Kalbin Zümrüt Tepeleri'nde Kısa Bir Seyahat
Kalbin Zümrüt Tepeleri, kalb ve ruhun hayat seviyesine çıkmak için bir ufuk ve bir hedef göstermektedir. Sadece biz müslümanların dükkanında bulunan kıymetli mücevherleri sergilemekte, kalb (sahte, taklit) akçe ile kalb servetini birbirinden ayırmakta, yanlış te'viller, hatalı anlayışlar ve çarpık yorumlarla yaralanan pek çok tasavvufî gerçeğin asıllarını ve sıhhatli hallerini ortaya koymaktadır.
Okuyanın gönlünde o ulvî hakikatlere karşı merak uyarmakta, hiç olmazsa onları kendi seviyesinde ve ıstılahlar çerçevesinde anlama gayretine teşvik etmektedir. Diğer taraftan da, onları anlama ve daha sonra hayatın vazgeçilmez bir yanı haline getirme adına bazı temel esaslar vermektedir. Evrâd ü ezkâr, kâmilen eda edilen namaz ve derin bir tefekkür gibi zümrüt tepelere tırmanırken mutlaka lazım olan vasıtalara dikkat çekmektedir.
Hasılı, Kalbin Zümrüt Tepeleri, maddeperestlik ve cismâniyetin dar kalıplarından sıyrılıp kalb ve ruh ufkuna yürüme, manevî ve maddeötesi alemlerin engin atmosferine açılan kapıyı aralama yolları öğretmektedir.
Kalbin Zümrüt Tepeleri'nde öyle şeyler var ki, onlarla alakalı iki duygu arasında bocalıyoruz. Hem öğrenmek istiyor, hem de tatmadığımız şeyler olduğu için onlar hakkında soru sormanın haddimiz olmadığı hissini taşıyoruz...
Estağfirullah, ben sizlerin anladığınız ve çok şeyler hissettiğiniz kanaatini taşıyorum. Kanaatimce, orada anlatılanları şiirler hakkındaki mülahazamıza bağlamak uygun olur. Yani, bir şiiri yorumlayan ve onu şerheden insan o şiirden pek çok şey anlar. Bu biraz ufuk ve gönlün zevk etmesi meselesidir. Herkes kendi gönül ve idrak enginliğine göre değişik mânâlar çıkarabilir. Dikkat edilmesi icab eden husus, meseleleri sadece epistomolojik bazı şeyler gibi değerlendirmemek gerektiğidir.
İnsan, önce ıstılahları öğrenmekle başlamalı. Zira, inkişaf adına en önemli unsurlardan biri ıstılahların bilinmesidir. Daha sonra da çok meşgul olmak, anlatılan hususları sürekli kurcalamak gerekir. En önemlisi de, Allah'a (cc) güvenmek, O'na itimat etmek ve sığınmaktır. Biz talibi olur ve arkasında koşarsak, Cenâb-ı Hak, en ulvî hakikatleri de kalbimize koyabilir.
Kelimelerin ötesine işlenmiş, cümlelerin arasına içirilmiş pek çok hakikat olabilir. İnsan bu olabilirliği kabul edip derince bakmalı meselelere. İfadelere takılmamalı. Hani, bir müftü efendi, Haşir Risalesi'ni eline alınca, diyor ki, 'Bu, Allah'a inanmış insanlar için Esmâ-i İlahîye'ye dayalı haşri ispat ediyor. Yani, Allah'a inanmayan birisine bu kitabın vereceği bir şey yoktur.' Abdülmecid Efendi, o müftüye cevap veriyor ve Haşir Risalesi'nin başında Zatı Ulûhiyetin varlığının da ispat edildiğini söylüyor. Üstad Hazretleri meseleyi tavzih ediyor ve diyor ki: 'Abdülmecid ona cevap vermiş; ama cevabı eksik. Aslında, o işaret ve hakikatların içinde bir taraftan haşir anlatılırken, diğer taraftan da tevhid-i Ulûhiyet ve tevhid-i Rubûbiyete göndermeler yapılıyor, onlar da anlatılıyor.' İşte mesele bir bakış zaviyesi yakalama ve görme meselesidir. Yoksa, epistemolojinin sisli havası içinde insan hiçbir şey anlayamaz.
Kalbin Zümrüt Tepeleri'nde kavramları tarif ve tavsiften, yani ıstılâhî kelimeleri açıklamaktan, duymaya ve hissetmeye doğru bir yürüyüş, bir geçiş; basitten mürekkebe doğru bir yürüyüş ve geçiş vardır. Aslında, tasavvufi ahlakı, onun terminolojisini, tasavvuf ve ahlak kurallarını vaaz u nasihatlarla kürsüde, sohbette, konferansta arz etmeyi düşünüyordum. Ama nasip bu şekilde yapmakmış.
Bir yazınızda 'iltica buudlu haşyet' ifadesini kullanıyorsunuz. Bunu bir misalle açıklayabilir misiniz?
Müsaade ederseniz önce 'haşyet'in ne olduğu mevzuuyla başlayalım. Sıkça kullandığımız kelimelerden birisi 'havf'tır ki, korkma, ürperme, irkilme mânâlarına gelir. Tasavvuf erbabınca, haram olmasa bile dinimizde kerih görülen bir şeyi işlemekten sakınmak olarak tarif edilen havf, 'recâ' duygusuna karşı bir denge unsurudur.
