Fethullah Gülen'le Röportaj
İslam'da şahıs devlet ilişkisi nasıldır? Bireyin devlet içindeki yeri ve fonksiyonu nedir?
Modern dünya ve çağdaş düşünce sistemleri, tarihte ilk defa siyasette ferdin şimdilerde aktif bir özne haline geldiğini ve getirildiğini iddia ederler. Onlara göre fert, atalarından görüp duyduğu, mensup olduğu grup, klik ve cemaatin öngördüğü hususlara bağlı kalmış ve adeta bu anlayış içine hapsolmuş gibidir. Bu grup ve cemaat telakkisini değiştirme imkanı da olmadığına göre böyle bir dar düşünce grup ve cemaat fertlerinin değişmeyen kaderi gibidir.
Fertler de modern çağla bu darlıktan kurtulmuş ve tam "birey" olma yoluna girmiştir. Bu döneme kadar o, gerçek mânâda hür olmadığı gibi birey de değildir. Bu mülahazalar, dünyanın bir kesimi ve bazı kültürler itibariyle böyle olsa da her din, her düşünce ve her cemaat için doğru olduğu söylenemez.
İslam'ın en temel ilkelerinden biri sayılan tevhid akidesi açısından bir mânâda mutlak bireylik mümkün değildir; zira insan, ya serâzad, hiçbir değer kabul etmeyen kritersiz bir âsi veya Allah'a bağlı, onun emirlerine ciddî inkiyad şuuruyla riayet eden bir kuldur. Bu öyle bir kulluktur ki, bu sayede o, Allah'tan başka hiçbir güç ve hiçbir kuvvet karşısında "pes" etmez ve kat'iyen hürriyetinin bir santiminden dahi vazgeçmez.
Böyle birini ne mal, mülk, servet ne de netice itibariyle basitleşmeye, sefilleşmeye sürükleyen ve ruhu felç eden yozlaşmış gelenekler, akla pranga vuran, her şeyi daraltan cemaat ilişkileri, değişik çıkar ve menfaat mülahazaları, ahlâkîliği dinamitleyen hırs ve kazanç tutkusu, kaba kuvveti akıl ve mantığın önüne çıkaran istibdat düşüncesi, şehvet, nefret, haset... gibi nefsâniyetin tezahürleri sayılan mesavî-i ahlak katiyyen Allah'tan koparamaz ve köleleştiremez. Bir mümin lâakall bir günde 30-40 defa "Ey Rab, sadece Sana ibadet eder ve sadece Senden yardım isteriz." (Fatiha, 4) diyerek kendi hürriyet ve ferdiyetine pranga sayılan bütün bu zincirleri kırar ve Cenab-ı Hakk'ın her şeye yeten o muhteşem gücüne sığınır. Bu ölçüde bir sığınmayı gerçekleştiremeyen bir fert hakikî mânâda ideal insan olma görevini de tamamlamış sayılmaz.
Ne var ki, İslam, ferdin Allah'tan başka herşeye karşı hür ve bağımsız olmasını isterken, onun bir aile, bir cemaat, bir millet, hatta bütün insanlık topluluğunun bir üyesi olmasını da ihtiyaçlara bağlı bir kural olarak kabul eder. Zira insan içtimaîdir, medenîdir; diğer insanlarla birlikte yaşama mecburiyetindedir;. Her şahıs bu ihtiyaç dairesi içinde birbirinin uzvu mesabesindedir ve katiyyen biri birisiz olamaz.
Zaruret, ihtiyaç, hatta tekmiliyata bağlı böyle bir beraberlik ferden halledilemeyen pekçok meseleyi halletme ve bir kısım baskıcı güçlere karşı bir sera vazifesi görme adına fevkalâde önemlidir. İşte bizim günümüzün mutlak hürriyetçilerinden ayrıldığımız nokta budurOnlar insanları ananevî bağlardan ve bağlılıklardan kurtarma bahanesiyle onları yapayalnız, desteksiz ve her zaman kaba kuvvetin tesirine girebilecek şekilde dayanaksız bıraktılar. O da bu yalnızlığın bedelini bazen bir kısım tiranların eline düşerek, bazen toplum despotizması altında ezilerek acı acı ödedi. Ve "bireysellik" yolunda hürriyetinden de, haysiyetinden de oldu.
Şu hususu da bilhassa belirtmeliyim ki, İslam dini, başka din veya din gibi görünen sistemlerde olduğu gibi sadece metafizik mülahazalarla ilgilenen, dua, teveccüh, konsantrasyon veya şahsî bazı ibadetlerle iktifa eden bir din değildir. O, bütün bunlarla beraber ferdin sosyal, siyasî, iktisadî, ahlakî, hukukî davranışlarını tanzim, tensik etmesinin yanında vaz'ettiği kuralları yaşamasını bilhassa ahirette mükafatlandırma ve kuralsızlıktan da sakındırma ilkesiyle gelmiştir. Bu itibarla da dinin sadece inanç ve ferdî ibadete ihtisar ettirilmesi onun bölünmesi, parçalanması ve Allah'ın muradına aykırı bir çerçeveye oturtulması demektir. Bu aynı zamanda fertleri neyi, ne zaman, ne ölçüde yaşayıp yaşamayacakları konusunda da fikir dağınıklığına, teşettüte itme demektir. Hatta bu tarz bir bölümlendirmenin zihni karışıklığa sebep olabileceğini dahi iddia etmek çok zor olmasa gerek. Bir kimse inandığı dinin bütün esaslarını özgürce yaşayamıyorsa, yaşamasına mani bir kısım engellerin mevcudiyeti söz konusu ise, bu, o kimsenin vicdan hürriyetine, fert olarak inandıklarını uygulamasına mani var demektir. Bu durumda da bu tür kimselerin temel hak ve özgürlüklerinden söz edilemez.
İslam dini, müntesiplerinin, dünya ve ukba hayatlarını, ebedî mutluluklarını temin, o istikamette yol göstermek ve onların bu hayatı huzur içinde geçirmelerini ve öbür alemi de teminat altına almalarını sağlayacak esaslarla bir peygamber göndermiştir. O peygamberin mesajlarında dünya-ukba yanyana; ferdi sorumluluklar içtimaî mükellefiyetlerle içiçe; ibadet, evrad-ü ezkar, kalbî ve ruhî hayat, ahlakî, içtimaî ve idarî meseleler bir vahidin farklı derinlikleri gibi bir bütünlük içindedir. Bütün bunların yanında her müslüman kendi haklarının şuurunda olduğu kadar başkalarının hak ve hürriyetlerine saygılı, kendi hukukunu müdafada gösterdiği hassasiyet ölçüsünde onların haklarına riayette fevkalâde titizdir.
İslam'da devlet anlayışı nedir? Kur'an'daki yeri nedir? Bir bütün olarak İslamî devlet kurma hususu bir çok kimse tarafindan dile getiriliyor. Şeriat esaslarına göre bir devlet anlayışından bahsediliyor. Zat-ı alilerinizin bu husustaki görüşü nedir?
İslam'ın siyaset ve devlet görüşü üzerinde çalışan veya birşeyler söyleyen kimseler çok defa Kitap ve Sünnetin ortaya koyduğu İslamla, müslümanların tarihî tecrübeleriyle ve tabii yine şer'î delillere dayanarak anlatmaya çalıştıkları müslümanlığı ve şöyle-böyle bugün yaşananı birbirine karıştırmakta, bazen bir Kur'an meali, bazen birkaç seçme hadis, bazen de çağımızın fantestiklerinden birinin düşünceleri ve önerileriyle İslam adına değişik değişik şekiller kesip biçmekte ve fırsat ellerine geçerse kendi anlayışlarını hakim kılacaklarını ifade etmektedirler.
İslamî kuralların ve İslam tarihinin düşünce ve yeni tekliflere kapalı, taşlaşmış bir tarih olduğunu kastetmiyorum elbette. Evet, dinin, temel esasları dışında, yine temel unsurlar çizgisinde, onlardan içtihad ve kıyas kaynaklı geniş bir yanı vardır ki, böyle bir alanda dinî meseleleri çıkarıp ortaya koymada insan cehd ü gayretinin tesiri inkar edilemez. Ancak bu tür konularda her müstaid şahsın konuşma ve içtihatta bulunmasının kendisini bağlayacağı, başkalarını ilzam adına bir kıymet-i harbiyesinin olmadığı da yine dinin emirlerindendir. İslam, hiç kimseye kendi düşünce ve önerilerini -günümüz itibariyle heva ve hevesini- hüda yerine koyarak "işte din budur" demesine izin vermez ve bunu dalalet sayar.
