektedir. Çatışmalar ve gerilimler, bir parça toprak ya da makam ve mevki için acımasızca birbirine saldıran insanlar, mazlumların ve ihtiyaç içinde olanların hergün daha da ezilmesi, adaletsizliklerin yaygınlaşması, ahlaksızlıkların artması söz konusu yıkımın sadece birkaç örneğidir. Bu durum karşısında İlahi dinlerin mensuplarının, materyalizm tarafından aldatılmış olan insanlığın kurtuluşu için ittifak etmeleri gerekir. Samimi ve sağ duyulu Müslümanlara, Hıristiyanlara ve Yahudiler'e düşen, kötülüklere ve kötülere karşı ortak bir mücadele yürütmek, yardımlaşmak ve beraber çalışmaktır.

Öyle inanıyorum ki, bugün asırlık savaşlardan ve çatışmalardan yorgun düşmüş bulunan dünyamız, bir yandan beşerin tatmin olmaz iştahı karşısında yeni çatışmalara zemin olma istidadı gösterirken, diğer yandan da sizler gibi barış ve diyalog elçileri sayesinde barış, kaynaşma, sevgi ve kardeşlik beşiği haline gelme sürecine girmiştir. Ümit ediyorum ki, aynı kökten geldikleri, benzer temel esaslara sahip bulundukları, aynı kaynaktan beslendikleri halde, asırlarca rakip dinler olarak yaşamış bulunan İslam, Hıristiyanlık ve Musevilik arasında başlayan, hatta eski Hind ve Çin dinlerini de içine alacak şekilde gelişen diyalog teşebbüsleri sayesinde gelecek daha mutlu, daha adil, daha merhametli ve daha hoşgörülü bir dünyaya gebe bulunmaktadır.

Hoşgörü ve diyaloğun vadettiği bu mutlu dünyanın imarı ve istikbalin "sulh adacıkları"nın kurulması hususunda İslam'ın da çok büyük katkıları olacaktır. Çünkü, İslam, silm u selâmet maddesinden gelip kulun Allah'a teslim olması, O'nun buyruklarına inkıyad etmesi, salim ve emin bir yola girerek selâmete yürümesi, herkese hatta her şeye güven vaad etmesi, elinden-dilinden kimsenin ama hiçkimsenin rahatsız olmaması mânâlarına gelir.

İslâm, adalet ve istikameti, en geniş çerçevesiyle ferdî, ailevî ve içtimaî bir yaşam biçimi olarak kabul eder. Dolayısıyla, hayatını İslâm'a bağlayan bir fert, dosdoğru düşünür, dosdoğru yaşar, hep hakkaniyet çerçevesi içinde kalmaya çalışır; kendinden başlayarak zulme ve haksızlığa karşı tavır belirler ve kendi haklarını koruma, kollama mevzuunda gösterdiği hassasiyet ölçüsünde, hatta ondan da ileri, başkalarının hukukunu gözetmede titiz davranır ve hayatını âdeta bir teraziye bağlı yaşıyor gibi hep tartılı ve ölçülü yaşar.

İslâm, eşitliği, Hakk'ın isteği ve insana saygının gereği olarak görür.. ve onun sarsılmasını ya da tamamen ortadan kaldırılmasını insanlığa karşı işlenmiş büyük bir cinayet sayar. O, renk, ırk, bölge ve seviyeli ailelerden gelmeye bağlı imtiyazlara karşı açıkça tavır alır ve her zeminde bu çarpık anlayışla fikren mücadele eder. İslâm, toplumun her fert ve her kesimini aynı sıcaklıkla bağrına basar. Herkesin ihtiyaç ve beklentilerini eşit bir çizgide değerlendirir ve avazı çıktığı kadar kimsenin kimseden üstün olamayacağını haykırır; haykırır ve hem eşitliği hem de fırsat eşitliğini ısrarla vurgular. İslâm, soya-sopa bağlı yapılanmaları tasvip etmediği gibi, hayatın sadece tek bir ünitesinde bile olsa, belli bir sınıfın hakimiyetini de açıkça reddeder.