Bazıları havfı; heybet ve haşyet olarak kendi içinde ikiye ayırmışlardır. Her ikisi de korku ve saygı düşüncesinden kaynaklansa da, bunlardan heybet daha ziyade 'firar', haşyet ise 'ilticâ' yörüngelidir. Seyr u sülûkte heybet sahibi, sürekli firar (kaçma) düşüncesi içindedir; haşyet sahibi ise, her lâhza ayrı bir mülâhaza ile O'na ilticâ etme (sığınma) vesileleri araştırır ve O'na sığınma fırsatları kollar.
Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde, 'Ben sizin görmediğinizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum; bir bilebilseniz, gök öyle bir gıcırdayışla gıcırdayıp inledi ki!. Zaten öyle olması gerekirdi; zira göklerde meleklerin secdegâhı olmayan dört parmak kadar bile boş yer yoktur. Allah'a yemin ederim ki, eğer azameti ilâhî adına benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, hatta zevcelerinizle bir arada bulunmaktan kaçınır, dağ ve sahralarda çığlık çığlık Allah'a yalvarırdınız.' buyurur.
İşte bu hadis-i şerif 'ilticâ buudlu haşyet'e misal olarak verilebilir. Çünkü, bu hadis de göstermektedir ki, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ), bilinebilecek her şeyi bildiği halde firarı tercih etmemiş, bulunduğu konumdan kaçmayı ve bir hal değişikliğini istememiş, bilakis yine Cenâb Hakk'a sığınmayı seçmiştir.
Ebu Zerr Hazretleri'nin: 'Keşke, kökünden sökülen ve kesilip-biçilen bir ağaç olsaydım.' ifadesi de kendi hesabına 'firar buudlu heybet'e güzel bir misaldir.
Cenâb-ı Hakk'ın, yedi nefis mertebesinden ikinci mertebe olan 'levvâme'ye yemin etmesinin hikmeti nedir?
Sizin de soruda ifade ettiğiniz gibi Cenâb-ı Hakk'ın, üzerine yemin ettiği şeylerden biri de nefsi levvâmedir. Allah Teâlâ Kıyamet Sûresi'nin ikinci ayetinde 'Hayır hayır, kasem ederim sürekli kendini kınayan o nefse!' (Kıyamet, 75/2) buyurmaktadır. Bu ayetten dolayı biz de bir yazıda nefsi levvâme için 'bu saflardan saf rûh' ifadesini kullanmıştık.
'Hayvanî nefis' de diyebileceğimiz insan benliği terakkiye her zaman açıktır. O, terbiye ve tezkiye ile nefs-i emmâreden levvâmeye, oradan mulheme, mutmainne, râdıyye, merdıyye ve sâfiyeye diyegeldiğimiz nefis mertebelerinde seyahat edip zirvelere yürüyebilir. Levvâme yedi nefis mertebesinden ikincisidir. Daima kötülüğü emreden, çirkinlik ve günah karşısında rahatsız olmayan nefis nefsi emmâredir. Onun bir basamak üstü diyebileceğimiz nefs-i levvâme ise yer yer sürçse, günaha girse de, kendini bir muhasebeye tâbi tutar ve günahtan rahatsızlık duyar. Günah nefsi levvâme sahibinin gönlünde ızdırap, nedamet ve vazgeçme duygusu hasıl eder ki bu da seyr u süluk adına bir mertebedir.
İşte, Kur'an-ı Kerim'de asr, güneş, fecr, gece, gündüz... gibi zaman, mekan ve farklı eşyâ üzerine yemin edilmiştir. Edilen bu yeminlerle o şeylerin bazı yönleri itibarıyla önemli olduğu vurgulanmıştır. Nefs-i levvâme de bir yönüyle çok önemlidir. O, günaha karşı bir ilk tepkinin, isyandan kaçışın, tevbeye meylin ve tekrar rotaya girmenin ifadesidir. Tıpkı freni patlamış bir araba yokuş aşağı giderken ve şarampole yuvarlanması kat'î görülürken şofürün bir anda virajı alması ve arabayı devrilmekten kurtarması gibi, nefsin levvâme mertebesindeki bir mümin de düşüp başaşağı yuvarlanmak muhtemelken ani bir hamleyle günaha karşı ilk tavır belirleme ve çırpınma tavrı sergiler. Nefs-i levvâme bu yönüyle bir mertebe ve derece kabul edilmiştir.
Bir-iki yerde Hazreti Cem' gibi ifadeler kullanıyorsunuz?
Hazreti Zat'la alakalı olan yerlerde, yani sıfat üstü bir mülahaza olduğunda o şekilde kullandığım oldu. Hz. İlim, Hz. Kudret dediğim yerde de, sıfat üstü mülahazadan dolayı öyle diyorum. Rabb'imizle alakalı konuşurken çok dikkat etmek lazım. Herhangi birinden bahsetmiyoruz ki rahat konuşalım. Ben de yazarken, konuşurken çok korkuyor, en uygun kelime ve ifadeleri bulmaya çalışıyorum.