Bir kere din diye sunulan tasarı şayet Kitap ve Sünnet kaynaklı değilse, bu mevzuda şöyle-böyle gayret sarf eden insanlar sayısınca tasarı ve taslak ortaya çıkar ki, bu da apaçık meşruiyet krizi demektir. Sunulan taslak, üzerinde ittifak oluşmuş tarihi tecrübelerden referanslı değilse katiyyen sürekli ve kalıcı olamaz. Şimdilerin ihtiyaçlarını yine ittifaken kabul edilen ve hürmet edilen öz kaynaklarına müracaat ederek cevaplayamıyorsa o da, gerçekçi ve tatmin edici olamaz.
Öyle ise ister kendi temel kaynakları itibariyle ister bu kaynaklara dayandırılan ilmî mülahazalar açısından İslam'ın devlet anlayışı nasıldır, denebilir?
İslam'da hüküm ve irade Allah'a aittir. Kur'an, pek çok ayetiyle hüküm ve emrin Allah'a ait olduğunu vurgular ve "Kadın-erkek müminler, Allah ve Rasulü bir konuda hüküm verdiği zaman artık onlara bir seçim hakkı yoktur."der; böylece ne teokrasilerde olduğu gibi bu hakkın kutsal ve masum ruhânî reislere, ne onların gözetim ve denetimindeki âbâ u kenâiseye ne de başka şekilde organize olmuş herhangi bir diyanet teşkilatına ait olmadığını ilan eder. İslam "Sizin en şerefliniz Allah nezdinde en müttaki olanınızdır" diyerek soy-sop, ırk-aşiret, imtiyazlı sınıf gibi hususların yerine takvayı, liyakati, hakperestlik düşüncesini ve adalet hissini esas alır. Bu açıdan da Kitap ve Sünnet müslümanlığında ne mutlakiyetçi monarşinin ne batıda bilinen şekliyle klasik demokrasinin, ne diktatörlük ne de totalitarizmin yeri yoktur. İslam'da, yöneten ve yönetilenlerin karşılıklı anlaşmaları demek olan yönetim, meşruiyetini hukuktan ve hukukun üstünlüğü esasından alır. Ona göre hukuk yönetenin de yönetilenin de üstündedir, Allah'a aittir, değiştirilemez, gasbedilemez; Yaratanın emri, Peygamberin tebliğ ve tatbiki çerçevesinde uygulanmaya çalışılır. İslam hukuk dışı bir yönetimi meşru saymaz, onu tanımayan yönetilenleri de asi kabul eder. İslamî bir idarede en zirvelerdeki kimseler dahi sıradan bir insan gibi hukukî esaslara riayet etmekle mükelleftirler. Bu esasları katiyyen ihlal edemez ve onlara aykırı uygulamada bulunamazlar.
Burada bir şeyi tavzih etmekte de yarar var; bütün bunlar yasama ve yürütme organlarının hiç bir şey yapamayacakları şeklinde de algılanmamalıdır. İslam'da yasama ve yürütme organları toplumun kendi içinde ve yabancılarla iktisadî, siyasî, kültürel münasebetlerinde zaruretler, ihtiyaçlar ve maslahatlar çerçevesinde umumî hukuk normlarına uygun olarak her zaman bir kısım yasalar yapıp bunları uygulayabilirler. İdare edilenler de üst hukuk esasları diyebileceğimiz disiplinlere riayet ettikleri gibi insan eliyle yapılan bu kanunlara da uyma mecburiyetindedirler. İslam'ın, şerî prensiplerin yorumlanmasında içtihat, istinbat ve istihraç yapılmasına itirazı yoktur.
Aslında demokratik bir toplumda hukukun kaynağı, rengi, şivesi çok da önemli değildir. Çağdaş dünyanın bulunduğu yer itibariyla temel insanî hak ve hürriyetlerin, siyasî katılımların, azınlık haklarının, fert ve toplumun karar mekanizmalarının üzerinde ağırlıklarını hissettirmeleri, herkesin bir başkası üzerinde belli yollarla baskı kurmaması şartıyla kendini ifade edebilmesi, inandığı gibi yaşaması ve milletlerarası hukukî normlara, sözleşmelere aykırı düzenlemelerin yapılmaması demekse İslam'ın bu hususlardan hiçbirine karşı çıkması sözkonusu değildir. Bu itibarla da Kur'an ve Sünnetin ortaya koyduğu evrensel değerler görmezlikten gelinerek İslam'ın demokrasi düşmanı, zıdd-ı beyyini gibi gösterilmesi doğru olamaz.
Bir devlet, yukarıdaki çerçevede herkese kendi dinini yaşama fırsatı veriyor ve onları kendileri gibi düşünme, öğrenme ve uygulamada destekliyorsa böyle bir sistem Kur'anî öğretilere zıd sayılmaz; ve ortada böyle bir devlet varsa, alternatif bir devlet düşüncesine gidilmez. Şayet insanî hak ve hürriyetler tamam değilse -günümüzde hep gelişme vetiresi yaşayan demokrasilerde olduğu gibi- sistem yeniden yasama ve yürütme organlarınca gözden geçirilir, evrensel hukuk normlarına göre tashih, tecdid ve tanzime gidilir ve daha da mükemmelleştirilme şeklinde ele alınır. Böyle bir nizama tam teşriî denmese de onun zıdd-ı beyyini olduğu da söylenemez.
Burada şu hususu belirtmekte de yarar var: Bazıları şeriatı sadece dinî kurallara göre kurulmuş bir devlet olarak düşünmekte ve kelimenin gerçek mânâ ve muhtevasına bakmadan ona karşı düşmanca bir tavır almaktadırlar. Oysaki şeriat, din kelimesinin bir mânâda müradifi ve Allah'ın emirleri, Peygamber Efendimizin sözleri, tavırları ve icma-ı ümmet esaslarıyla müeyyed bir dini hayattır; bunun için de devlet idaresiyle alakalı kuralların sayısı ancak yüzde beş nisbetindedir. Bunun yüzde doksan beşini ise iman esaslarından, İslamî disiplinlere, ondan da ahlakî kaidelere kadar diğer hususlar teşkil etmektedir.
İslam demokrasi ile bağdaşır mı? Çoğu İslam ülkelerinde demokrasinin olmayışını nasıl görüyorsunuz? Veya bu durum ne kadar bir eksikliktir?
İslam ve demokrasi sözkonusu edildiğinde bunlardan birincisinin ilahî, semavî bir din, diğerinin ise beşeri bir yönetim şekli olduğu gözardı edilmemelidir. Dinin temel amaçları iman, ubudiyet, marifet ve güzel ahlak gibi evrensel hususlardır. Kur'an yüzlerce ayetiyle, insanları imana, Hakka kulluğa, kullukta derinleşerek ihsan şuuru kazanmaya ve güzel ahlaka çağırır. "İman etmek ve salih amelde bulunmak" Kur'an'ın ısrarla üzerinde durduğu konulardan olduğu gibi Hakk'ı görüyor gibi davranma veya O'nun tarafından görülüyor olma şuuruyla O'nunla vicdani bir münasebet içinde bulunma ve bütün bunları güzel ahlakla bezeme de onun her zaman hatırlattığı mevzulardandır.
Demokrasi ise kendi başına bir yönetim biçimi değildir. Hatta büyük ölçüde muğlak ve mudill de denebilir. Bu açıdan da bu tabirin nisbetsiz zikri pek azdır. Çok defa yanına bir kelime ilave edilerek "sosyal", "liberal", "Hristiyan", "radikal"... vesaire gibi sıfatlarla anılır ki, pratikte bazen bunlardan biri diğerini demokrasi de kabul etmeyebilir.
Ne var ki, günümüzde "demokrasi" dendiğinde hep yalın haliyle algılanmakta, izafet ve nisbetlerine bakılmamaktadır. Aksine pek çoklarınca "din" den sözedilince de onun içinde yeri ne kadardır, ona hiç bakmadan, dinin pek çok fakültelerinden tek fakültesi sayılan siyasetle irtibatlandırılmaktadır. İşte, bu iki mülahaza İslam ve demokrasinin bağdaşıp bağdaşmayacağı konusunda farklı düşüncelere sebebiyet vermiştir. Bunlar, birbirinin tam zıddı veya nakîzi gibi görünmeseler de aralarında ciddi bir fark olduğu açıktır.
