The path has been made apparent; there are clear signs for navigation. |
Yol, gösterilmiş; güzergâh, belli; işaretler var, patikaya çıkmamak için. |
A road so specially designed that if you know how to walk in it, you will not be lost. |
Öyle ihtimam ile bir yol hazırlanmış ki, yürümesini azıcık biliyorsan, hiç sağa-sola toslamadan, patikalara düşmeden, Allah'ın izni-inâyeti ile hedefine ulaşırsın. |
However, if you are waylaid for even a moment, you will wander off course and before you know it you will fall flat on your face. |
Fakat kendine azıcık takıldığın zaman, zikzaklar yaşarsın; bu defa tökezlersin, yüzükoyun hâle gelirsin, hiç farkına varmadan. |
Therefore one should always use their free will to navigate towards His Glorious end. |
Onun için ne yapıp yapıp insan, iradesi ile hep O'nun murâd-ı Sübhânîsini hedef almalı. |
He will definitely grant a good end for people. |
O (celle celâluhu) mutlaka insan için hayır murad buyurur. |
Even things that you perceive to be evil have good in them. |
Hatta sizin zâhiren "şer" gibi gördüğünüz şeylerde de hayır vardır. |
'In whatever He does, there is wisdom, |
"Her işte hikmeti vardır |
God does not act in vain.' |
Abes bir iş işlemez Allah." |
The Holy Qur'an states: |
Kur'an-ı Kerim buyuruyor: |
'It may well be that you dislike a thing but it is good for you, |
"Nice sevmediğiniz şeyler vardır ki, o sizin için hayırlı olabilir. |
and it may well be that you like a thing but it is bad for you. |
Ve nice sevdiğiniz şeyler de vardır ki, sizin için şerli olabilir. |
God knows, and you do not know' (Al-Baqarah 2:216). |
Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz" (Bakara, 2:216). |
There are things that you may consider as bad, but they are purely good for you. |
Nice nâhoş gördüğünüz şeyler vardır ki, sizin için mahzâ hayırdır. |
Some of these are because of our incompetence and shortcomings and can be considered to be blows dealt by Divine compassion. |
Bunların bazılarını bize ait bir kısım kusurlardan/hatalardan, bizden beklenen tavrı sergileyemediğimizden dolayı tedip için "şefkat tokatları" şeklinde algılamakta yarar var. |
Internally we may ask ourselves, 'Based on which one of our shortcomings did God decide to chastise us'. |
Böylece içten -"Kelâm-ı nefsî" mi diyeyim, yoksa "hiss-i nefsî" mi diyeyim, ne diyeyim; onunla- dahi olsa (her şeyin) Sahibine (celle celâluhu) karşı "küsme" ifade edecek tavırlardan fevkalade sakınarak, "Acaba ne haltımıza binâen Cenâb-ı Hak bizi böyle tokatladı?" demiş oluruz. |
'All things are from God' '(O human being!) Whatever good happens to you, it is from God; and whatever evil befalls you, it is from yourself' (An-Nisa, 4:79). |
Zira "Sana gelen iyilik/güzellik, Allah'tan; fenalık da nefsinden, senin sebebiyet vermendendir" (Nisa, 4:79) buyuruluyor. |
All the good that happens to you is from God; extra, without charge. |
Size gelen iyilikler hepsi Allah'tandır; ekstra, karşılık olmadan, meccanen. |
However if evil befalls you then that is only because of yourself. |
Fakat bir kötülüğe maruz kalmış iseniz şayet, o da sizdendir. |
And at every misfortune we should ask ourselves, 'What great wrong could we have committed to have deserved these events?' |
Ama her başa gelen şey karşısında, "Biz acaba büyük bir halt mı karıştırdık?" demeliyiz. -Kusura bakmayın "halt" dedim.- "Büyük bir halt mı karıştırdık ki başımıza bunlar geldi?" |
It is important to view the issue from that perspective. |
Ferden ferdâ (teker teker, her fert açısından), meseleyi o şekilde ele almakta yarar var. |
The delicate emotion I mentioned previously, that feeling of subtle anger within, 'It should have been this way not that way.' |
O, biraz evvel bahsettiğim o ince duygu, içten küsme, "Böyle değil de keşke şöyle olsaydı. |
It will prevent thoughts such as; 'Why are they doing this?' |
Acaba niye böyle yapıyor ki?" düşüncelerine de mani olur. |
We have no right to question the actions of God, even with inner speech. |
İşlerinde, icraât-ı Sübhâniyesinde böyle kelâm-ı nefsî ile bile, tahayyül ile bile O'nu sorgulamaya hakkımız yoktur. |
Yes, you know very well what Yunus says: |
Evet, Yunus diliyle, çok iyi biliyorsunuz: |
'If His Majesty sends troubles, |
"Gelse Celâlinden cefâ |
Or fidelity from Divine Beauty. |
Yahut Cemâlinden vefâ |
Both are pleasures to my soul |
İkisi de câna safâ |
Pleasant is your wrath, and pleasant is Your grace.' |
Lütfun da hoş, kahrın da hoş" demek düşer bize. |
'Even If I burn like a stove, I will not complain' says Katanjizade. |
"Yansam da ocak gibi, gam eylemem izhâr" diyor Ketencizâde hazretleri. |
'Even If I burn like a stove, I will not complain' |
"Yansam da ocak gibi, gam eylemem izhâr." |
If calamities pour down over my head I will not complain. |
Şakır şakır belâlar başımdan aşağıya yağsa, gam eylemem izhâr. |
But the second verse is as if it questions Him, and I wouldn't dare to change the words of those great people, but I feel it is necessary because of that fine point. |
Fakat bir ikinci mısrası var ki, hafif O'nu sorguluyor gibi bir manaya geldiğinden, Kıtmîr -Ne haddine o büyük insanların sözlerini değiştirmek; fakat işte o ince hesaptan dolayı- değiştirme lüzumunu duyuyorum. |
The first line is like this: |
Birinci mısra şu: |
'Even If I burn like a stove, I will not complain.' |
"Yansam da ocak gibi, gam eylemem izhâr." |
Put me into hellfire and see if I care. |
Cehennem'e koy, kalleşim eğer gam izhâr ediyorsam. |
'Don't burn me in the fire O wheel of suffering.' |
"Yakma beni ateşlere ey çarh-ı cefakâr." |
What are you calling 'wheel of suffering'? |
"Çarh-ı cefakâr" neye diyorsun? |
If that Divine act is fate. |
O, icraât-ı Sübhâniye, kader programı ise. |
Instead of saying it like that, isn't the following better? |
Öyle diyeceğine şöyle desen olmaz mı? |
'Don't burn in the me strangers fire, O The All-Forgiving, The All-Veiling' |
"Yakma beni nâr-ı ağyâra ey Gaffâr u Settâr." |
Burn me with your own fire if you will, not with strangers' fire. |
Yakarsan, Kendi ateşin ile yak, ağyâr ateşine yakma beni. |
I said this because: |
Bunu şunun için dedim: |
A subtle inner anger is a serious disrespect toward God. |
Bir iç küsme dahi, hafif bir küsme dahi, O'na karşı ciddî saygısızlık ifade eder. |