Bir-iki arkadaş çocuklara ait bir kitap yazacaktık. Tanıdıklardan bu hususta yardım talep ettik. Bazı yazılar geldi; baktık ki, farkına varılmadan genel telakkîmize ve peygamber anlayışımıza çok ters şeyler yazılmış. Sonra, Sonsuz Nur'u, bilhassa İsmet-i Enbiyâ bölümünü okuduk. Üslubumuzun bir hayli değiştiğini gördük.
Sonsuz Nur'da gereken saygı ve hürmeti gösterebildik mi, bilemiyorum. Kimbilir, dünya kadar eksiğimiz vardır. Fakat bizim, herhalükârda, mukaddes mefhumlara karşı gereken saygıyı ikame etmemiz lazım.
Daha önce size arz etmişimdir; Hatem isminde çok kıymetli bir arkadaşım vardı. Askerlik öncesi piyasaya çıkan her kitabı okuyordum. Edirne'de caminin penceresinde kaldığım dönemdi. Hatem de, bir Ramazan-ı Şerif'te Edirne'ye gelmişti. Ziyaretime geldiği bir gün pencerenin kenarına dayanmış konuşuyoruz. Ben 'Hz. Muhammed böyle buyuruyor, Hz. Muhammed şöyle buyuruyor..' gibi bir-iki şey söyledim. Bana garip garip baktı, 'Yâhû, sen ne olmuşsun! O senin babanın oğlu mu!' dedi. O anda içimde hasıl olan sarsıntıyı tam ifade edemem; fakat, çok sarsıldığımı söyleyebilirim. Fakat az sonra ona 'Allah senden razı olsun. Gerçekten ben ne olmuşum.' dedim. Söylediğim sözlerde şimdilerin saygı ifadesi için fazla bile buldukları 'Hazret' tabiri vardı; ama o, Efendimiz aleyhi ekmelüttehâyâyı tebcile yetmezdi.. ve Hatem haklı olarak beni ikaz etmişti. O günden beri ona hep dua ediyorum.
İnsan, farkına varamıyor, herkes öyle konuşunca o da saygısızca ifadeleri normal görmeye başlıyor. Birkaç kitap okumak, bir şeyler biliyor olmak, insanı bazen küstahlaştırıyor. 'Ömer, Ali' dedirtiyor sahabe efendilerimiz hakkında konuşuyorken. 'Onlar da kendi aralarında öyle konuşuyormuş.' sözü de mazeret... İyi; ama sen sahabi değilsin ki. Kendi babana, arkadaşlarının ona hitap ettiği gibi hitap ediyor musun? Bugün bir müdürden, bir genel müdürden bahsederken bile 'sayın, saygıdeğer' deme lüzumu duyuluyor. Öyleyse, saygıya en çok hakkı olanlara karşı saygı ve hürmet bizim vazifemizdir.
Hikmet ve Tevhid yazılarında olduğu gibi iki üç yerde 'esbâb aleminde kaldığınız sürece' deniliyor. Yer yer esbab aleminin üstüne çıkıldığı da oluyor mu?
Hal, zevk, duygu ve ufkun açılması olarak insan esbâb aleminden sıyrılabilir; artık sebepleri görmeyebilir ve doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'ın 'fa'âlün limâ yürîd' (Hûd, 11/107; Buruc, 85/16) olduğunu vicdanî bir seziyle sezebilir. Hatta, vicdan ufkuyla bakınca aksini kabulde zorlanabilir.
Bazen de Cenâb-ı Hak fiillerimiz içinde kendini bize hatırlatır. Yani, bir meselede cehd ve gayretimizi ortaya koyarız, neticede tevfikât-ı Sübhâniye o fiilimize yâr olur ve muvaffakiyet elde ederiz. Aslında o işdeki planımızla, o plana göre meselelerin sıralanıp meydana gelmesi bizim niyet, gayret ve cehdimizin çok ötesindedir, bizi çok aşkındır. Böyle bir noktada döner, bütün eşyaya kendimizle beraber bakar ve her şeyin bir Kudret tarafından yaratıldığını görürüz. Bizim niyet, gayret ve fiillerimizin bir çekirdeğin içindeki nümüv (büyüme, gelişme) kabiliyeti ya da toprağın bağrına düşen ve orada kendisine hayat hakkı tanınan bir tohum gibi bir şey olduğunu müşahade ederiz.
Fakat insanın ufku o noktaya ulaşmamışsa bunları kavrayamayabilir, esbâb aleminin ötesini vicdanında hissedemeyebilir. Zaten bu hissetme onun için fikrî bir teklif-i mâlâyutâk olur. Meseleye kalb ufkundan bakmayan, o ufku bir mercek gibi meselelerin önüne tutmayan bir kimse de bakar; bakar; ama 'Ben bir şey göremiyorum.' der.
Allah (cc) âdiyât içinde fiilleri ve hareketleri öyle muttarid (muntazam, düzenli) yaratır ki, sizi bir yönüyle meseleleri esbâba bağlı yorumlamaya mecbur eder. Ama bazen de olan biteni sebeplere bağlamada zorlanırsınız. Sebeple neticenin kat'iyen birbirine münasip olmadığını görürsünüz. İnsan kendini çok sık dinlese, biraz da kalb gözünü kullansa, ruhuyla baksa -isterseniz buna 'müteâl (yüce, aşkın) bakış' deyin o zaman her şeyi çok farklı duyar, tenâsüb-ü illiyet (sebep-sonuç ilişkisi) gibi şeylerin hepsinin altüst olup gittiğini görür ve fiilleri Gerçek Sahibine verir.