Bu mütaalalardan birine göre İslam, bir din olmanın yanında aynı zamanda bir devlet sistemidir. O, ferdî, ailevî, içtimaî, iktisadî, siyasî her alanda kendini ifade eder/etmiştir. Bu açıdan onu sadece iman ve ibadetten ibaret sayma müdahale ve tasarruf alanını daraltma demektir. Bu icmalî mütalaa etrafında yeni yeni fikirler oluşmuş ve çok defa İslam'ın da bir siyasi ideoloji şeklinde algılanmasına sebebiyet vermiştir. Hatta bazılarınca böyle bir düşünce tarzı İslam'ı da, herhangi bir siyasi ideoloji durumuna getirmiştir. Bu ise, tamamen hukuka dayanan, temel prensipleri itibariyle hiçbir kesimi baskı altına almayan, hatta açıktan açığa buna karşı çıkan ve her zaman cumhurun görüşlerine göre -re'ye açık alanlarda- icraatta bulunan İslam'ın ruhuna aykırı düşmektedir. Yine bunlara göre
İslam'ı bir ideoloji gibi sunmaktansa demokrasiyi tamamlayacak bir öğe olarak sunmak çok daha iyi olurdu. İslam'ın bu şekilde takdim edilmesi Müslüman dünyasında demokrasinin yerel formlarını zenginleştirmede ve insanların manevi ve maddi dünyalar arasındaki ilişkiyi daha iyi anlayabilmelerinde yardımcı olabilirdi. Öyle inanıyorum ki İslam ebedden ve ebedî bir Zât'ın teveccühünden başka hiçbir şeyle tatmin olmayan insanoğlunun bu geniş ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde demokrasiyi zenginleştirebilirdi.
Evet acıdır, İslam dünyasında hususiyle de bizim ülkemizde din-demokrasi münasebetlerinden söz eden, hem din adına konuşan ve bazı söylemler geliştirenlerin bir kısmı hem de demokrasiden yana olanların bazıları aynı yanlışta bir araya gelmektedirler: O da demokrasi ile dinin asla bağdaşmayacağı hususudur. Çünkü din, Allah'ın hakimiyetine, demokrasi ise milletin re'yine dayanmaktadır. Ama, zannediyorum burada zuhûle kurban giden bir mülahaza daha var; o da, hakimiyetin kayıtsız-şartsız millete ait olmasının -haşa- Allah'tan alınarak insanlara verilmesi değil, Allah tarafından insanların tasarrufuna tevdi edilen bir hususun herhangi bir fert, bir müstebid ve bir diktatörden alınıp cumhura tevdi edilmesidir ki, bu da bir mânâda Raşit Halifeler dönemindeki uygulama demektir. Allah'ın kozmolojik anlamda her şeye hakim olduğunda şüphe yok; biz, düşüncelerimiz, planlarımız hep o Kudret-i Kahirenin tasarrufu altındadır. Ancak bu, bizim iradelerimiz, temayüllerimiz, tercihlerimizin de olmadığı mânâsına gelmez. İnsanlar ferdî hayatları adına bazı seçimlerde muhtar bırakıldıkları gibi bir kısım içtimaî ve siyasî meselelerde iradeleriyle -min vechin- başbaşa bırakılmışlardır. Yasama ve yürütme organlarını seçen kimseler farklı bir intihapta da bulunabilirler. Zaten asr- saadette tek bir tür intihap söz konusu olmamıştır. Hz. Ebubekir'in seçilmesinde ayrı bir yol takip edilmiş, Hz. Ömer'de farklı bir usûl, Hz. Osman'da ayrı bir vetire ve Hz. Ali'de de başka bir sistem esas alınmıştır. İşin doğrusunu Allah bilir.
Ayrıca demokrasi sorgulanamaz bir sistem de değildir; onun gelişme sürecine bakılınca, her zaman yanılmaları tashihler takip etmiş.. yer yer revizyona tabi tutulmuş, otuz çeşidinden bahsedilmiş.. onun tekamül yolundaki bu zikzaklı bu macerasından ötürü bazıları hala ona kuşkuyla bakmakta. İslam dünyasının demokrasi konusundaki içtinabının bir sebebi de belki de budur. İçtinabın yanı sıra, demokrasiyi kendilerine bir tehdit olarak gören bir kısım despot idarecilerin şiddet uygulamaları Müslüman milletlerde demokrasinin önündeki bir engel olarak görülebilir.?
Siyasal İslam ifadesinin popülarite kazandığı bir dönemde İslam-siyaset ilişkilerini nasıl görüyorsunuz?
Diğer konularda olduğu gibi zannediyorum din ve siyaset ilişkilerinde de ya ifrata veya tefrite giriliyor: Kimileri dinin şöyle-böyle siyasetle asla alakası yoktur diyor, kimileri de çok yönleri ve derinlikleri bulunan din sistemini tamamen siyaset gibi gösteriyor. Kur'an-ı Kerim'de idare ve siyasete müteallik pek çok ayet olduğu gibi, bu konuda Efendimiz'in uygulamaları da önemli bir yer işgal etmektedir. "Ulül-Emr", ulü'l-emre itaat, istişare, harp-sulh kararları, kazaî hükümler... gibi pek çok husus hep siyaset ve idareye işaret etmektedir.
Ne var ki, İslam'da ne idareyi ne de siyaseti erkân-ı imaniye ve esasat-ı diniyede olduğu gibi tek bir kalıba ifrağ etmek mümkün değildir. Tarih bize İslam dünyasında Asr-ı saadetten bu yana intihap, intihapta aranan evsaf.. türünden şeyler istisna edilecek olursa, pek çok devlet şekli bulunduğunu göstermektedir. Bunlar arasında usülde ciddi farklılıklar görülmese de teferruatta o kadar çok ayrılıklar vardır ki, işin temel esprisini kavrayamayanlar bu idare şekillerinden her birini ayrı bir sistem gibi görebilir/görmüştür de. Hemen arzetmeliyim ki, bu farklılıklar dinin yoruma açık yanları ve içtihad alanları itibarıyladır.
Bu konuyla alakalı sağlıklı değerlendirmeler yapabilmek ve olumlu sonuçlara ulaşabilmek için dinin temel kaynakları olan Kitap ve Sünnet'e müracaat esas olmalıdır. Aynı zamanda tarihî tecrübeler de bu konuda önemli birer referanstır.
Kur'an-ı Kerim'de, Allah'a karşı ubudiyet vazifelerini belirleyen, muhteva bakımından taabbudîlik ifade eden ayetlerin yanında, bir insanın diğerleriyle olan münasebetlerini düzenleyen ayetler de vardır. Her iki hususla alakalı emir ve tavsiyelerin ikisi de Allah'tan gelmiş olmasına rağmen Zât-ı Uluhiyet'e karşı vazife ve sorumluluklarımızı tanzim eden âyât u beyyinât Peygamberimiz ve Ashabının anlayıp kabullendiği şekliyle korunmuştur ve korunmaktadır. İkinci kategorideki ilahî ferman ve nebevî beyanlar ise, bunlar insanların sosyal, iktisadî, siyasî ve kültürel hayatlarıyla alakalı bir kısım esaslar üzerinde durdukları aynı anda satır aralarında veya fezlekeleriyle o hususların bir kısım hikmet, maslahat ve faidelerine işaretlerde bulunurlar. Mesela, Kur'an'ın adalet, hakka riayet, yalan söylememe, merhamet ve şefkatli olma, her işini meşverete bağlama, iffetli yaşama, kimseyi aldatmama... gibi konular bu hususta birer örnek teşkil edebilirler.
Bu hususlar önüyle arkasıyla doğru okunabildiği takdirde zamanla müslümanların karşılaşacağı benzer problemlerde de erbabına birer ipucu verebilir. Yorumcular onları referans alarak bir kısım yorumlarda bulunurlar; müctehidler belli ölçüde onları nazar-ı itibara alarak değişik değerlendirmelere giderler. . ve hakeza.