İslâm'a siyasî-ideolojik açıdan yaklaşanlar, bazen bir ön yargıdan, bazen de Müslüman görünenlerin tutarsızlığından ve kötü örnek olmalarından dolayı ona, mevcut ve hakim düşünce sistemlerinin ve ideolojilerin penceresinden bakmaktan ve bu sebeple birbirinden farklı İslâm takdimlerinden kurtulamamışlardır. Ayrıca, bazı müslümanlar, çok defa özür dileyici bir tavırla İslâm'ı mevcut düşünce sistemleri ve ideolojilerle uzlaştırma yoluna gitmiş ve böylece İslâm'ı kendi özgün haliyle arz edemeyerek, her dönemde farklı bir İslâm imajı sunmuşlardır. Meselâ, 19'uncu asrın sonları ve 20'nci asrın ilk çeyreğinde İslâm, âdeta liberalizmle, kapitalizmle ve bunların üzerine oturduğu değerlerle özdeşleştirilirken, II. Dünya Savaşı'nı müteakip sosyalist ve komünist akımların bilhassa Üçüncü Dünya denilen ülkelerde ve bu arada İslâm dünyasında da revaç bulmasıyla, bu defa İslâm, âdeta sosyalizmle bir arada anılır olmuştur. Günümüzde ise İslâm, küreselleşme ve onunla birlikte pazara sürülen değerlerle âdeta özdeşleştirilerek ele alınmakta ve dün İslâm öncelikle bir ekonomi ve devlet sistemi olarak takdim edilirken, şimdi ise tamamen farklı bir İslâm'la muhatapların karşısına çıkılabilmekte ve başkalarının şekillendirdiği gündem ve çizdiği yörüngeye İslâm adına yorumlar getirme, İslâmî bir tavır olarak takdim edilerek, İslâm, bir tepki felsefesi konumuna indirgenmektedir.

Oysa İslâm, insanoğlu için, hemen her sahada uygulanabilen, uygulanmalarında alternatif gerçekleştirme yolları bulunan nevi şahsına mahsus bir nizamdır. O, vicdanlardaki ilk kabûlden, hayatın en uç noktasındaki ahlâkî meselelere kadar, hiçbir hususu ihmal etmeme genişliğiyle, ferdî ve ailevî en küçük bir problemden en muğlak içtimaî konulara kadar hemen her mevzûda çok farklı çözümler teklif eder. Onun her mesajı evrensel sulhden bir nağme, içtimaî âhenkten bir beste, hoşgörü ve diyalogtan da birer "nefes"dir. Kabalık, hoyratlık, kin ve nefret, onun hasımlarının ruh yapılarına ait akisler ve cahil müntesiplerinin de hazımsızlıklarından kaynaklanan gaseyanlardır. Çünkü, İslâm'ın girip yerleştiği bir kalbde Yaratan'dan ötürü ve yaratılanların hatırına sadece ve sadece sevgi vardır, alâka vardır, hoşgörü vardır. Zaten, bir kalbde hem inanç ve Allah'la irtibat, hem de kin, nefret ve gayz olamaz. Hele bir kalb, her gün, her hafta, her sene, değişik ibadet şekilleriyle, imanını, Hakk'a intisabını, misakını yeniliyor, güçlendiriyor ve hep parlak kalabiliyorsa, böyle bir kalbin düşmanlıklara açık olmasına kat'iyen ihtimal verilemez.

Hasılı, dinler ve medeniyetler arası diyalog elzemdir. Bunun ilk adımı olarak da, muasır bir Müslüman âlimin vurguladığı gibi, dinler arasındaki polemik sebebi hususları bir tarafa bırakıp, çok daha fazla olan ortak noktaları öne çıkarmak lazımdır. "Bir ayağım merkezde, diğer ayağım ise yetmiş iki millet arasında" diyen Mevlâna Celâleddin Rumî gibi düşünerek sadece din mensuplarını değil, bütün insanlığı kuşatacak çok geniş bir daire çizmek ve herkese bir nevi barış eli uzatmak icap eder. Kaba kuvvetin artık geride kaldığına inanarak ve bunu geride bırakarak, medenîler arasındaki münasebetlerin daima diyalog yoluyla olduğunu, olması gerektiğini unutmamak gerekir.

Bu duygularla, "İslam ve Diyalog" konulu bu konferansın düzenlenmesinde emeği geçen herkese teşekkür eder, katılımcılara başarılar diler, sağlık problemlerimden dolayı aranızda bulunamadığım için affımı istirham ederek en derin hürmet ve selamlarımı sunarım.

Fethullah Gülen

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.