Evet, ehlullahın bu mevzudaki ihsaslarına ve değerlendirmelerine saygılı olmak lazım. Bazen sizler de kendinizi çok iyi dinlemeye alırsanız, benzer şeyler duyup görebilirsiniz. Her vicdan belli ölçüde o daire içine girebilir.
Bir yerde 'işaret ve işaretçiler mukayyetleşir' kaydı var. Öbüründe 'bir mânâda nazardan matlaşırlar' deniyor ve 'bir mânâda' kaydı getiriliyor?
O da, bir his, bir ihsas, bir hal ve bir zevk meselesidir. İşaretçilerin tamamen silinip gitmesi, belli bir noktaya hastır; bir bakıma vicdanî bir şuhûda ermeyle alakalıdır. İmam-ı Rabbânî'nin şuhûd anlayışını değil; kalbî, hissî ve ruhî şuhûda erme gibi bir hali kasdediyorum. İnsan öyle bir hali yaşarken kendi gözüyle görüyormuş gibi olur ve artık kendi gözüyle, kalbinin gözüyle gördüğü bir şeyde şahit araması doğru değildir, en azından saygısızlıktır. Orası 'şehidallah' (Âl-i İmran, 3/18) makamıdır. 've'l-melâiketü ve ulü'l-ilmi' (Âl-i İmran, 3/18) makamının önü olan 'şehidallah' makamı.. dolayısıyla orada Hz. Meşhud'a saygısızlık olur.
Tevhidi Sükûtî bundan sonra mı geliyor?
Bahsettiğim bu durum Hazreti Vacibü'l-Vücûd'un zâtına tahsis buyurduğu tevhiddir; o, evvelâ enbiyâ, sonra da asfiyâya mahsus bir mazhariyettir. 'Allah'tan başka ilâh bulunmadığına şahit bizzat Allah'tır... (Âl-i İmran, 3/18) âyeti gibi âyetlerle ifade buyurulan 'tevhid-i tâmm'ı Cenâb-ı Hak, erbâbının dupduru gönüllerine ifâza eder ve onlara gönül dilleriyle bunu seslendirme imkânını bahşedip hususî bir tevhidle şereflendirir; şereflendirip o engin ihsanlarını, onların aczlerinin çehresinde daha bir derinleştirir, sonra da bu incelerden ince hususu, 'Seni hakkıyla bilemedik ey Ma'ruf.' gibi sözlerle bir mârifet mülâhazası, bir ibadet şuuru, bir acz u fakr tavrı, bir şevk u şükür iştiyakıyla ifade ettirir; işte bu çok büyük bir mazhariyet ve hususî bir mevhibedir.
Hazreti Vâhid u Ehad'in, kendinin kendine olan şehadetini tazammun eden bu derin tevhidi, O kime duyurmuşsa o duyar; kime hissettirmişse o hisseder; duyup hissedenlerin de ya dilleri tutulur ya da O'nun müsaadesi ölçüsünde çevrelerine ifade edebilirler. Bu mertebedeki tevhidi duyan birinin nazarında bütün delil ve işaretler renk atar; bütün varlık itibarîliğe bürünür ve edeb, insana artık 'sus' der; sus der, zira bu makam sükût makamıdır ve işte bu tevhid de tevhîd-i sükûtîdir.
İnsan, bunların hepsini vicdanında duyabilir. Evet, vicdan hissesedebilir; onun hakemliğinde kul çok farklı şeylere erer. Ama bunu için biraz mâverâîleşmek, metafizik mülahazalarda biraz derinleşmek gerekir.
'Deliller, bürhanlar, insanın hâlinin dilini kullanma inkişafına erince, bir mânâda o da artık ne delil der; ne tevekkülde hâricî sebep arar ne de başka vesileler arkasında koşar; aksine, her şeyi O'nunla bilmeye, O'nunla görmeye, O'nunla tanıyıp O'nunla sevmeye başlar.' deniliyor. 'Tevekkülde harici sebep aramama'yı açıklayabilir misiniz?
Deliller, hakikî tevhide ulaşmada bir sebeptir. Biz, medlulden delile dönmeyi esas alırız; Üstad'ın yaklaşımıyla bizim gördüğümüz deliller O'nun kayyumu olamaz. Belki o deliller bize ait arızalardan ötürü, bir kısım duygularımızı tam işletememeden dolayı müracaat ettiğimiz vasıtalardır. Belli bir noktaya geldikten sonra da, halî ve zevkî tam bir vahdet tecelli eder. Delili nazar-ı itibara alma ihtiyacı duyulmaz. Çünkü, artık vicdan konuşur ve o bir şahidi sadık olur. Belki Cenâb-ı Hakk'ın gönüllere attığı bir tevhid mülahazası kendisini hissettirir. Artık sağda solda delil aramaya hiç ihtiyaç hissedilmez. Herhangi bir sebebe, bir vasıtaya ihtiyaç hissetmeden, tamamen her şeyi Cenâb-ı Hak'dan bilme, her meselede Cenâb-ı Hak'ka itimat etme ve güvenme, sebepleri tamamen aradan çıkarma, delilleri bütün bütün azletme de yine bir haldir, belki bir mânâda zevk meselesidir.