Kur'an'ı Kerim'de ve Sünnet-i Sahîhada yorumu, açılımı zamana bırakılmış pek çok konu vardır. Tafsilatı vakt-i merhununa bırakılmış ki, görünen bu hususlarla alakalı tafsilî emir ve tavsiye yoktur. Bu itbarla siyaset, devlet, toplumun yönetimi gibi konularda şeref-nüzul ve şeref-sudur icmalî emir ve tavsiyeler açılırken farklı şekil ve farklı desenlerde bazı şeyler ortaya çıkmıştır. İsterseniz bunu, zamanı da önemli bir müfessir kabul ederek ona havale edilmiş olacağına bağlarsınız; isterseniz muhatapları itibariyle "Hanefiyye-i Semha" ile gelmiş bu dinin evrenselliğine verirsiniz. Evet, Kur'anın muhatapları arasında en bedevîden en medenîye, çok az gelişmiş yığınlardan en mütekamil milletlere, bir kısım kuru kalabalıklardan fevkalade organize olabilmiş aydınlık cemaatlere kadar çok farklı kimseler bulunmaktadır. O bütün bunların bakış, görüş ve değerlendirme, hatta yaşayabilme durumlarını nazara alarak onlara seslenmiştir. Yerinde, insanın Cenab-ı Hakk ile münasetinde, icmali tercih etmiş ve ele aldığı konunun tafsil ve açılımını vakt-i münasibinde rical-i münasibine bırakmış, diğerinde, insanların birbirleriyle münasebetlerinde ise tafsil ve tebyinde bulunarak muhkem senetlerin hususiyetini vurgulamıştır.
Bu açıdan da ikinci kısımda -bir kısım sapık fırkaların yorumları istisna edilecek olursa- her zaman bir anlayış birliği sözkonusu olmuştur. Birinci kısımda ise, şartlara, zamana, umumî dünya ahvaline göre bir hayli farklı yorumlamalar meydana gelmiştir. Tabii olarak bu farklılıklar yasama ve yürütme organlarına da aksetmiştir.
Bütün bunlara rağmen Kur'an'da doğrudan ve birinci derecede sarihan siyasetin, din-i mübin-i İslam'ın olmazsa olmaz temel unsurlarından olduğu ve muhkemat ölçüsünde dinin ilgi alanına girdiğine dair iddiada bulunmak doğru olmasa gerek. Buna, Kur'an'da yer alan bir kısım hükümlerin siyaset, devlet yapısı ve yönetim biçimleriyle alakası biraz da ilgi kuran şahsın/şahısların bakış açıları, İslamî heyecanları, sadece tarihî tecrübeleri nazar-ı itibare almaları ve İslam toplumunun problemlerinin siyaset ve idare yoluyla daha rahat çözülebileceği düşüncesiyle hareket etmeleri bazı yanlış anlamalara yol açmış olsa gerek. Bu mülahazaların hepsinin kendine göre bir mânâ ifade ettiği muhakkak; ama gerçeğin ondan ibaret olmadığı da açık.
Gerçi toplumsal münasebetleri tanzimde fert, aile ve cemiyetin de ahengini düzenlemede idare ve hakimiyetin tesiri inkar edilemese de, yine de bunlar, Kur'anî değerler silsilesi içinde talî derecede kalır. Zira "ümmühat" dediğimiz ve diyeceğimiz iman, İslam, ihsan ve ilahî ahlakın topluma benimsetilmesi gibi konular hem referans konularıdır, hem de idari, iktisadî, siyasî.. mes'elelere birer esas mahiyetindedir. Bu yaklaşımdan hareketle Kur'an'da siyaset nazariyeleri, değişik devlet modelleri aramak, ya da o mukaddes kitabı tekvinî emirlerin ezelî bir tercümesi, gayb ve şehadet alemlerinin tefsiri, arz u semada tecellileriyle münteşir ilahî isimlerin müfessiri, İslam aleminin çeşit çeşit dert ve problemlerinin reçetesi, dünya ve ukba saadetinin biricik rehberi, ahiret yolcularının bura ve ötelerle alakalı aldatmayan delili ve insanoğlunun bitip tükenme bilmeyen feyyaz hikmet kaynağı.. olmasına rağmen onu sadece siyasî söylemlere malzeme görmek ona karşı saygısızlık olduğu gibi o bereketli kaynağın diğer derinliklerinden istifadeye de manidir.
Ancak Kur'an-ı Mübinin, insanların ruhlarında hasıl ettiği enginlik ve derinlikle akıllı siyasetçiler yetiştirmesi sayesinde siyaseti bir kumar, bir satranç oyunu olmadan çıkardığı da açıktır.
Hilafetin ilgasından sonra İslam dünyasında birçok hilafet hareketleri ortaya çıkmıştır; özellikle Hindistan Müslümanları arasında. Günümüz dünyasının hızlı değişimini nazara alırsak, sizce hilafetin geri gelmesi mümkün müdür? Yoksa onu beklemek çok mu hayalperestlik olur?
Hilafet kaldırılırken lehinde ve aleyhinde değişik mütalaalar olmuştur. İlk tavırları itibarıyla Ziya Gökalp ve onun gibi düşünenler: "Dayanağı, Türkiye Büyük Millet Meclisi olan hilafet makamı, müslümanlar arasında yüce bir makamdır. Yeryüzünde bir hilafet makamı bulunmazsa İslam alemi kendisini imamesiz kalmış ve dağılmış perişan bir tesbih gibi görür." diyorlardı. Seyyid Bey ve onun gibi düşünenlerse, "Hilafet hikmettir; doğrudan doğruya millet işidir ve zamanın gereklerine tabidir. Peygamber Efendimiz vefat ettiklerinde Ashab-ı Kiram'a hilafetle alakalı birşey açıklamamıştı. Kur'an-ı Kerim'e müracaat edildiğinde de mevzu ile alakalı hiçbir ayet olmadığı görülecektir." der ve Kur'an'da devletle alakalı meşveret ve şûra, ulü'l-emr'e itaat konuları üzerinde durur.. bunların siyaset ve idareyle alakalı önemli iki unsur olduğunu vurgular.. zaten hilafetin, Hazreti Ali ile hicretin otuzuncu senesinde bittiğini söyler.. mezheb imamlarının ve akaid üstadlarının mütalaalarından nakillerde bulunur.. hilafetten gaye ve maksat alınarak ona göre birşeylerin yapılması gerektiğini ve hilafetin de bir manada tarihselliğini hatırlatır ve bu sürecin hakikî halifeler dediğimiz zatlarla bittiğinden söz eder. Ondan sonra tarih sayfasında görülen halifelerin hakikî değil de şeklî ve surî halife olduklarını dile getirir.. derken bazı muhaliflere rağmen meclisin, "Halife hal'edilmiştir. Hilafet, hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen münderic olduğundan makam-ı hilafet de mülğâdır." sözleriyle hilafet kaldırılmıştır.
Zaten daha önce de, Mukaddime'sinde İbn-i Haldun, hilafetle alakalı şu mütalaada bulunur: "Hilafet mevzuunda üç farklı bakış açısı söz konusudur: 1-Hilafet ilahî bir müessesedir ve zaruridir. 2-Hilafet ihtiyaçlara bağlıdır. 3-Haricilerin savundukları şekliyle, hilafet lüzumsuzdur."
Günümüzde hilafetin lüzümsuzluğuna inananlar; günümüzde pekçok milli devlet kurulduğundan, istiklal düşüncesinin öne çıkmasından ve hilafetin de artık müessiriyetini kaybettiğinden bahisle ona gerek kalmadığını söylerler.
Müslümanlar arasında birliğe vesile olması; farklı milletlerin kendi ülkelerindeki imkanları teatî etmeleri ve daha iyi değerlendirmeleri; saf yığınların, hilafetin dinî manasından ötürü onun etrafında daha rahat toplanabilme ihtimalleri... gibi hususlardan dolayı da onun hala tesirli bir dinamik olduğu üzerinde durulmaktadır.
İş bu noktaya gelip dayanınca onu yeniden ihya çok zor olduğu gibi, bütün müslümanlara kabul ettirmek de imkansız gibi görülmektedir. Ayrıca böyle bir teşebbüsün muasır dünyaca nasıl algılanacağı oldukça önemlidir. Bütün bunlardan çıkaracağımız mülahazalar ışığı altında meseleye yaklaşmanın yararlı olacağı kanaatindeyim.
Amerika'da bazı yazarlar batının gelişmesini bir rönesans hadisesine bağlıyor. İslam dünyasında bir rönesans mümkün müdür? Veya gerekli midir? Zat-ı alilerinizin bu konudaki görüşlerini rica edebilir miyiz?
Yeniden doğuş, diriliş ve intibah devri demek olan Rönesans, eğer bazı kimselerin dediği gibi, antik çağın formal ve ruhî değerlerini bir kere daha hayata geçirme hareketi; eski kaynaklara dönüş ve onları yeniden okuma ve değerlendirme cereyanı; siyasî, hukukî ve ahlakî konularda eski çağların esas alınması ve fikrî alanda klasik metinler üzerinde yoğunlaşılması, daha bir kısım efsanevî ermişlerin arkasına düşülmesi ise böyle bir yeniden doğuşun bazı yanları takdir edilse de bütününe birden "evet" deme doğru olmasa gerek.