There are so many things that we have been subject to. |
Maruz kalınan, dünya kadar şeyler var, bugün de. |
'Why did this happen to us?' |
"Niye bunlar başımıza geldi?" |
This may come to mind. |
İnsanın içine gelebilir. |
We are human, we may get upset. |
İnsanız, üzülebiliriz. |
But we must look back and think: |
Fakat hemen geriye dönüp bu meselenin hesabını yapmamız lazım: |
'Did we behave in a manner that that attracted such calamities or were some of the things we were supposed to do not done properly?' |
"Acaba biz, olumsuz bir davranışta bulunduk veya olumlu (yapılması gerekli olan) şeyde kusur ettik de onun için mi bunlar başımıza geldi?" |
Then, we should say, 'I seek forgiveness from God' and know that all good is from God, but wrongdoing is from ourselves. |
Öyle ise, "Bir milyon estağfirullah yâ Rabbi" demek suretiyle iyiliği Allah'tan, kötülüğü kendimizden bilmemiz lazım. |
Even if it may not seem to be so based on external reality. |
İsterse aslında, nefsü'l-emirde öyle olmasın. |
So, 'Know that all good is from God, but wrongdoing is from ourselves'. Thus, do not make the things that you are exposed to a cause for another misfortune or calamity. |
Evet, "İyiliği, Allah'tan; olumsuz şeyleri, kendinden bil" böylece maruz kaldığın şeyleri ikinci bir musibete, ikinci bir belâya vesile yapma. |
In case of such anger or resentment against God, you may be scolded more harshly by God; as though He tells you 'Come to your senses. |
Şayet öyle bir iç küsme olursa, hafizanallah, tokadı biraz daha şiddetli olur; böylece adeta "Aklınızı başınıza alın. |
My mercy towards you is vast.' |
Benim size merhametim çok engindir" buyurur. |
God states, 'Verily, My mercy overwhelms My wrath' in a Divine tradition, and 'My Mercy embraces all things' in a blessed verse (Al-Araf, 7:156). |
Kudsî hadis-i şerifte, "Şüphesiz rahmetim, gazabıma sebkat etmiş, onu geçmiştir" ve bir ayet-i kerimede "Rahmetime gelince, o her şeyi çepeçevre kuşatmıştır" (A'raf, 7:156) buyurduğu gibi. |
'My mercy embraces all things. |
"Benim rahmetim, her şeyden daha vâsi'dir. |
And My mercy overwhelms My wrath. |
Ve rahmetim, gazabıma sebkat etmiştir. |
I would never think negatively of you.' |
Ben, sizin için katiyen olumsuz şey düşünmem." |
I ask forgiveness from God, the word 'think' should not be used in regards to the Divine Essence. |
-Estağfirullah, Zât-ı Ulûhiyet söz konusu olunca, ona "düşünme" denmez.- |
One should rather interpret it as 'I wouldn't ordain; or decide so.' |
"Takdir etmem; sizin hakkınızda öyle hüküm vermem." |
Because God is the All-Compassionate. |
Çünkü Allah (celle celâluhu) Erhamü'r-râhimîn'dir. |
We should always be vigilant to be respectful towards Him. |
O'nun hakkında terbiye, saygı, edep her zaman korunmalı. |
We should have utmost respect towards Him. |
Allah hakkında hep edepli olunmalı. |
He is our gracious Creator. |
Yaradan, O (celle celâluhu); meccânen (karşılıksız). |
He made us human with no charge or cost. |
İnsan yapan, O; meccânen. |
He graciously made us believers. |
Mü'min yapan, O; meccânen. |
He made us the followers of the Messenger of God, peace and blessings be upon him. |
Hazreti Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet yapan, O; meccânen. |
He graciously created us within the community whom the Prophet referred to as 'his brothers.' |
Âhirzamanda "Kardeşlerim" dediği zümre içinde sizi yaradan, O; meccânen. |
He graciously enabled us to achieve good things way beyond our abilities. |
Kıymetimizin çok üstünde değişik hayırlı işlere muvaffak kılan, O, meccanen. |
He cleared the path to enable you to spread all around the world, created highways, so to speak, and you walked along those paths with His blessings. |
Bütün dünya çapında açılımlara vesile olabilecek yolları açmış, şehrâhlar oluşturmuş ve siz yürümüşsünüz O'nun lütfuyla. |
'All is from God.' |
"Hepsi Allah'tan." |
Quran says, 'Say (My Messenger): |
Kur'an-ı Kerim diyor: "(Ey Rasûlüm) de ki: |
All is from God' (An-Nisa, 4:78). |
Hepsi Allah'ta" (Nisa, 4:78). |
All of this, all of these blessings are from God. |
Hepsi, Allah'tan; bu hayırların hepsi, Allah'tan. |
So, we should never attribute any of these achievements to ourselves, and keep in mind that any failures are our own doing. |
Dolayısıyla hiçbir şeyi, bu iyiliklerin hiçbirini kendimizden bilmeyelim ama fenalıklarda kendimize ayıracak payı da unutmayalım. |
This will guide us to seek forgiveness; and to correct our mistakes; make us turn to God for forgiveness, repent, penitence, and contrition, and these will be a means of purification for us. |
Bu, bizi bir taraftan tevbeye sevk edecek; bir taraftan da eksiğimizi/gediğimizi tamir etmeye zorlayacak; istiğfara, tevbeye, inâbeye, evbeye zorlayacak ve bunlar da bizim için birer arınma kurnası olacak. |
For He loves us very much; He wants us to be in a purified state in his Eminent Presence. |
Çünkü O, bizi çok seviyor; sevdiğinden dolayı, arınmış olarak huzur-i Kibriyâsına çıkmamızı istiyor. |
He is warning us with certain things. |
Bazı şeyler ile bizi ikaz ediyor. |
Just like how sometimes parents pull aside their children to softly scold them. |
Babanın-annenin, çok şefkatli oldukları halde, istikametleri adına çocukların kulağını çekmeleri, "Seni gidi yaramaz" deyip, böyle yapmaları (başlarını hafif okşamaları) gibi. |
You can call this the 'slap of Mercy'. |
Bunlara "rahmetin tokadı" diyebilirsiniz. |
Bediüzzaman also says, 'blows dealt by Divine compassion'. |
Hazreti Pîr de "şefkat tokadı" diyor. |
Blows dealt by Divine compassion... |
Şefkat tokadı. |
First, he discusses the three slaps he received. |
O "Şefkat Tokatları"nda da evvelâ kendisinin yediği üç tane tokadı anlatıyor. |
Was it a slap that he received? |
Yemiş mi o; o tokat mı, değil mi? |
Instead of explaining others' slaps, he starts with his own serving as an introduction. |
Fakat başkalarının tokatlarını anlatma adına, beraat-ı istihlal (güzel bir başlangıç; nazım ve nesirde maksada ve muhtevaya işaret eden kelime ve deyimlerin yardımıyla konuya ilgi çekici güzel bir üslûpla başlama sanatı) nev'inden kendisiyle başlıyor. |
As if to say, 'Look, I am not innocent either. I received those slaps too. |