Çok kitap okumak mı esas olmalı, yoksa belli kitapları çokça okumak mı?
Bazı kitaplar vardır ki onlar temel ve esastır. Onları sürekli okumak lazım. Bu seneki anlayış ve idrakinizle bir şey anlarsınız; iki sene sonra o günkü seviyenizle okursanız o kitaplarda çok daha derin mânâlar görürsünüz. Mesela, Kur'an-ı Kerim'i böyle bir okuma hususunda diğer kitaplarla beraber değerlendiremeyiz; ama mâlumunuz onu ayda bir hatmetmeyene seleflerimiz Kur'an'ı terkeden adam nazarıyla bakmışlardır. Ayrıca, Risaleler sürekli ve çok okunmalıdır. İhlas Risalesi gibi onbeş günde bir okunması çok faydalı olacak bölümler vardır.
Bazen çok farklı kitaplar okuma insanı ukalalaştırır. O insan farklı davranmaya başlar, malumatfurüşluk yapar, bilgiçlik taslar. Bir başkası da önüne gelen her kitabı vize sormadan okur. Çoğu zaman mâlâyânî şeylerle vaktini tüketir, zihnini dağıtır. Önemli olan çok okumadan ziyade kayda değer kitapları okumaktır.
Diğer taraftan, okurken, im'an-ı nazar; yani, mevzulara derinlemesine bakma, okuduğu mesele üzerine odaklanma ve yoğunlaşma çok önemlidir. Kitapta anlatılan şeyler üzerinde ısrarla durma, ele alınan konular arasındaki münasebetlere, o kitaptaki belli bahislerin başka yerlerdeki işleniş tarzına da bakma, yapılan ima ve göndermeleri, seçilen kelimelerdeki incelikleri yakalamaya çalışma da çok istifadeli olur
Bir başka husus da özet çıkarmaktır. Üstad Hazretleri, okunan risaleleri talebelerine özetletirmiş. Zaten bu özetleme gayretlerini Lahikalar'da açıkça görebilirsiniz. Mesela, Hulusi Efendi ve Hoca Sabri Efendi gibi insanların özetlemeleri öyle hoştur ki, pek beğenirsiniz. Eserlere çok vakıftırlar, dilleri de çok güzeldir. Fakat, sadece onlar değil; Üstad âdet edinmiş, bu yolla pek çok talebe yetiştirmiş. Onlar, okudukları yerlerden ne anladıklarını çok iyi kompoze etmişler. Bu sayede hem kendileri öğrenmiş ve hem de başkalarına risaleleri okutmuş, öğretmişler. Evet, okunan kitapların özetlenmesi, en azından okunan her bahisten sonra insanın kendi kendine 'Ben buradan ne anladım?' deyip zihnen özetlemesi azamî derecede istifadeyi sağlar.
Herkesin kendi istidadı seviyesinde inkişaf edebileceğini zannediyorduk. Bir yazınızda, 'Allah'ım bize bizi aşan istidatlar ve o istidatlarda inkişaflar ver.' diyorsunuz..?
Evet, ben Allah'ın izin ve inâyetiyle istidatların aşılabileceğine, yetenek ve kabiliyetlerin geliştirilebileceğine inanıyorum. Hani bir dervişe sormuşlar, 'Cenâb-ı Hak iğnenin deliğini büyültmeden, deveyi de küçültmeden deveyi oradan geçirebilir mi?' Derviş 'Vallahi, benim öyle ince işlere aklım ermez; fakat, ben kendimi bildim bileli hep O'nun dediği oluyor.' demiş. İşte, ben de O'nun güç ve kuvvetine, şefkat ve merhametine itimat ediyorum. O dilerse bize istidadlarımızın üstünde inkişaflar nasip edeceğine inanıyorum.
Cenâb-ı Hak, her birimize bir istidat takdir buyurmuş. Biz iradelerimizin hakkını verirsek, kulluğumuzu bir aşkınlık içinde götürürsek, O'nun rahmetinden ümit ediyorum, bizim istidatlarımızı da değiştirir, genişletir ve geliştirir; sonra da mahiyetlerimizi yeniden onların üzerine örgüler.
Diğer taraftan, aslında ilm-i kıyâfetin (insanın şekil ve şemâiline bakarak onun karakteriyle ilgili bazı ipuçları elde etme ilmi) de bir yeri vardır: Allah (cc) insanların ruhlarına göre elbise giydirmiştir. Yani, sizin cismâniyet numaranız ve drobunuz ruhunuza göredir.. eliniz, yüzünüz, ayağınız, diliniz, dudağınız.. bunların hepsi birer mânâ ifade eder bakmasını bilen için. Allah (cc) olmuş ve olacağa birden baktığından ve O'nun için zaman söz konusu olmadığından dolayı siz nasıl bir irade ortaya koyuyorsanız onu ilm-i ezelisiyle bilmiş ve ruhunuzu o şekilde bir kalıplaşmaya tâbi tutmuş; ruhunuza göre bir elbise giydirmiştir size. Fakat, eğer siz iradenizin hakkını verirseniz, ruhunuzda ciddi bir değişikliğe girerseniz, öyle inanıyorum ki, ilm-i kıyafet sahasıyla alakalı konularda da ciddi değişiklikler olur. Allah Teâlâ şeklinizi-şemâilinizi, mahiyetinizi aynen ruhunuza uygun olarak değiştirir.