Eğer Rönesansla Michelet gibilerin gayret, tesir ve öncülükleriyle Orta Çağın ilahiyatçı hakimiyetine ve diyanet otoritesine karşı başkaldırma; biraz hürriyetçi, biraz tenkitçi ve tamamen dinden uzaklaşma şeklindeki ferdiyetçilik vetiresi kastediliyorsa -ki bazıları bu hareketin gelişmesini İtalya'ya götürür ve Dante, Giotto gibi kimselerle irtibatlandırır- bunu da bu şekliyle insanlık yararına görüp tasvip etmek mümkün değildir. Tasvip edemediğimiz diğer bir yorum da, o çağda Batı'da yaşanan fikri keşmekeşten bunalmış bazı düşünürlerin aşırı bir Hümanizm'e yönelmeleri ve ayrı bir dengesizliğe sebebiyet vermeleridir.
Eğer Rönesans, yitirilmiş insanî değerlerin keşfedilip ortaya çıkarılması; insanların yeniden evrensel ahlakî değerlere yönelmesi; müstebid idare ve idarecilerin sorgulanması hatta bazıları bertaraf edilerek demokratik telakkiye yürünmesi; sanata, bediiyyata yönelmede patlamaların yaşanması; o güne kadar ihmal edilegelen tekvinî emirlerin dikkatle okunup yorumlanması; hakikat aşkı, araştırma iştiyakı, ilim tutkusu gibi hususların gelişip yaygınlaşması ve dinin vazgeçilmezliğinin, çağın idrakine göre yeni bir eda ve yeni bir üslupla bir kere daha seslendirilmesi ise, bu çerçevedeki bir hareket İslam coğrafyasında, Hicrî üç ve dördüncü asırlarda en göz kamaştırıcı şekliyle gerçekleştirilmiş ve bir manada Batı Rönesansı'na da örnek teşkil etmiştir.
İşte biz, bütün samimiyetimizle böyle bir Rönesans telakkisinin hep yanında olduk ve olacağız ve akılda, kalbde, ruhta, tefekkürde diriliş de diyeceğimiz böyle bir oluşumu tahakkuk ettirme peşindeyiz. Ama böyle bir cehd ü gayretin meyvelerini dermek ne zaman müyesser olur, onu şimdiden kestirmek mümkün değildir. Herşeyin bir vakt-i merhunu vardır; bekleyip göreceğiz "Gün doğmadan meşime-i şebden neler doğar."
Son bir kaç asırda İslam dünyasında entelektüel yetişmemesinin sebebi nedir? Bu neye bağlıdır? Gelecekte bunun telafisi mümkün müdür?
"Entelektüel"den ne kastedildiğine bağlı. Varlığın menşeinin düşünce olduğunu, aklın da sezgi ve iradenin önünde bulunduğunu iddia eden manasına entelektüelin, nerede olursa olsun bulunamaması İslam dünyası adına kayıp değildir. Ama bu dünyada, kendi varlığının şuurunda olan, varlığı doğru okuyup doğru yorumlayan, içinde yaşadığı çağın farkında ve her zaman onunla hesaplaşmasını bilen, bildiklerini de gerektiğinde tereddüd etmeden seslendiren aydın insan anlamında entelektüelin bulunmadığı da bir gerçek. Ancak burada bazı şeyleri tavzih etmekte de yarar var:
Evvela, İslam dünyasındaki bu gerileme ve durgunlaşma sadece ona mahsus bir keyfiyet değildir: Tarihte, dünü çok parlak, bugünü derbederlik ve perişaniyet örneği pekçok millet gelip geçmiştir ve gelip geçecektir. Tarihî tekerrürler devr-i daimi de diyeceğimiz bu husus umum milletlerin kaderi gibidir. Ateşin, parlayıp çevresine hararet verdikten sonra sönmesi, kullanılan nesnelerin kullanıla kullanıla paslanıp eskimesi, dünyaya gelen her ferdin büyüyüp, olgunlaşıp sonra da ölmesi türünden değişik medeniyet ve milletlerin de böyle bir kaderi vardır. Yenilenerek ömürler uzatılmaya çalışılmalıdır ama böyle birşeyin şartları da çok ağır olsa gerek...
Saniyen, İslamî ruhun üç önemli esası vardır; bunlardan birinin ihmali belli ölçüde diğer dinamikleri de etkileyerek o ruhu felç eder. Bu esaslar, tedvin döneminde olduğu gibi dinî ilimleri temel kaynaklara dayanarak çağın idrakine göre yorumlama; kelam sıfatından gelen Kur'an-ı Mübin gibi, kudret ve iradenin Kitab-ı Kebîri sayılan kainatı ve bu muhteşem kitabın tekvinî emirlerini iyi okuyup değerlendirme; madde kadar manaya, cisim kadar ruha, dünya kadar ukbaya ve fizik kadar metafizik mülahazalara da açık durarak bütün bu hususlar arasındaki dengeyi koruma şeklinde hülasa edlebilir. Bir dünyada akıl ihmal edilmiş, kalb devre dışı bırakılmış, hakikat aşkı ve ilim aşkı sönmüş veya söndürülmüşse orada elit insandan ve entellektüelden bahsetmek mümkün değildir.
Salisen, İslam dünyasının, tıpkı bugünkü Batı gibi parlak bir dönemi olmuştur. Böyle bir dönemin artıları yanında, bazı hayatî dinamikler ihmal edilince eksilerinin olması da söz konusudur. Bazen, maddeten güçlü olma kendini salmaya; işleyen bir nizam ve sistem sezilmedik bir körlüğe; zaferler, muvaffakiyetler yaşam tutkusuna, tenperverliğe, zevk u sefaya, hatta bohemliğe sebebiyet verebilir. Böylesine kahredici bir atmosferin hakim olduğu coğrafyada entellektüel yetişmez.
Rabian, bugünkü mevzu ilimler, İslam ulemasının tetkik, tecrübe ve araştırmalarının semeresi değildir. Bütün ilimler tamamen pozitivist, naturalist ve Batılı anlamda rasyonalist bir anlayışa dayanmaktadır. Bu dünyadaki araştırma ve değerlendirmeler bütünüyle Batılı anlayışın güdümünde cereyan etmektedir. İslam dünyasında varlığı yeniden yorumlayacak, kendi düşünce imbiğinden geçirecek ve yeniden vaz'edecek cins kafalar yetişeceği ana kadar da bu iş böyle devam edeceğe benzer.
İctihad konusu İslam dünyasında uzun süre tartışıldı. Kimileri kapısını kapalı gördü. Bir donukluk yaşandı. Bu müesseseyi kullanmada ölçü ne olmalı?
Külfetli ve meşakkatli bir işi meydana getirmek için bütün güç ve takatin kullanılması manasına gelen içtihat, ıstılahta zannî olan ahkam-ı şeriyyeyi edille-i tafsiliyesinden istinbat yolunda bütün kudretini bezletme anlamında bir kelimedir. İçtihat edene "müçtehit", içtihat olunan hükme de "müçtehedün fih" denir.
Temelde içtihadın iki şartı vardır. Birincisi, ahkama taalluk eden umum şerî delilleri bilmek; diğeri de, o delailin ruhuna nüfuz edecek zeka ve fıkıh mantığına sahip bulunmaktan ibaret olan ehlinden sadır olması ve mahalline musadif bulunmasıdır. Bu itibarla ehlinden sadır olan ve mahalline musadif bulunan içtihat muteberdir. Aksine ise itibar edilmez.
Ayrıca bazılarının zannetiği gibi içtihat yalnız kıyastan ibaret de değildir. O kıyas yoluyla olabileceği gibi şerî nassların delaletinden, ima ve işaretlerinden, Kitap ve Sünnetin vücuh-u lügaviyesinden, tasarrufat-ı edebiye ve beyaniyeden de istidlal suretiyle ahkam istinbat edilebilir.
En son ve evrensel bir din olan İslam, farklı zaman dilimleri ve değişik coğrafyalarda sakin insanoğlunun karşısına çıkacak problemlere çözüm üretebilmesi için Kitap ve Sünnetin sınırlı naslarından sınırsız mes'elelere uzanmanın farklı bir ünvanıdır. Efendimiz döneminde başlayıp, hususiyle de hicrî üçüncü ve dördüncü asırlarda, bu mübarek faaliyet, içtihat, re'y, istidlal, kıyas, istinbat ünvanlarıyla hep işletilmiş, dinamik bir sistem olan İslam'ın yaşanmasına bağlı sürekli canlı tutulabilmiş ve çok bereketli olmuştur.