"Bakın, ben de âzâde olmadım o tokatlardan, ben de yedim tokadımı. |
Therefore, when I say, 'slaps', do not think I am underestimating or insulting you'. |
Onun için sizin yediğiniz şeylere 'tokat' deyince, sakın sizleri hafife alıyorum, tahkir ediyorum zannetmeyin" diyor adeta; basiret insanı, idrak insanı, Allah ile münasebetinin farkında olan insan. |
This was the first matter. |
Baş ağrıttım; meselenin birinci yanı, bu. |
The second: |
İkincisi: |
As I have humbly mentioned before many times, this is something all people had to go through on their journey on the path of the Prophets. |
Çok değişik vesileler ile min gayr-ı haddin, Kıtmîr kadar, ifade ettiğim üzere, bu peygamberler yolunda hiç kimse bu türlü şeyleri çekmekten âzâde kalmamıştır. |
Let us take a look at Prophet Adam. |
İsterseniz gidin Hazreti Âdem'e. |
He was created in Paradise, his existence pure. |
Cennet'te yaratılmış, mâyesi tertemiz. |
Our noble mother Eve was also created there, her existence pure. |
Havva validemiz de orada yaratılmış, mâyesi tertemiz. |
But Almighty God tested them and sent them to earth. |
Fakat Cenâb-ı Hak, onları da imtihan etmiş, sonra yeryüzüne indirmiş. |
God knows what they went through. |
Neler çektiklerini Allah bilir. |
From their own descendants. |
Kendi neslinden gelen insanlardan. |
Think about one of their children, Cain murdering Abel. |
Düşünün ki çocuklarından birisi diğerini, Kâbil Hâbil'i öldürüyor. |
Their names are not mentioned in the Qur'an; but one of their children kills the other. |
Kur'an-ı Kerim'de isimleri zikredilmiyor; fakat evlatlarından bir tanesi, diğerini öldürüyor. |
The other says, 'Even if you kill me, I would not raise my hand to hurt you. |
Diğeri "Beni öldürsen bile, sana elimi kaldırmam. |
God will place you in Hell for what you do' and accepts death. |
Allah, seni yaptığın şey ile Cehennem'e sokar" diyor ve ölüme razı oluyor, elini kaldırmıyor. |
Take a look at Prophet Noah. |
Ee Hazreti Nuh'a bakacak olursanız, öyle. |
Unendurable things. |
Neler çekmiş, tahammül-fersâ. |
Prophet Hud suffered similar things. |
Hazreti Hud; o da onun kadar çekmiş. |
Prophet Salih sent to Thamud, suffered just as much. |
Hazreti Salih, Semûd'a; o da onun kadar çekmiş. |
The Prophet Lot sent to Sodom and Gomorrah through Prophet Abraham, sent down as a Prophet of God. |
Hazreti Lût (aleyhisselam) Sodom'a, Gomorro'ya, Hazreti İbrahim tarafından, Allah'ın peygamberi olarak gönderilmiş, Hazreti İbrahim'in Suhuf'u ile. |
However he was unable to stop one evil there. |
Fakat orada bir fenalığın önünü alamamış. |
Then God sent down angels to destroy them; and He told them, 'Leave from here.' |
Sonra Allah, onların altını üstüne getirmek için melekler göndermiş; ona da "Ayrılın buradan" demiş. |
The things they suffered. |
Neler çekmiş, neler. |
Prophet Abraham abandoned his country, his home. |
Hazreti İbrahim, yurdunu, yuvasını terk etmiş. |
He was born in Babylon. Despite being a very important position, he could not impress his father or his uncle. |
Babil'de neş'et etmiş; babasından yüz bulamamış, dayısı tarafından yüz bulamamış, çok önemli bir konumda olmasına rağmen. |
From Canaan to Mecca, to Medina; he wandered around for a place to reside in, that beloved friend of God. |
Burası Kenan ilidir, burası Mekke'dir, burası Medine'dir; dolaşıp durmuş, değişik yerlerde bir ikametgâh aramış o yüce peygamber, Allah'ın halîli, dostu. |
When his companions described the Pride of Humanity as 'The friend of God,' out of respect for the Prophet Abraham he would say, 'The friend is Prophet Abraham,' |
İnsanlığın İftihar Tablosu'na "Allah'ın halîli" dedikleri zaman, Hazreti İbrahim'in hakkına saygının ifadesi olarak "Halîl, Hazreti İbrahim'dir" der. |
This was his position. He is well and truly the person who comes to mind when 'The friend of God' is said. |
Konumu bu; yani gerçek manada, mutlak manada "Allah dostu" denince, akla gelen insan. |
There is a saying that says, 'The complete utterance of a word points to its most perfect condition.' |
"Mutlak zikir, kemâline masruftur" diye bir söz var; |
Yes, when they say, 'Friend of God,' Prophet Abraham should come to mind. |
evet, "Allah dostu" denince Hazreti İbrahim akla gelmeli. |
But there is no doubt that the Pride of Humanity is also a friend of God. |
Ama İnsanlığın İftihar Tablosu'nun da "Allah'ın halîli" olduğunda şüphe yok, sizin de şüpheniz olmasın. |
The Messenger of God would say such out of his own humility and respect. |
Allah Rasûlü'nün öyle buyurması, O'nun kendine mahsus terbiyesi ve saygısından. |
And in doing so, he set an example of manners for those who came after him- for you, those before you, those after you. |
Bir de arkasındakilere -sizlere, sizden öncekilere, sizden sonrakilere- terbiye adına talimden ibaret bir şey; |
Indeed he has said, 'This is how you should all behave.' |
esasen, "İşte böyle davranın sizler" demiş oluyor. |
Otherwise he is the friend of all friends, peace and blessings be upon him. |
Yoksa O, Halîller Halîli'dir, sallallâhu aleyhi ve sellem. |
What did he suffer? |
O da neler çekmiş? |
18 of his 23-year long Prophethood were spent in suffering. |
Yirmi üç senelik peygamberlik döneminin on sekiz senesi, çekme ile geçmiş. |
Things that cannot be imagined. |
Akla-hayale gelmedik şeyler. |
Now we say, 'Some of our friends are being tortured in cells. |
Şimdi diyoruz ki, "Bazı kardeşlerimiz zindanlarda işkence görüyorlar. |
Some become martyrs. |
Bazıları şehid oluyorlar. |
Mothers-fathers forced to separate. |
Anne-baba, birbirinden ayrılıyor. |
Children separated from their mothers.' |
Yavru, anneden ayrılıyor. |
All of this happened at a larger scale in his time. |
Bunların hepsi muzaaf şekilde O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde olmuş. |
Alongside the countless things he personally suffered. |
Ve Kendi de neler çekmiş. |
His own uncle married the Messenger's daughters with his sons. |
Öz amcası, Efendimiz'in kızlarını kendi oğulları ile evlendirmiş. |
However when he declared Prophethood, Abu Lahab told his sons, 'Divorce those women.' |
Fakat O, peygamberliğini ilan edince, Ebu Leheb, oğullarına "Boşayın O'nun kızlarını" demiş. |