Çileyi anlatırken fikir çilesini zirveye koyuyor ve en büyük çilenin o olduğunu ifade ediyorsunuz. Fikir çilesini nasıl anlamalıyız?
Evet, davâ-yı Nübüvvet'in vârisleri için çile, halk içinde Hakk'la beraber olma.. İslâmî duygu, düşünce ve tavırlarıyla çevresinde ibadet iştiyakı uyarma.. açıktan açığa dini en iyi şekilde temsil ederek, başkalarında da dînî hisleri harekete geçirme.. herkeste inanma duygularını geliştirme gayretinde bulunmaktır. Böyle bir yol, aynı zamanda Sahabî mesleğidir.
Bize göre çile, ömrümüzü başkalarının elem ve lezzetlerine bağlayıp, tamamen onlar için yaşamanın adı ve ulülazmâne diğergâmlığın da başka bir ünvanıdır ki, biz ancak bu şekilde Cenâb-ı Hakk'ın rızasına erebileceğimizi düşünürüz. Evet çile, hakikat erinin, alâkadar olduğu daire içinde nereye ateş düşerse düşsün, yangını kendi sînesinde hissetmesi, maddî-manevî her muzdaribin ızdırabını rûhunda duyması, 'ızdırabı çekmeyen bilmez' şeklindeki bencilce mülâhazaya karşılık, uzak ve yakın çevrede yaşanan elem ve acıların hepsini kendi yaşıyormuşçasına hissetmesi demektir.
Mürekkebi ve muk'abıyla değişik çilelerden bahsedilebilir. Fakat, çile ve ızdırabın en büyüğü fikir çilesi ve ızdırabıdır. Fikir çilesi, düşünmek, düşündürmek ve varlık bilmecesinin sırrını çözmeğe çalışmak, en zor meseleler karşısında dahi pes etmeden sürekli uğraşmak demektir. Fikir çilesinin en engin yönünü de, düşünceyi vahyin semeresiyle buluşturmaya çalışmak; sonra da bu büyük terkibi, aç ve susuz gönüllerin hazmedebilecekleri şekilde onlara da duyurup tattırmak ve bıkmadan, usanmadan bunu tekrar edip durmaktır.
Evet, fikir çilesinin yiğitleri, ızdırap süvarileri sürekli vahyin semeresiyle insan aklının ürünlerini buluşturma gayretindedirler.
Mısır'ın ençok satan gazetesi olan bir milyon trajlı Ehram'ın başyazarı Ahmed Behçet, bir-iki kitabınızı okumuş, sizi araştırmış; köşesinde üstüste yazılar yazdı ve hayranlığını ifade etti. O yazılarının birinde, bir münasebetle diyordu ki, 'Bir sofiye sormuşlar, 'akıl nedir?' O da demiş, 'Dabbetün tahmilüke ile's-sultan..'
Çok güzel bir cevap; 'Akıl, seni Sultana taşıyan bir binit hayvanı, seni ona götüren bir araçtır.' Doğrusu da böyle düşünmektir. Aklın sürekli gemlenmesi, nerede duracağının belirlenmesi lazımdır. İnsan bir taraftan onu koşturmalı, zorlamalı, o zorlamayla şakakları zonklamalı; fakat, diğer taraftan da onu gemlemesini ve frenlemesini bilmelidir. Bazan nefse rağmen olmalıdır bu frenleme.
Ben o meydanın eri değilim, fakat, bir hissimi paylaşmak istiyorum. Zat-ı Ulûhiyetle alakalı bir makale yazmıştım. Belki birkaç gün zorlayarak Ulûhiyet hakikatlerine dair bir-iki meseleyi şerhetmeye çalışmıştım. Duyduğum ve başkalarının hayatında gördüğüm, kendi hayatım itibariyle işin içinde olmadığımı düşündüğüm bazı mülahazaları açarken kullandığım kelime ve tabirlerden dolayı o kadar çok vicdan azabı çektim ki ifadeden acizim. 'Bu kelime Cenabı Hak için kullanılır mı, bunlar olur mu, yakışık alır mı?' gibi arayış ve hislerle yanlış yapmaktan korkarak iki büklüm oldum. Sonra çok ağladım odamda. 'Ya Rabbi! Yoksa, Ulûhiyet hakikatlarını çok hırpalıyor ve nefsimi mi konuşturuyorum?' dedim. Ve sonra o bir tomar kağıdı, üç beş günlük emeği yakmaya karar verdim. O kağıtlar elimde ateş almaya giderken önüme çıkan bir iki arkadaşın da hal ve tavırlarından aldığım cesaretle 'Bir kere daha okuyayım.' dedim. Bir daha okuyunca baktım ki, bazı yerlerine ilişip onu masum hale getirmek mümkün.