İslam dünyasına has çok zengin ve fevkalâde orjinal bu hukuk kültürü, bir yandan bu aktif sistemin hayattan kısmen dahi olsa dışlanması, diğer yandan da o eski cevval dimağların, mevhibelere açık feyyaz ruhların, Kur'an ve Sünnete aşina cins muhakemelerin yerini, bir kısım akletmeyen/edemeyen, muhakemesi kıt, Kur'an ve Sünnet bilgisi adına yaya, ilhama kapalı liyakatsızlar alınca içtihadın o velûd makamı da taklide, ezberciliğe ve şablonculuğa kaldı.
Bu konuda, siyasî baskı, iç çekişmeler, bazı batıl ve sapık cereyanların bu konuyu maksat dışı noktalara çekmeleri, eskilerden tevarüs edilen o bereketli mirasa güvenilerek "dahasına gerek yok" denmesi mevcut nizam ve ahengin insanları kör etmesi, sapık cereyanlara karşı uygulanan tehdidlerin bazen müstaid ve kabiliyetli müminlere de uygulanması evvelâ içtihat ruhunun kaybolmasına, sonra da o kapının kapanmasına sebebiyet vermiştir. Aslında o kapıyı kimse kapamadı, dini heva ve heveslerine göre yorumlayanlara meydan vermemek ve ehliyetsiz kimselerin hevalarını hüda göstermemeleri için bir kısım hakperest ulemanın o istikamette küçük bir arzuları olsa da o kapı kendi kendine nâehillerin yüzüne kapandı. İçtihat edecek evsafta insan yetişmeyince içtihada karşı çıkanlara hak vermemek de mümkün değil.
Bugün insanlar büyük ölçüde sadece dünyayı düşünüyorlar. Fikirler ve kalpler bir hayli dağınık, zihinler maneviyata yabancı, din ve diyanet selef döneminde olduğu gibi insanların birinci meselesi olmadan çıkmış "olsa da olur, olmasa da" konumunda. İnsanlar oldukça laubali ve dinin zaruriyatı ise ayaklar altında. Erkân-ı imaniye ve İslamiyeye kuşkuyla bakılıyor. Din harap, iman türab olmuş. Çoklarının, hayatlarını İslamî çerçevede yaşama gibi herhangi bir cehd ü gayreti yok. İşte böyle bir atmosferde siz o kapıyı açsanız da, hakkını vererek o dinamiği kullanacak kimselerin çıkacağı mümkün görünmüyor gibi.
Ama bütün bunlara rağmen İslam dünyasında şimdilerde din ve diyanet adına göze çarpan diriliş, -inşaallah- çok yakın bir gelecekte ehil ve liyakati olanların o kapıyı açmalarıyla noktalanacağı ümidini beslemekteyiz.
Mevsimi gelince, o feyyaz ruh ve cins dimağlar, ciddi bir sorumluluk duygusuyla kendi aralarında değişik ilim dallarında uzmanlaşmış kimselerden içtihat heyetleri, din şûraları teşkil ederek o boşluğu dolduracaklarına inancımız tamdır. Hele şu hamuru biraz daha karalım, görelim Mevlam neyler...
İslamiyette kadın erkek ilişkileri en çok tartışılan konulardan biridir. Kadının toplumdaki yeri konusunda zat-ı alilerinizin görüşlerini istirham edebilir miyiz?
Kur'an, insanları aile hayatına çağırır ve evliliğin pek çok hikmet ve faidelerine işaret eder: "Allah kendilerinizden, insan kardeşlerinizden size eşler yarattı. Eşlerinizden size oğullar, torunlar verdi ve sizleri hoş, güzel gıdalarla besledi. Böyle iken onlar batıla inanıyor da Allah'ın bunca nimetlerini inkâr mı ediyorlar?" (Nahl, 72); Kur'an-ı Kerim'de evlilik, eşlerin birbirleri arasındaki bir anlaşma ve ciddi bir teminat olarak ele alınır: "Bir eşinizden ayrılıp da yerine başka bir eşle evlenmek isterseniz, ayrıldığınız hanıma yüklerle mehir vermiş olsanız da, içinden ufak bir şey bile almayın. Boşanmaya sebep uydurup iftira ederek, göz göre göre günaha girerek bunu almanız hiç münasip olur mu? Nasıl alabilirsiniz ki birbirinize karılıp katıldınız, bir yastığa baş koydunuz, hem onlar siz kocalarından hukuklarını gözetme konusunda sağlamca te'minat da aldılar?" (Nisa, 20-21); Ayrıca, Kitab-ı Mübin prensip olarak ma'ruf üzerinde durur ve eşlerin birbirleriyle iyi geçinmelerini ısrarla vurgular: "Ey iman edenler! Kadınları zorla miras olarak almanız helâl olmaz. Çok belli bir fuhuş işlemedikçe onlara verdiğiniz mehrin bir kısmını ele geçirmek için onları sıkıştırmanız da size helâl değildir. Onlarla hoşça, güzelce geçinin. Şayet onlardan hoşlanmayacak olursanız, olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur." (Nisa, 19) Evlilik bağlarının korunması mevzuunda kadından ziyade kocaya daha bir sorumluluk tahmil eder. Bu arada, herhangi bir geçimsizlik sözkonusu olduğunda da, topluma bir kısım sorumluluklar yükler. Bütün bütün geçinme imkanı olmayınca son çare olarak "Allah'ın en sevmediği bir iş olan" boşanma yolunu gösterir: "Ey Peygamber! Eşlerinizi boşayacağınız vakit onların iddetlerini dikkate alarak boşayın ve iddeti dikkatle sayın! Rabbiniz olan Allah'a karşı gelmekten, özellikle eşlerinizin hukukuna zarar vermekten sakının! Onlar zina gibi açık bir hayasızlık irtikâb etmedikçe siz onları evlerinizden çıkarmayın! Kendileri de çıkıp gitmesinler. İşte Allah'ın hudutları! Kim Allah'ın hudutlarını çiğnerse hakikaten kendine zulmetmiş olur. Nereden bileceksin, bakarsın Allah bundan sonra yeni bir durum meydana getirir. Bekleme sürelerinin (üç âdet süresinin) sonuna yaklaştıkları zaman, onları ya güzelce evinizde alıkoyun, evliliği devam ettirin, yahut güzellikle ayrılın ve bu boşanmaya sizden iki âdil kimseyi şahit tutun ve şahitliği de Allah için dürüst yapın! İşte sizden Allah'a ve âhirete iman edenlere verilen talimat, yapılan tavsiye budur." (Talak, 1-2); "Boşadığınız eşlerinizi, imkânlarınız nisbetinde oturduğunuz meskenlerin bir bölümünde iddetlerini tamamlayıncaya kadar oturtun. Onlar üzerinde çıkıp gitmelerini sağlamak için bir baskı kurmak niyetiyle onlara zarar vermeye kalkışmayın! Eğer onlar hamile iseler, çocuklarını doğuruncaya kadar nafakalarını verin! Sonra boşadığınız eşlerle ilginiz kesilince sizin hesabınıza çocuklarınızı emzirirlerse, ücretlerini verin! Aranızda ücret işini meşrû çerçevede, örfe uygun olarak güzellikle görüşüp sonuçlandırın. Eğer annesinin çocuğu emzirmemesi sebebiyle sıkıntıya düşerseniz, bu takdirde baba, ücret vererek bir başka emziren kadın bulacaktır. İmkânı geniş olan, imkânına göre nafakayı bol versin. Nasibi sınırlı olan ise Allah'ın kendisine verdiği imkân ölçüsünde nafaka versin. Allah, herkesi sadece ona verdiği imkân nisbetinde yükümlü tutar. Allah, sıkıntının ardından kolaylık ihsan eder." (Talak, 6-7)
Görüldüğü üzere, her konuda olduğu gibi bu mevzuda da Kur'an eşlerin birbirlerine karşı hak ve görevlerini anlatmanın yanında ısrarla temel insanî ahlak üzerinde duruyor, fertleri Allah'a karşı saygılı ve birbirlerine karşı da faziletli olmaya çağırıyor. İşin doğrusu, insanî ve hukukî münasebetlerin arızasız seyredebilmesi de ancak böyle bir saygı ve fazilet atmosferinde gerçekleşebilir. Zira evlilik gibi kendine has özellikleri bulunan, gizlilik ve mahremiyetleri olan bir müessesenin dıştan kontrolü zor hatta imkansızdır.