'First remind those closest to you' (Ash-Shu'ara, 26:214). |
"Önce en yakınlarını uyar" (Şuara, 26:214). |
When it was suggested, 'to warn people closest to him first, He, gathered his people. |
"En yakınlarını inzâr etmek ile, eğri yolun encâmından sakındırmak ile işe başla" dendiğinde, O, kavim ve kabilesini toplamış. |
Upon hearing the message on this topic, Abu Lahab said, 'May you ruin', God forbid! |
O'nun o mevzudaki mesajını dinleyince, Ebu Leheb "Tebben leke" demiş, hâşâ ve kellâ. |
He said this to his nephew who grew up in his protection, God forbid a hundred thousand times when he cursed upon him. |
Yeğenine, o güne kadar bağrına bastığı ve süt emmek istediği zaman süt emzirdiği yeğenine -hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ- "Tebben" demiş. |
This is to say, 'May you perish, and be cursed'. |
"Helâk sana, yuf sana" demektir, bu. |
Therefore, the Chapter 'Tabbat' (or Al-Masad) is referring to Abu Lahab. |
Dolayısıyla, Tebbet Sûresi, onunla (Ebu Leheb ile) alakalı nâzil oluyor. |
'May both hands of Abu Lahab be ruined, and is ruined himself!' |
"Esasen Ebu Leheb'e yuf olsun (elleri kurusun, kurudu da)." |
Woe to all the Abu Lahabs. |
Bütün Ebu Leheb'lere yuf olsun. |
Those that resort to torture, and oppression of the Muslims, that destroy the paths that lead to Islam, that burn the bridges of humane dialogue and paint innocent people to be 'terrorists', to all evil tongued people. |
Her dönemde işkence yapanlara, Müslümanlara eziyet edenlere, İslam adına yürünen yolu tahrip edenlere, köprüleri yıkanlara, insanlık adına diyalog için koşan insanları düşman ilan edenlere, onlara "terörist" diyen şom ağızlara, salya atan ağızlara yuf olsun. |
May God not allow such people to speak as such; and thus protect them from causing more evil. |
Allah, böylelerinin ağızlarına fermuar vursun; daha büyük kötülükler yapmaktan onları muhafaza buyursun. |
What they did is monstrous; there is nothing that could surpass that. |
Yaptıkları, canavarlıktır; onun ötesinde esasen yapacak bir şeyleri de yoktur. |
'The gifts and radiance of everyone is in proportion to their capacity. |
"Herkesin istidadına vâbestedir âsâr-ı feyzi |
From the rain of April, a snake makes poison, while an oyster makes a pearl.' |
Ebr-i Nisandan ef'î, sem; sadef, dürdâne kapar." |
'Say: "Everyone acts according to his own character" (made up of his creed, worldview and disposition)' (Al-Isra, 17:84). |
"Herkes, seciye ve karakterine göre davranır" (İsrâ, 17:84). |
The gifts and radiance of everyone is in proportion to their capacity. From the rain of April, a snake makes poison, while an oyster makes a pearl, they say; the fish on the ocean floor get coral from the coral that surrounds them. |
"Herkesin istidadına vâbestedir âsâr-ı feyzi; ebr-i nisandan (nisan yağmurundan) ef'î (yılan), sem (zehir kapar); sadef (de), dürdâne kapar" demişler; denizin dibindeki mercanlar, mercan balıkları, onlar da mercan kapar. |
Yes, we spoke of the struggles of God's Messenger, peace and blessings be upon him. |
Evet, Allah Rasûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) çekmesine gelmiştik. |
There is one incident that weighs heavy upon him. |
Mesela bir şey var ki; çok ağır geliyor o. |
I am assuming, it causes him to lose sleep for roughly 40 or 50 days. |
Zannediyorum, kırk-elli gün uykusunu kaçırıyor O'nun. |
Not that he sleeps much. |
Zaten çok uyuduğu da yok ya. |
Until the morning he spends his nights in a state of worship. |
Sabahlara kadar ayakta, geceleri kemerbeste-i ubudiyet içinde geçiriyor. |
Thus some say: |
Onun için diyorlar: |
'I didn't honour the Prophetic tradition, in that, he wouldn't sleep until his feet where swollen. |
"Ben, o Peygamber'in sünnetine zulmettim ki, ayakları şişmeden yatmıyordu. |
I didn't do this, when I was feeling sleepy, I lay on my side and slept' says Busiri in his eulogy of the cloak. |
Ama ben öyle yapmadım, uykum geldiğinde yan gelip kulağım üzerine 'şey' gibi yattım" diyor Bûsîrî, Kaside-i Bürde'sinde. |
Having said that, God's Messenger becomes so disturbed by the slander towards our Mother who is more holy and innocent than angels, and referred to as 'the one who affirms the truth'. |
Bununla beraber Efendimiz öyle rahatsız oluyor ki, meleklerden daha mübarek, daha mâsum, daha temiz, daha nezih; ümmet-i Muhammed tarafından "Sıddîka" diye çağırılan annemize iftira karşısında. |
Abu Bakr is also referred to as the sincere and truthful one. |
Hazreti Ebu Bekir'e "Sıddîk" deniyor. |
The Qur'an also describes two Prophets in this way. |
İki tane peygamber için Kur'an-ı Kerim'de bu tabir kullanılıyor. |
Just as Abu Bakr is referred to as the sincere and truthful, so too is his daughter. |
Hazreti Ebu Bekir'e de "Sıddîk" deniyor ve kızına, kerime-i mükerreme-i mualla-i muhtereme-i mümtâzesine de "Sıddîka" deniyor. |
Aisha, the eminently truthful one. |
Âişe-i Sıddîka. |
When she opens her eyes to the world, just like a student she opens her eyes to the Pride of Humanity. |
Hayata gözlerini açtığı zaman, bir talebe gibi İnsanlığın İftihar Tablosu ile yüz yüze geliyor. |
Incidentally, let me make a side point here: |
Burada antrparantez şunu arz edeyim: |
Some consider the situation in light of the early marriage. |
Bazıları o meseleyi erken evlenme mevzuunda değerlendiriyorlar. |
However, it is the Pride of Humanity that discovers her. |
Onu (Hazreti Âişe validemizi) İnsanlığın İftihar Tablosu keşfediyor. |
Our Mother was very intelligent. |
Annemiz, çok zeki. |
Think about it, half of the Prophetic traditions have been narrated by her. |
Düşünün ki dinin yarısına dair hadisler, onun rivayeti ile geliyor; dinin yarısını ifade eden hadisler. |
She is second amongst the companions to narrate hadith of our noble Prophet, the first is Abu Hurayra. |
Efendimiz'den en fazla hadis rivayet eden sahabiler arasında birinci derecede Ebu Hüreyre, ikinci derecede mübarek, mualla, mümtâze validemiz Hazreti Âişe-i Sıddîka. |
This is her place. |
Konumu, bu. |
God's Messenger discovers her. |
Allah Rasûlü, onu keşfediyor. |
He takes her under his wing, and surely without a marriage it would be unlawful. |
Ama yanına alıyor onu; tabii nikâh olmayınca, haram olur O'na. |