Evet, aklı edille-i şer'iyeden biri sayan zavallıların mülahazalarına düşme durumu söz konusuyken, hemen Peygamberin vesayetine sığınmamız lazım.. yani, aklımızı sonuna kadar kullanırız, muhakememizi işletiriz, tasavvufun, mantığın, tasavvuri mantığın kurallarını çok önemli bir malzeme olarak kullanırız, dilin hususiyetlerine müracaat ederiz, Arap dilinin özelliklerini, Türkçe kelimelerin kullanılış inceliklerini gözönünde bulundurmaya dikkat ederiz.. bir meselede hala ifade zorluğu çekiyorsak işin asıl kaynağına yürürüz.. söz kesen olarak Kur'an'a sığınırız, Sünnet-i Sâhiha'ya sığınırız. İşte, öyle bir sancısı olmayan, ucuzcu bir insan, bazı şeyleri çok rahat yazıp döktürebilir. Fakat, ulûhiyet hakikatı gibi konularla alakalı bir şey yazan ciddi insanlar, namus-u ilâhiyle oynama korkusuyla tir tir titremeli ve tek bir uygun kelimeyi bulabilmek için dahi ızdırapla kıvranmalıdır ki, işte bu, 'fikir çilesi'dir.
Üstad Hazretleri de, felsefenin vahyin vesayetinde olduğu zaman kabul edilebileceğini söylüyor. Vahy-i semâvîye baş kaldırmış felsefeden taşkınlık, hezeyan ve tuğyan doğar.
İşte, doğruya, hakka ve ma'kule ulaşmak için yapılan beyin fırtınası, fikir çilesidir. Söylenilen şeyler her zaman Kur'an'la, Sünnet'le ve akl-ı selimle te'lif edilecek. Sahabe-i Kiram'ın anlayışı, selef-i salihinin ifadeleri gözönünde bulundurulacak ve her hüküm ancak böyle bir küllî değerlendirmeden sonra ortaya konacak.. evet, böyle bir beyin fırtınası çile ve ızdırapların en mukaddesidir.
Bir yazınızda, tefekkürdeki tıkanıklıkların zikirle açılabileceğini söylüyorsunuz?
Evet, hakiki bir mümin, şükürnimet, nimetşükür daireleri içinde dolaşır ve ömrünü bir tefekkür üveyki gibi geçirir. Şayet bir tümseğe ayağı takılsa, fikir dünyasını zikirle buutlaştırır; tedbirden teslime, temkinden tefvîze geçer, âlemin mesâfelere esir düştüğü yerlerde o, göklerde tayerân ederek hedefine ulaşır...
Orada da bir mevhibe-i ilâhi söz konusudur. Biz aklımızı son sınırına kadar kullanırız. Aklın da bir serhaddi vardır, oraya kadar gideriz. Eğer, problemler hâlâ çözülmüyor ve karşımıza bir sürü çözüm bekleyen problem çıkıyorsa, Cenâb-ı Hakk'a daha bir ciddi yönelir, O'ndan bir çıkış yolu bekleriz. Allah Teâlâ, akla-hayale hiç gelmedik tarzda bir kısım çözümler ihsan edebilir. O ihsan kapısı ve o kapının anahtarı zikirdir; her çeşidiyle Cenâb-ı Hakk'ı anmaktır. Yani, kalbimizle O'nu anmak, düşünce dünyamızla O'na yönelmek, dilimizle O'nun isim ve sıfatlarını tekrar etmek ve Rahmân u Rahîm'e tam teveccüh etmek.. evet, teveccüh teveccühü netice verir; siz teveccüh eder, yüzünüzü güneşe çevirirseniz, gözbebeğinizde güneş belirir. Çiçekler güneşe bakmakla açıldıkları gibi siz de O'na yönelirseniz, gönlünüz, sırrınız, hafîniz ve ahfânız açılır. Latifei Rabbâniyeniz inkişaf eder; ilhama davetiyeler çıkarmış olursunuz. Sadece aklın kaba kurallarının elinden alacağınız sadakacıklara bağlı kalmazsınız; aynı zamanda ilham hazinelerinden gelen esintilerle de beslenirsiniz. Akla-hayale gelmedik şekilde bir kısım sünûhat ve tulûat, kalbe gelen ilhamlar, derin duyuşlar ve sezişler olur. İşte zikir, böyle bir neticeye götüren bir müracaat yolu, bir açılma isteğini ortaya koyma tarzı ve üslubudur.. insanın, gücünün yetmediği, kendi tâkatıyla başa çıkamadığı hadiseler karşısında Kudret-i Sonsuz'un rahmet ve inâyetine sığınma koridorudur. 'Allah'tan başka hakiki güç ve kuvvet sahibi yoktur; sadece O vardır.' hazinesini kullanma, o hazineden alacağı ilham adındaki altın anahtarlarla problemlerin kilidini açma yoludur.
Bir taraftan zikir, daha sağlıklı düşünmeyi ve meseleleri halletmeyi, fikrî tıkanıklıkları aşmayı netice verirken, diğer taraftan da, fikirden zikre geçilir; fikir de zikri doğurur. Bazen derin bir tefekkür, aşk derecesinde bir zikretme lüzumu doldurur insanın gönlüne. Kainat kitabının birkaç sayfasını çevirip, mütalaa edince gönül coşar da O'nu anmak, O'nun isimleriyle susuzluğunu gidermek ister. Fikir, elinizden tutup sizi ubudiyete götürür.