Vakıa, yerinde hakeme de başvurma sözkonusudur; ama asıl mesele, ailede problemin doğmasına meydan vermemek veya daha baştan böyle bir problemi çözmektir. Bu ise tarafların şahsiyet, ahlak ve karakterleriyle alakalı bir husustur. Gönüllerde Allah'a iman, muhasebe duygusu, insana saygı hissi olmayınca kanun, nizam ve değişik felsefî mülahazalarla aile hayatında ahengin temin edilmesi zordur.
Kur'an, değişik yerlerde birbirine yakın bir üslüpla: "O'nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de, sizin onlarla, onların da sizinle huzur ve sükuna ermeniz için, size kendi cinsinizden eşler yaratması, aranızda sevgi ve merhamet var etmesidir. Bunda da düşünen kimseler için ibretler vardır." (Rum, 21) kabilinden hususlara dikkatleri çekerek yuvanın o sımsıcak atmosferine vurguda bulunur.
İslam, kadını da erkeği de birer insan olarak muhatap kabul etti ve bir hamlede bir nefhada yeni bir statü ile onu mübarek bir varlık olma düzeyine yükseltti. Onu bir temettu' aleti olmadan kurtarıp cennet, ayaklarının altında olma payesiyle şereflendirdi. Artık bu nadide varlık zinaya, fuhşa, iffetsizliğe zorlanamayacak ve katiyyen alınıp satılan bir meta durumuna düşürülemeyecekti. Onlara yan bakılamayacak, iftira ve aşağılama türünden kem söz söylenemeyecekti: "İffetli kadınlara zina isnad edip de buna dair dört şahid getiremeyen herkese seksen değnek vurun ve bundan böyle, onların şahitliklerini artık ebediyyen kabul etmeyin. Çünkü bunlar gerçekten fâsıkların ta kendileridir. Ama bu iftira suçundan sonra tövbe edip halini düzeltenler bu fâsıklık damgasından kurtulurlar. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir. Kendi eşlerini zina etmekle suçlayıp da buna dair kendileri dışında şahit bulamayan kocalar ise, kendilerinin doğru söylediklerine dair ayrı ayrı dört kere Allah adına yemin eder, şahitlik eder, beşinci kere ise, yalancı olması halinde, Allah'ın lânetinin kendi üzerine gelmesini isterler. (Nur, 4-7) Kız çocukları hafife alınamayacak ve hele asla öldürülemeyecekti: "Fakirliğe düşme endişesi ile evlatlarınızı öldürmeyiniz. Onların da sizin de rızkınızı veren Biz'iz, Şüphesiz ki onları öldürmek büyük bir suçtur." (İsra 31) O fizyolojik açıdan küçük bazı farklı yanları bulunmasına rağmen, bu onun horlanma sebebi olamayacaktı.
Kur'an'ın ifade ettiği yaratılış keyfiyeti, önce Hz. Adem'in daha sonra da ondan, onun mayasından eşinin yaratılması şeklindedir. (Bakara, 187) Bu resmediş kadın-erkek ayrımı yapılmadan her ikisinin de insan olduğunu hatırlatmaya matufdur. Ve konuya Kur'an'ın tasviri açısından bakılacak olursa, bu iki varlığın birbirini tamamlayıcı önemli birer fenomen oldukları hemen anlaşılacaktır. Aralarında bir farklılık olsa da, bu pek çok maslahat için planlanmış özel bir dizayn olup katiyyen ontolojik bir farklılık değildir. Kur'an-ı Kerim'de erkeğin kadından üstün olduğu hissini uyaran ayetler, farklı istidat ve farklı kabiliyetleri ifade sadedinde îrad buyurulmuş beyanlardır. "Allah'ın kiminize kiminizden daha fazla lütufda bulunduğu şeyleri kendiniz için temenni etmeyin; erkekler kendi kazandıklarından hisse sahibi oldukları gibi, kadınlar da kendi kazandıklarından hisse sahibidirler (Nisa, 32) türünden fermanlar, kadın-erkek bunların bazı farklı yanlarının bulunduğunu ihtar ettiği gibi "Kocalar, eşleri üzerinde kavvam ve görüp gözeticidirler. Bunun sebebi bazı kimselere diğerlerinden daha fazla nimet vermesi ve erkeklerin mehir vermeleri, evin masraflarını taahhüt etmeleri gibi yükümlülüklerdendir. (Nisa, 34) ferman-ı sübhanîsi de yaratılış gereği cinsler arasında bir kısım tabii farklılıklara bakarak neden öbür cinsten olmadığı şeklindeki mülahazalara girilmemesi adına bir hatırlatmadır. Yoksa, Allah ile kulluk münasebetleri açısından kadın-erkek arasında katiyyen fark yoktur. Herkesin kazandığı kendinedir. Herkes kendi arş-ı kemalatının sultanıdır ve bunun dışındaki telakkilerin de bir kıymet-i harbiyesi yoktur.
İslamda, insan olma ve Allah'a kullukta bulunma açısından kadın-erkek arasında bir fark bahis mevzuu olmadığı gibi temel hak ve mesuliyetler açısından da bu iki cins arasında herhangi bir hususiyet söz konusu değildir. Kadının inanç ve düşünce hürriyeti, yaşama hakkı, mülkiyet ve tasarruf hakkı, kanun karşısında eşitlik ve adaletle muamele görme hakkı, evlenme ve aile kurma hakkı, özel hayatın gizliliği ve dokunulmazlığı hakkı... gibi konuların hiçbirinde erkekten farkı yoktur. Erkek gibi onun da malı, canı, ırzı teminat altındadır ve bunları ihlal edenler için ağır cezalar söz konusudur.
Evet, kadın da hukuken hür ve müstakil bir şahsiyettir. Onun kadınlığı, ona ait ehliyetlerden hiçbirini daraltıcı, ortadan kaldırıcı mahiyette değildir. Herhangi bir hakkına dokunulduğu zaman, o da tıpkı erkekler gibi hakkını arıyabilir. Başkasının zimmetinde bir hakkı varsa onu istirdat edebilir.
İslam dininde, kadın ve erkeğin bir kısım özellikleri nazar-ı itibara alınarak bazı hukukî düzenlemelerde bulunulmuştur. Ezcümle: Kadın askerlik, savaş, yakınlarının geçimini temin etme külfeti gibi mükellefiyetlerden vâreste tutulmuştur. Kadının şahitliğiyle serrişte edilen probleme gelince; evet Kur'an "iki erkek şahit bulamadığınızda kendilerinden emin olduğunuz bir erkek bir de biri yanıldığında diğeri ona hatırlatsın diye iki kadın şahit bulunsun" (Bakara, 282) ferman etmektedir. Ancak burada hiç bir zaman insanlık ve değer yönünden kadının erkekten aşağı olduğu şeklinde bir mânâ çıkarmak doğru değildir. Burada esas olan hak ve adaletin gerçekleştirilmesidir. Kaldı ki, bu mesele kadınlara mahsus bir durum da değil; hak ve adaletin gerçekleştirilmesine mani görüldüğü yerde, bedevî erkeklerin şahitliği hakkında da, sözkonusu olmuştur. Şahitlerin toplumun her alanında bulunamama -günümüzde de hayatın her biriminde bulunmamaları bir vakıadır- herşeyi görememe, çok mahrem hususlara şahit olamama gibi durumlar her zaman sözkonusu olabilir.
Ayrıca Kur'an'ı Kerim'de geçen bu husus, sadece malî haklar ve borçlar konusundaki şifahî şahitlikle alakalıdır. Yoksa ihtiyaç duyulduğunda yazılı belge ile onun şehadetinin mesmu' olacağı da bir kısım fukahaya göre derkârdır.
Yine günümüzde en çok tartışılan konulardan biri İslam ve terör ilişkileri. Terör bir mücadele şekli olabilir mi? İslam mücadele için alternatif olarak neyi ön görüyor?