For this reason, God's Messenger, against all the negative backlash from society, marries her. |
Dolayısıyla Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) o mümtaz dimağ ile alakalı elin-âlemin şu veya bu şekilde olumsuz değerlendirmelerine karşı, onu nikâh altına alıyor. |
He does not need such affirmations. |
O'nun o türlü şeylere hiç ihtiyacı yok. |
Our Mother Khadija dies in the 8th year after revelation. |
Hadice Validemiz, bi'set-i seniyyenin sekizinci senesinde vefat ediyor. |
He marries Aisha one or two years after the migration. |
Hicret'ten bir-iki sene sonra izdivaç yapıyor. |
Five years. |
Beş sene. |
Think about a married person being single for five years. |
Evli bir insanın beş sene bekâr kalmasını düşünün. |
He has nothing to do with such feelings and things. |
O'nun o türlü şeyler ile alakası yok. |
All of our auspicious Mothers, the Pure Wives of the Prophet, are from separate tribes. |
O "Ezvâc-ı Tâhirât" dediğimiz mübarek annelerimizin her biri bir kabileden. |
Fundamentally, it was vital to influence those tribes in this way. |
Esasen, çok önemli; o kabilelere, onlar vasıtası ile nüfuz etme. |
A way to carry, in loads, the revelation to the tribes. |
Sağanak sağanak vahiy sağanağını bulundukları kabilelere taşıma. |
To maintain connections between them and the Messenger of God. |
Onlar ile Allah Rasûlü arasında irtibatı sağlama. |
It seems to me that this was discussed in The Infinite Light in detail. |
Sonsuz Nur'da (ve yetmişli yıllarda sorulan bir soru üzerine Asrın Getirdiği Tereddütler-1'de) zannediyorum arîz ve amik olarak üzerinde duruluyor bunun. |
I wish this was thoroughly explained with a more philosophical aspect to it by someone with a wider and deeper understanding and not by someone with a limited mental capacity like me. |
Keşke benim dar idrakim ile anlatılmasaydı; aklı daha geniş, daha kapsamlı olan birisi tarafından daha derince, meselenin felsefesi ortaya konarak anlatılabilseydi. |
I think even this means a lot. |
Ama o bile çok şey ifade ediyor zannediyorum. |
They slander our blessed, exalted, distinguished mother. |
Bu mübarek, bu muallâ, bu mümtâze validemize iftira ediyorlar. |
The hypocrites exaggerate. |
Münafıklar, meseleyi büyütüyorlar. |
You know how there is the ugly media in today's world. |
Hani şimdi dünyada bir kısım kirli zift medyası var. |
They try to dishonour others by disseminating non-existing events, lies, aspersions and misrepresentations. |
Hiç olmayacak şeyleri, yalanları, iftiraları, tezvirleri allayarak, pullayarak neşretmek suretiyle birilerini itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar ya. |
These are the exact characteristics of hypocrisy. |
Aynen, münafıkların karakterleri. |
'Everyone acts according to their own character.' |
Herkes, karakterinin gereğini sergiler. |
Do not find this too strange. |
Yadırgamayın çok. |
This is the perfect opportunity! |
İyi bir fırsat (!) |
Backstabbing the Prophet. |
Peygamberi arkadan hançerleme. |
Talking behind our mother Aisha. |
Âişe validemiz hakkında "Şu oldu" filan. |
Until the revelation: |
Vahiy geleceği âna kadar. |
'Surely those who invented and spread the slander (against Aisha, the Messenger's wife) are a band from among you. |
"O İftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur. |
However, do not deem this incident an evil for you; rather, it is good for you. |
Siz o iftirayı kendi hakkınızda fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır. |
(As for the slanderers,) every one of them has accumulated sin in proportion to his share in this guilt, |
O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, kazandığı günah nispetinde cezası vardır. |
and he who has the greater part of it will suffer a tremendous punishment' (An-Nur, 24:11). |
Bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa ise cezanın en büyüğü vardır" (Nur, 24:11). |
A verse specific to this event was revealed in the blessed Chapter An-Nur (The Light). |
Nûr sûre-i celîlesinde; hususî ayet nâzil oluyor. |
Whereas facing the accused aspersion, the Monument of chastity Aisha says, 'I wish I was dead before this happened', like the Honourable Mary. |
Öyle ki, o iftira karşısında, iffet âbidesi, tıpkı Hazreti Meryem gibi "Keşke bundan evvel ölseydim" diyor. |
However, almighty God whispered the soul into the Honourable Mary so that the Messiah can come to earth and -in one sense- blow life to half of the world. |
Oysaki Cenâb-ı Hak, Hazreti Meryem validemize ruhu nefhetmiş; ondan Mesih dünyaya gelecek ve dünyanın yarısına -bir yönüyle- hayat üfleyecek. |
But suddenly falling pregnant without a partner was so difficult to accept for her that she says, 'I wish I had died'. |
Ama ona öyle ağır gelmişti ki kocası olmadan, birden bire hamile olma mevzuu, "Keşke daha evvel ölseydim" demişti. |
Then a voice that comes from down consoles her. |
Sonra alttan gelen bir ses, bir yönüyle onu teselli etmişti. |
God knows best; the Messiah speaks while he was a child. |
Daha çocuk iken, Hazreti Mesih konuşmuştu, Allahu A'lem. |
Some commentaries say that it was an angel. |
Melek de deniyor tefsirlerde. |
But in my opinion: |
Fakat Kıtmîr'in mülahazası: |
God has prepared Honourable Mary earlier to be able to comfortably respond to the question 'Where is this child from?' by saying, 'Ask the child himself'. |
Hazreti Meryem'in, daha sonra "Bu çocuk nereden?" falan dendiğinde, çok rahatlıkla, "Kendisine sorun" demesi için, daha evvel Allah (celle celâluhu) hazırlamıştı onu. |
After hearing her child's voice, she was assured that 'This child will speak again.' |
Ayaklarının dibinde konuşunca orada, "Bu çocuk yine konuşacak" itminanı hâsıl olmuştu. |
So what did he say: |
Ee ne demişti: |
'(The infant) said: |
"Bebek dile geldi ve konuşmaya başladı: |
Surely I am 'abdullah (a servant of God). He (has already decreed that He) will give me the Book (the Gospel) and make me a Prophet' (Maryam, 19:30). |
Ben Allah'ın kuluyum; O bana kitap verdi, beni peygamber olarak görevlendirdi" (Meryem, 19:30). |
As a characteristic of the Arabic language, things of a definite nature are expressed in the past tense. |