Ve böylece salih bir daire meydana gelir. Zikir, sizi fikirde yeni ufuklara ulaştırır; daha evvel dar aklınızla, kevnî veya tekvinî mantığınızla düşünüyorken, zikir sayesinde letâif-i Rabbâniyeniz devreye girer ve artık onlar da düşüncenize yardımcı olur. Daha farklı bir derinlikte tefekkür etmeye başlarsınız. Tefekkür öyle bir eşiğe gelir ki, başınızı secdede bulur ve tekrar O'nu anmaya durursunuz. Fikir ve zikir, birbirini sürekli besler, destekler. Birinin kolunun-kanadının kırıldığı yerde diğeri arkadaşına kol kanat olur; elinden tutup uçurur onu.
Akılla vahiy arasında da aynı münasebeti düşünebiliriz.. Onun için dedim ki, akıl, vahyin vesayeti altına girdiği zaman gerçek değerine yükselir. Yoksa belli bir noktadan sonra akıl karanlık görmeye başlar, karanlıklara teslim olur. Fakat, o idrak edemediği ve kavrayamadığı meseleler karşısında vahyin rahlesi önünde diz çökse, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak'dan gelen esintilerle yeniden önü aydınlanır, karşısında bambaşka ufuklar açılır. Dolayısıyla, o da hiç hız kesmeden yürür.
Akıl, kâinatı ve tabiatı düşünmeyi esas alan naturalist bir mülahazayla veya kozmos düşüncesine bağlı olarak bazı şeyler ortaya koyabilir; fakat, bu sadece Allah'a (cc) inanmayanlar için böyledir ve yalnızca onlar için bir ölçüde yeterli olabilir. Çünkü onlar, ötesini zaten görememektedirler. Ne var ki, Allah'a (cc) inanan insanların sadece aklın ürünleriyle tatmin olmaları mümkün değildir. Düşünce ufuklarını mutlaka genişletmeleri, derinleştirmeleri lazımdır. O da ancak vahiyle mümkün olur.
Âl-i İmran Sûresi'nin son ayetlerinde de tefekkür ve zikir beraber anılıyor?
Evet, ayeti kerimelerde meâlen şöyle buyuruluyor: 'Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelipgidişinde, düşünen insanlar için elbette ayetler vardır. Onlar ki Allah'ı kâh ayakta divan durarak, kâh oturarak, zaman zaman da yanları üzere uzanmış olarak zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve derler ki:'Ey büyük Rabb'imiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz. Sen bizi o ateş azabından koru!' (Âl-i İmran, 3/190-191)
'Ulü'l-Elbâb' ifadesi kullanılıyor; sadece 'akıl sahipleri' nin o ayetleri görüp, üzerlerinde düşünecekleri belirtiliyor. Bu ifadeyi, öncesi ve sonrasıyla değerlendirecek olursak, 'akıl sahibleri' sözünün 'latîfe-i Rabbaniye sahibi, akıl ve kalb izdivacına muvaffak olmuş insanlar' demek olduğunu anlarız. Yani, hem aklın ayağını kullananlar, hem de vahyin kanadıyla uçanlar.. onlar, hayatlarını zikre bağlamış kimselerdir; hayatlarını zikirle süslerler, hiç hız kesmeden, sürekli zikrederler.. ayaktayken, oturuyorken ve uzanmışlarken Allah'ı (cc) zikrederler. Uzanmış haldeyken bile O'nu zikretmeleri bir iç anıştır. Ayette bu üç pozisyon da kaydedilerek, zikrin sürekliliğine dikkat çekilmektedir. Evet, onlar hayatlarının her safhasını, hemen her faslını zikirle derinleştiren, zikirle süsleyen insanlardır.
Ayet-i kerimede '...zikrederler' sözünden sonra yine 'tefekkür ederler' denmektedir. Görüldüğü gibi tefekkürle başlanmış, zikre geçilmiştir. Daha sonra zikir, tefekkür adına yeni ufuklar açmış ve bu defa da zikirle açılan o ufka göre düşünceler hasıl olmuştur. Ayetteki zikir ve fikir kelimeleri mastar ya da mazi olarak değil, muzari fiil kipinde kullanılmıştır. Muzari, geniş zaman kipidir. Öyleyse onlar, dün düşündüler, bugün hâlâ düşünüp tefekkür ediyorlar ve yarın da ayrı bir tefekkür deryasına yelken açacaklar.. onlar, hayatlarını sürekli zikir-fikir arası seyahatlerle mânâlandırırlar.. devamlı okur, peşipeşine yeni yorumlar ortaya korlar; yeni yorum ve okumalar onlara yeni ufuklar açar; o yeni ufuklara göre de daha farklı şeyler düşünürler. Ve hayatlarını hep böyle düşünce ve zikir arası bir dantela gibi örerler.
Ayette daha sonra, 'Ey Rabb'imiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın.' denmekte ve düşünceye son nokta konmaktadır. Evet, o kadar düşünüp öyle zikreden bir insan kâinattaki hiçbir şeyi batıl, abes ve değersiz görmez; her şeyde bir hikmet tecellisi müşahade eder...
Şimdi panjurlar var; ya hiçbir gölgenin bulunmadığı gün ne yapacağız, neyin gölgesine sığınacağız?!.