Günümüzde Müslümanlık bilinmiyor. Müslümanlar çıkıp demeliydiler; 'Hakiki Müslümanlıkta terör yoktur.' Çünkü İslam bir insanın öldürülmesini küfre denk tutuyor. Bir insanı öldüremezsiniz. Savaşırken bile masum insanlara ilişemezsiniz. Bu mevzuda kimse fetva veremez. Kimse intihar komandosu olamaz. Kimse vücuduna bombalar bağlayıp, masum insanların içine giremez. İçine girdiği bu toplum hangi dinden olursa olsun caiz değildir. Savaş halinde bile -ki orada dengeler çok korunamaz- buna cevaz verilmemiştir. Çocuklara ilişmeyin, kilisede ibadet edenlere dokunmayın denmiş. Bir dönemde böyle denmiş de bitmiş değildir yani. Efendimiz ne demişse onu Hz. Ebu Bekir demiş, Hz. Ebu Bekir ne demişse Hz. Ömer demiş, o ne demişse daha sonraki dönemlerde Selahaddin Eyyübi demiş, Alparslan demiş, Kılıçarslan demiş. Fatih de bunu demiş. Demiş de ondan dolayı karmakarışık bir curcunanın yaşandığı Kostantiniye İstanbul olmuş. Yani ne Rum Ermeni'ye bir şey yapmış, ne Ermeni Rum'a. Ne de Müslümanlar onlara bir şey yapmışlar. İstanbul fethedildikten sonra Patrikhane'de Fatih'in kocaman bir posteri vardı. Zamanında yapmışlar. O zamanki patriği çağırmış, anahtar vermiş. Saygıyla yâd ediyorlar. Şimdi bütün fikirlere karşı hep saygılı olmuş; ama günümüzde her şeyin eksikliği gibi bir yönüyle Müslümanlığı anlamada da bir eksiklik var.
Üzülerek ifade edeyim ki, İslam dünyasında bazı softa hocaların, ham Müslümanların kullanacağı başka silah yok. Müslümanlık hak bir dindir, doğru yaşanmalı. Ona giderken de batıl vesileler kullanılması katiyyen doğru değildir. Hedef doğru olduğu gibi o hedefe ulaşmak için kullanılacak bütün vasıtaların da doğru olması lazım. Bu açıdan adam öldürerek cennete gidilmez. Müslüman "ben adam öldüreyim cennete gideyim" diyemez. Adam öldürerek Allah'ın rızası kazanılmaz. Bir Müslüman'ın en önemli hedefleri Allah'ın rızasını kazanmak, Allah'ın yüce adını aleme duyurmaktır.
Gayrimemnun gençler maneviyatlarını kaybetti. Bazıları gençlerin bu hallerinden istifade edip onlara birkaç dolar vererek adeta onları robotlaştırıyorlar. Onlara ilaç veriyorlar. Bu mesele bu günlerde gündemde olan bir mevzu ve medyada yer aldı. Bu gençlere suistimal edildi ve manipule edildiler. Bazı çılgın mefkureler uğruna birer katil olarak kullanıldılar. Bazı şeytani kişiler tarafından bu gençler sömürülerek bazı hedeflere varılmaya çalışıldı. Bir insanı öldürmek çok korkunç bir şeydir. Bir insanı öldürmenin bütün insanları öldürme gibi olduğunu Kur'an-ı Kerim söylüyor. İbn-i Abbas insan öldürenin ebediyyen cehennemde kalacağını söylüyor. Bu hüküm kâfirler için söz konusudur. Demek ki insan öldüren, kâfirin maruz kalacağı aynı şeye maruz kalıyor. Yani, Allah'ı, peygamberi kabul etmeyen insan (ateist de denebilir) ne ise, ahiretteki hüküm bakımından, insan öldüren de onunla eşdeğerdir. Şimdi dinin temel esprisi buysa o zaman bunun eğitimle verilmesi lazım.
İslamı gönülden kabullenmiş hiç kimse bilerek ve hele tekrar ederek katiyyen teröre girmez/giremez. Bugüne kadar müslümanlara maledilen terör, bazen müslümanlığı kendi derinlikleriyle içine sindirememiş ham ruhların öncülüğüyle Gerçi terör, adı üzerinde; karmaşık bir hadise; dolayısıyla da tahlili çok kolay olmasa gerek. Kolay olmasa da hem terörün kendi mahiyetinin çirkinliğinden hem de onun müslümanlara maledilmesinden ötürü mutlaka üzerinde durulmalı, idarî, istihbarî servisler harekete geçirilmeli, müsebbibler belirlenmelidir. Bütün bunlar uluslarası geliştirilecek stratejilerin terörü durdurmasına yardımcı olacaktır.
Yoksa eksik bilgi, yanlış değerlendirme, gibi hususlarla iş tamamen içinden çıkılmaz bir hal alacak ve bazı medeniyetler, bazı milletler, bazı sivil organizasyonlar hep tehdit altında kalacak. 11 Eylülden sonra meseleler biraz da bu şekilde değerlendirildi. Terör korkusu toplumda korkunç bir paranoyaya dönüştü. Her gün biraz daha artan bir tempo ile hem bazı terör odakları tahrik edilerek hem de genel hissiyat ve heyecanlarla oynanarak bir yerlere varmak teröre adeta bir vasıta yapıldı.
Bana göre müslümanlar, ilim ve teknoloji açısından geri olsalar da, böyle aşağılık işlerle uğraşacak kadar da adi ve bayağı değillerdir. Bunların çoğunun uluslararası arenada oynanan o büyük servis oyunlarına akılları yetmeyecek kadar saftırlar. Terör arkasındaki asıl sebep dünyevî çıkar ve menfaatlerdir ve şimdiye kadar yeryüzündeki büyük satranç oyunun arkasında da hep bu sebepler olmuştur. Asıl sebepler gözardı edilince iş gelip din üzerinde yoğunlaşıyor.
İslam coğrafyasında çıkar kavgaları, hizip ve klik sürtüşmeleri, antidemokratik uygulamalar ve insan hakları çiğnenmesi gibi problemlerden ötürü bir sürü gayr-i memnun grup oluşmuş ve bunların çoğu bazı servislerin oyununa gelecek ölçüde görgüsüz-bilgisiz, çabuk harekete geçen tipten kimseler. Birileri bunları kullanarak adım adım hedefine yürüyor.
Ayrıca uluslarüstü bir kısım gizli ve açık teşkilatlar bütün planlarını tahribata bina ettiklerinden dünyadaki huzursuzluğu sürekli kaşıyor ve herkesi birşeyle meşgul ederek hareket ve faaliyet alanlarını genişletmiş oluyorlar.
Bu hususlar görülmeden, fevkalade bir inayet ve dirayetle terörün sebepleri gibi gösterilen bazı hususlar ortadan kaldırılsa bile bir başka ad ve ünvanla o mel'un tavır mevcudiyetini devam ettirecektir.
Ne var ki, bu bedihî hususu, bütün olumsuzlukları dine, özellikle de İslâm dinine fatura etme fırsatını kollayanlar ve dine bağlı göründüğü halde menfaatleri öyle gerektirdiği bu tür tavırlar içine girenler hiçbir zaman görmediler ve görmeyecekler.
Burada eskiden beri yaşanan ve yaşatılmak istenen İslâm fobisinden söz etmekte de yarar var. Bugün dünyanın bir kesiminde kökü çok eskilere dayanan, yer yer de açık kapalı üzerinde durulan bu rahatsızlık bazı büyük terör hâdiseleri sayesinde bir kere daha güncelleşti. İnsanlığın büyük bir problemi haline getirildi. Eskiden sadece İslâm dünyasının şimalinde yaşanan ya da yaşatılmak istenen bu rahatsızlık şarktan garba bir “dünya paranoyası”na dönüştürüldü. Daha garibi de bu koca yalana şimdilerde bazı İslâm dünyası idarecilerinin de inanır gibi bir halleri var.
Aslında bu, İslâm’la alâkalı hınçlı bir dünyanın eski telâkki ve kabullerini yeni bir çerçeve içinde sunmasından başka bir şey değildi. Sesleri kesilmiş pek çok millet, komünist blok çözüldükten sonar, yeniden kendileri olma istikametinde bir şeyler yapmaya durunca, muvakkaten küllenmiş gibi görünen şimalin o amansız düşüncesinin üzerindeki küllere üflemek yetti arttı. Söylemler farklı farklı olsa da niyetler aynıydı. Bazılarını aldatan, zannediyorum, bir kısım yeni söylemler oldu: “Yeni Dünya nizamı”, “özgürlük” ve “demokrasi”. Bunlar Orta Çağda bir kısım kutsallara saygısızlık yapılıyor şeklindeki tahrik edici söylemlerin yerini almıştı. Dünya “dur” diyeceği âna kadar da önü alınacak gibi görünmüyordu.
Zeki Sarıtoprak - Ali Ünal, The Muslim World, Temmuz 2005, Cilt 95, Sayı 3
- tarihinde hazırlandı.