Vukuu muhakkak olan şeyler, mazi kipi ile ifade edilir; Arapça'da bir hususiyet. |
At that point in time, he is not yet a Prophet, has not been given a Book, but says, 'God has definitely given me the Book'. |
Daha Peygamber olmamış, peygamberlik gelmemiş, Kitap gelmemiş ama "Allah, muhakkak, bana Kitap verdi" diyor. |
'God has appointed me a Prophet', |
"Beni peygamber olarak görevlendirdi." |
'God has made me blessed', |
"Beni mübarek kıldı." |
'Blessed wherever I am'. |
"Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı" |
However when faced with this trial, previously, the Honourable Mary was so upset she had said, 'I wish I had died'. |
fakat önce Hazreti Meryem böyle bir şey ile, böyle bir imtihan ile karşılaşınca, öyle ağır bir şeye maruz kalmıştı ki, "Keşke ölseydim" demişti. |
During the Slander Incident, our Honourable Mother Aisha was also upset she was bedridden. |
İfk hadisesindeki iftira da Hazreti Âişe validemizi öyle çarpmıştı ki annemiz yatağa düşmüştü. |
And finally our noble Prophet, peace and blessings be upon him, came next to her. |
Ve nihayet Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına geldi onun. |
Who knows how many times he visited her. |
Kim bilir çend defa yanına geldi-gitti? |
Abu Bakr, his most loved was devastated. |
Hazreti Ebu Bekir, en sevdiği insan; o, yıkılmış bir yönüyle. |
His wife devastated, her brothers Muhammad and Abdurrahman devastated. |
Hanımı, yıkılmış bir yönüyle. kardeşleri, Muhammed, Abdurrahman yıkılmış bir yönüyle. |
Our noble Prophet, peace and blessings be upon him, comes next to her trembling and says, 'O Aisha, please'. |
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayakları titreye titreye geliyor oraya; "Yâ Âişe, ne olur?" diyor, "Ne olur?" |
Right then, Divine Revelation is revealed. |
İşte o esnada vahiy iniyor orada. |
Our blessed mother asks: 'Is this your exoneration or that of God Almighty? |
Mübarek validemiz, "Bu, Senin tezkiyen mi; yoksa Cenâb-ı Hakk'ın mı?" |
When he, peace and blessings be upon him, says, 'It is God's exoneration', our blessed mother comes to life and addresses her thankfulness to God. |
O (aleyhissalâtü vesselam), "Allah'ın seni tezkiyesi" deyince, mübarek validemiz bir taraftan canlanırken, bir taraftan da minnetini Cenâb-ı Hakk'a sunuyor. |
I say this. |
Ben öyle diyorum. |
Although she says something there lightly expressing her hurt feelings, she shows her utmost thankfulness and indebtedness to God. |
Orada hafif, az, Efendimiz gibi kendisinin de "efendi" bildiği bir insana, hafif sitem edâlı bir şey söylüyor ama minnet ve şükranını Cenâb-ı Hakk'a karşı sunuyor. |
Why did I mention this incident? |
Niye dedim bunu? |
Those great ones all suffered. They suffered in proportion to their greatness. |
O büyük insanlar hep çekmişler; büyüklükleriyle mebsûten mütenasip olarak çekmişler. |
Abu Bakr suffered. Umar suffered. Uthman suffered. Ali suffered. |
Ebu Bekir, çekmiş; Ömer, çekmiş; Osman, çekmiş; Ali, çekmiş. |
The two sons of Abu Lahab who divorced our blessed Prophet's daughters all passed away. |
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kızlarını boşamış amcasının (Ebu Leheb'in iki) oğlu ve onlar vefat edip gitmişler. |
The sons passed away. |
Erkek çocukları vefat edip gitmişler. |
There is only our Honourable Mother Fatima whom He left behind, he consoles himself with this. |
Arkada bıraktığı bir Fatıma validemiz var; onun ile teselli oluyor. |
All of the Prophet's lineage would be introduced to this world by her. |
Bütün Ehl-i Beyt, ondan dünyaya gelecek. |
And she walks to the horizon of her spirit just six months after the Prophet. |
O da Efendimiz'den altı ay sonra ruhunun ufkuna yürüyor. |
I assume she could not bear his absence. |
Dayanamıyor herhalde o yokluğa. |
I predict her age to be as follows: |
Ben, yaşını da şöyle tahmin ediyorum: |
It seems to me that she married at around seventeen or eighteen years of age, as it was following the great Migration. So I would believe that she was about twenty seven or twenty eight years of age when the Prophet walked to the horizon of the spirit. |
Zannediyorum, evlendiği zaman -Hicret'ten sonra evlenmişlerdi- on yedi, on sekiz yaşlarında var ise, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğünde, yirmi yedi, yirmi sekiz yaşlarında vardı. |
She passed away six months after our noble Prophet, she could not take it. |
Efendimiz'den altı ay sonra vefat etti, dayanamadı. |
Yes, when she visited the Prophet's grave, she had said: |
Evet, türbe-i Nebeviyeyi ziyaret ettiğinde demişti ki: |
'Once one has smelt the soil that covers the Prophet's holy grave, what is the point of smelling anything else from that point on? |
"Efendimiz'in mübarek merkadının toprağını koklayan birisine, başka güzel kokuları koklamaya artık ne gerek var? |
'Such calamities have come upon me that if they were to fall onto the daytime; all of it would instantly become night.' 'There is no point of smelling any perfumery once one has smelt His grave.' She breathes it in there, her insides burn up in sadness. |
Üzerime öyle musibetler döküldü ki, gündüzlerin tepesine dökülseydi, hepsi birden gece olurdu." "O'nun mübarek toprağını koklayan bir insan için artık başka ıtriyatı koklamaya lüzum yok" diyor; kokluyor onu orada, içi yanmış olarak. |
'Such calamities have come upon me that if they were to fall onto the daytime, all of it would instantly become night', she says. |
"Başıma öyle musibetler döküldü ki." "Eğer gündüzler üzerine, o musibetler dökülseydi, bütün gündüzler, geceye inkılap ederdi" diyor. |
This is an evident example of her struggle to cope with the sorrow of His passing. |
Bu, o mevzuda, O'nun hicranına dayanamamayı ifade etmenin çok zengince bir misalidir. |
An expression peculiar only to the daughter of the Prophet. |
Tam Peygamber kızı olmaya mahsus bir ifade. |
And six months later she walks to her 'Wedding Night (a metaphor by Rumi, portraying death as union with God, the most Beloved)'. First she goes to her Father, then hand in hand to the blessed presence of God Almighty. |
Ve altı ay sonra da bir "Şeb-i arûs" deyip yürüyor, önce Babasının yanına; sonra O'nun elinden tutuyor, yürüyor Huzur-i Kibriyâ'ya. |
May God forgive us for the sake of our blessed mother. |
Cenâb-ı Hak, o mübarek annemize bizi de bağışlasın. |
She suffered. |
Çekmiş. |
The Honourable Hasan suffered by getting poisoned. |
Hazreti Hasan, zehirlenerek çekmiş. |
Husayn ibn Ali also suffered along with thirty others who were with him at Karbala, at the hands of the Yazid of those times. Many Muslims suffered at the hands of Hajjaj, who martyred 80,000 people shouting, 'You will accept my sultanate! If you do not accept my sultanate you have no right to live!' |
Hazreti Hüseyin, Kerbelâ'da, Revan nehri kenarında, yanındaki yirmi-otuz insan ile, aile efradı ile o günün Yezîd'i tarafından çekmiş ve Müslümanlar, Haccâc tarafından çekmiş; seksen bin insanı, Emevîlerin emriyle, Abdülmelik'in emriyle şehid etmiş, öldürmüş; "Benim saltanatımı kabul edeceksiniz" diye, "Beni kabul etmiyorsanız, sizin hakk-ı hayatınız yok." |
Does it seem similar to today's tyrants? |
Resim benziyor mu günümüzün tiranlarına? |
Especially today we are experiencing inflation in tyrants. |
Hususiyle çağımızda tiran enflasyonu yaşanıyor; toprak, tiran bitirmek için gayet mümbit. |
Shah al-Jilani suffered. |
Şâh-ı Geylânî, çekmiş. |
Muhammad Bahauddin Shah an-Naqshband also suffered. |
Muhammed Bahâuddin Nakşibendi, çekmiş. |
Najmaddin al-Kubra was a martyr in the Mongol invasion, a great saint, a person of spiritual leadership. |
Necmeddin-i Kübrâ, Moğol işgalinde savaşarak şehid olmuş, büyük veli, Aktâb'dan bir insan. |
Imam Rabbani was jailed, the Reviver of faith in the millennium after migration. |
İmam-ı Rabbânî, zindana atılmış, Müceddid-i Elf-i sânî, Hicri ikinci binin müceddidi. |
When you take in to consideration all of these noble figures, there isn't one amongst them who hasn't suffered. |
Teker teker o büyükleri ele aldığınız zaman, çekmeyen tek bir insan yoktur; hep çekmişler. |
But there is one amongst them who suffered, the Spokesman of our Age, Bediüzzaman. |
Ama son çeken insan var bir tane, Çağın Sözcüsü. |
I think he has forgotten what he suffered to the extent that when he narrates what he suffered he forgets to mention the years they took place |
Zannediyorum çektiklerini öyle unutmuş ki, hep söylüyorum bunu, çektiklerini anlatırken seneleri eksik söylüyor. |
In 1925, the Sheikh Said event takes place. |
1925 senesinde Şeyh Said hadisesi oluyor. |
Back then, the regime decides to arrest all of those people who have a voice against them. |
O zaman ne kadar dişe-tırnağa dokunur insan var ise, hepsini toplamaya karar veriyorlar. |
Bediüzzaman was in seclusion at the Erek mountain at the time. |
O (Hazreti Bediüzzaman) da Erek dağında mağarada inziva yapıyor. |
He was alone there; and they were bringing food and drink to him. |
Kendi başına orada; her halde yiyecek-içecek götürüyorlar. |
In Van. |
Van'da. |
He was born in Bitlis, in the Nurs village; but due to him staying with Tahir Pasha for so long and teaching students at the Van castle, he chooses to stay there. |
Esas kendisi Bitlis'te dünyaya geliyor, Nurs köyünde; fakat Van'da uzun zaman Tahir Paşa'nın yanında da kaldığından, bir dönemde orada talebe okuttuğundan ve o Van Kalesi'nde kaldığından dolayı, yine orada kalmayı tercih ediyor. |
And his old students are bringing him something in their travel bowls; he gets by with one or two morsels of it. |
O eski talebeleri de herhalde -o mevzu ile alakalı net bir şey bilmiyorum, herhalde- sefer tasları ile bir şey götürüyorlar; orada, bir-iki yudum alıyor, geçiniyor. |
And they arrest him too with the idea that he too might rise up against the government. |
"Sen de bir şey yapabilirsin" ihtimali ile onu da alıyorlar. |
Look, as you can see all those that are paranoid do the same thing: |
Bakın, bütün paranoyaklar aynı şeyi yapıyorlar: |
'You can be a risk against us too.' |
"Sen de bir şey yapabilirsin." |
Sheikh Said doesn't do anything. |
Şeyh Said, bir şey yapmıyor. |
At a wedding where there are a lot of people, it is very crowded. |
Bir düğünde, halk etrafında toplandığından dolayı, kalabalık. |
Whoever the oppressor of the day decided to attack them with the thought that they could 'do something against us.' |
O günün serkârı kim ise şayet, "Onlar bir şey yapabilirler" diye üzerlerine gidiyorlar. |
When they say, 'We want to arrest you', and his followers say, 'No, we will not hand him over to you', in a way taking self-defence. |
"Seni almak istiyoruz" deyince, o seven insanlar da "Hayır, onu vermeyiz" diye, orada bir yönüyle meşrû müdafaa gibi bir şey yapıyorlar. |
But the matter is interpreted to be 'rebelling against the government.' |
Ama mesele "devlete karşı gelme" gibi kabul ediliyor. |
There they get slaughtered and killed. |
Derdest ediliyor, öldürülüyor. |
Of course this isn't enough and Sheikh Abdulqadir in Diyarbakir too gets slaughtered. |
Tabiî onunla yetinilmiyor, Diyarbakır'daki Şeyh Abdulkadir'e de kıyılıyor. |
And they hear about Said Nursi in the Erek mountains that may 'cause a problem for them too'. |
Bir de duyuyorlar, işitiyorlar Erek Dağı'nda bir Said Nursî var imiş, "Bu da bir problem olabilir" falan diyorlar. |
They also take him, they exile him. |
Onu da alıyorlar, sürüyorlar. |
Just as the locals of Van have done for Sheikh Said, they gathered around him and said, |
Şeyh Said'e yaptıkları gibi, Vanlılar etrafına toplanıyorlar, "Efendi. |
'Master, let us stop them from taking you.' |
Seni teslim etmeyelim" diyorlar. |
He responded, 'No, I am returning to the open arms of my nation.' |
"Hayır, ben, milletimin bağrına dönüyorum" diyor. |
He always says, 'My nation, my people'; this is how he refers to the Anatolian people. |
Hep "Milletim" diyor, Anadolu insanına "Milletim" diyor. |
And here, he sends a message, a prescription to those that have come afterwards and caused division in these areas. |
Ve burada arkadan gelen, orada bölücülük yapan insanlara da bir mesaj veriyor, bir reçete veriyor. |
In fact Bediüzzaman said, 'Given that I see the faith of my people is saved, I accept to burn in the flames of Hell. |
Hatta o millet için, "Milletimin imanını selamette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. |
My heart would transform into a rose garden as my body smoulders in fire.' |
Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur" diyor. |
In some places it says: 'For twenty five years... |
Şimdi, bazı yerlerde "yirmi beş sene" kaydıyla diyor ki: |
There has been no persecution which I have not tasted and no oppression which I have not suffered. |
"Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. |
I was brought to face martial courts as if I was a mass murderer. I was sent into exile from one region to another like a vagrant. |
Divan-ı Harblerde bir câni gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. |
I was barred from communication for months in confinement. |
Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men' edildim. |
I was poisoned many times over. |
Defalarca zehirlendim. |
I was subjected to all kinds of insults. |
Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. |
There were times when I preferred death over life. |
Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. |
If my religion had not prevented me from suicide, this Said would have become dust long ago.' |
Eğer dinim intihardan beni men' etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti." |
Nothing was left that he had not already suffered. |
Çekmedik şey kalmıyor. |
Imagine, the Democrats come to power. |
Düşünün, Demokratlar iktidar oluyorlar. |
One of the tribunals was held in Ankara in 1958. |
Mahkemelerden bir tanesi, 58'dedir; Ankara'da o mahkeme oluyor. |
Even in that tribunal they make very serious accusations towards him, yet they simply let him walk free. |
O mahkemede bile esasen çok ağır ithamlarda bunuyorlar ama salıveriyorlar. |
And two years later, he walked to the horizon of the spirit in 1960. |
İşte iki sene sonra da ruhunun ufkuna yürüyor; 60 senesinde, ruhunun ufkuna yürüyor. |
This is what he had to say about that: |
O konuda da dediği oluyor: |
'I hope from the source of Divine Mercy that: |
"Ben rahmet-i İlâhiyeden ümid ederim ki: |
My death will be of more service to the religion than my life.' |
Mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek." |
May your tongue be blessed with sherbet and syrup, may you drink the blessed water of Paradise, may you eat morsels from the hands of the Prophet. |
Ağzın şeker-şerbet yesin, Kevser içsin; Peygamberin eliyle lokmalar yesin. |
How accurately you put it. |
Ne kadar doğru demişsin. |
In reality it has been exactly as he said. |
Hakikaten de öyle olmuş. |
After him came his loyal students, then the students of his students, and after them came their students. |
Ondan sonra vefalı talebeleri, daha sonra da talebelerinin talebeleri, daha sonra da talebelerinin talebeleri. |
Where do you put yourself? |
Siz kendinizi nereye koyuyorsunuz? |
These students are now a breath of fresh air all across the globe. They are waking those that are deep asleep, lost in darkness, with the sound of the adhan, almost as if saying, 'Wake up, it is time to pray.' |
Talebelerinin talebeleri, talebelerinin talebeleri bütün dünyada ses-soluk oluyor; uykuda olanları bir ezan sesi ile, âdetâ Sabâ nağmesiyle "Kalkın namaza" diye uyarıyorlar. |
Yes, they are putting up with anything in order to see the faith of their people secure and strong, and they are not upset or angry with their people no matter what, and they leave with no hard feelings. |
Evet, milletinin imanını selamette görme adına her şeye katlanıyor ama çekiyor ve katiyen o millete de küsmüyor, giderken de dargın gitmiyor. |
As Bediüzzaman is a descendant of the Prophet, he is also a descendant of Prophet Abraham. |
Fakat ceddi olan -Seyyid olduğundan dolayı Hazreti İbrahim ile de irtibatı var.- |
Because Prophet Abraham's homeland was Urfa, he was hoping to pass away in Urfa; that is why he travels there. |
Hazreti İbrahim'in anavatanı Urfa olduğundan dolayı, orada vefat etmeyi düşünüyor ki, Urfa'ya varıyor. |
In the hotel... |
Otelde. |
The day he arrived... |
Vardığı gün. |
I have heard it from one of his special students, from brother Bayram, may Paradise be his station. |
Ben has talebelerinden, rahmetlik -Makamı cennet olsun.- âbide şahsiyet Bayram Ağabey'den dinlemiştim: |
'He was moaning in pain on his bed in the hotel room. |
"Otel odasında, yatakta hep inleyip duruyordu. |
Why was he in such anguish?' |
Öyle ızdırap çekiyordu ki?" |
He came all the way down from Isparta with a car. |
Tâ Isparta'dan oraya kadar onca yolu araba ile kat' etmişti. |
He was groaning in pain. |
"Hep inleyip duruyordu. |
'Please, if these laments could stop and he could sleep, then I would feel at ease.' I thought. |
'Ah ne olur şu iniltiler bir dursa da bir uyusa; bir görsem, bir ferahlasam, içim bir rahat etse.' diyordum. |
For a moment when the laments stopped, I was relieved; 'Thank God, he was able to sleep' I said. |
Bir aralık iniltiler kesilince sevindim; 'Elhamdülillah, uyudu demek ki.' dedim. |
When I pulled away my knee, I realised he walked to the horizon of his spirit. |
Ama dizimi çektiğim zaman gördüm ki ruhunun ufkuna yürümüş." |
Gone to the other realm. |
O da öbür âleme gitmiş. |
He suffered and suffered, |
Çekmiş, çekmiş, çekmiş. |
But never complained, always bore it. |
Fakat hiç şikâyet etmemiş, hep katlanmış. |
His loyal students behind him always bore the pain. |
Arkasındaki o sâdık bendeleri de hepsi o işe katlanmışlar. |
Because that is the necessity to be in the path of Prophet. |
Çünkü Peygamber Yolu'nun gereği, bu. |
God, may He be glorified and exalted, makes believers feel resentful of the world and gives them impetus to desire the Hereafter. |
Allah (celle celâluhu) mü'minleri -bir yönüyle- dünyadan küstürüyor, arzu ve iştihalarını âhirete karşı kamçılıyor. |
If God Almighty forced you likewise, consider yourself fortunate, all praise is for God. |
Size Cenâb-ı Hak böyle bir kamçı vurmuş ise, kendinizi bahtiyar sayın, elhamdülillah. |
'The bounties of the world are similar to poisonous honey; they have pleasure that comes together with pain.' |
"Dünya nimetleri zehirli bala benzer; lezzeti nispetinde elemi de vardır" diyor Hazreti Üstad. |
I think, instead of painful pleasure, it is wise to prefer painless pleasure, which is in the other realm. |
Bence bu elemli lezzetten ise, elemi olmayan lezzeti tercih etmek lazım; o da öbür âlemde. |