The ending of the deformation and corruption in this world depends on us finding our true form. |
Dünyanın iç içe deformasyonlardan sıyrılması, başta teker teker, bizim her birerlerimizin kendimiz olmamıza, yeniden kendi formumuzu bulamamıza vâbestedir. |
Without changing ourselves there is no point in waiting for others to change. |
Biz, biz olacağımız âna kadar, başkalarının bir şey olmasını beklemek, beyhudedir. |
I can say with hopeful consideration that we have started out in this direction. |
Bir ümit, bir recâ mülahazasıyla diyebilirim ki o yola girildiği söylenebilir. |
However we have not made any substantial progress, it is not yet complete. |
Fakat henüz o mesele, bir şey ifade edici mahiyette noktalanmış değil, daha hecelemedeyiz. |
As someone says: |
Birinin dediği gibi: |
'I studied in the school of love with Majnun, |
"Mecnun ile aşk mektebinde beraber idik biz. |
I finished reciting the entire Qur'an while he couldn't get any further than the Chapter Al-Layl.' |
Ben Kur'an'ı hatmettim, o ancak "Ve'l-leyl" Sûresi'ne geldi." |
In other words 'I reached my goal but Majnun kept saying, 'Lover, Lover, Lover'. He expresses this in the same manner as Sabk Hindi (the Indian style), in two verses. |
Yani, "Ben ereceğime erdim, o ise 'Leylî, Leylî, Leylî.' deyip durdu" diyerek, Sebk-i Hindî gibi bir üslup ile meseleyi ifade ediyor, iki mısraya sıkıştırmış onu. |
The reconstruction of the whole world into a corridor of Paradise is a source of hope for many, for a large portion of people across the world. |
Bütün dünyanın yeniden şekillenmesi, inşirah verici bir hâl alması, tam bir Cennet koridoruna dönmesi, en azından büyük çoğunluk için, ümit vaad edici bir oluşuma vâbestedir. |
It is important to have such enviable ideas and goals. |
Bir yerde, imrendirici bir oluşum çok önemlidir. |
I believe there is no other formation or movement anywhere else. |
Zannediyorum, başka tarafta öyle imrendirici bir şey yok. |
I cannot link this issue to the point of belonging and say, 'You have this, this movement has this, this congregation has this...' it would be an allegation. |
Meseleyi âidiyet mülahazasına bağlayarak "Bu, sizde var; bu harekette var, bu cemaat içinde var" falan diyemem, iddia olur; |
But if I claim otherwise, that would be rejecting the Glorified Blessings of God. |
"Değildir" de desem, Cenâb-ı Hakk'ın eltâf-ı sübhâniyesini inkâr olur. |
The things that have developed are from the generosity, virtue, inclination and praise of God. |
Var olan şeyler, "Rabbimin fazlından, kereminden, teveccühünden, iltifatındandır." |
And the things that are bound to happen are His extra favours. |
Olacak şeyler de O'nun bu mevzuda ekstra inayetlerindendir. |
The things that have happened are a point of reference for future events. |
Olanlar, olacaklar için inandırıcı referanstır. |
We have to believe this and engage in the struggle of renewing ourselves. |
Buna inanmalı ve bu yolda evvela kendimiz adına bir yenilenme cehdi/gayreti içinde olmalıyız. |
The Qur'an indicates this: |
Kur'an-ı Kerim: |
'O you who believe! Believe in God and His Messenger (Muhammad) and the Book He has been sending down on His Messenger in parts, and the (Divine) Books He sent down before' (An-Nisa, 4:136). |
"Ey iman edenler, (hakkıyla ve gerçek manada) iman edin" (Nisâ, 4:136) buyuruyor. |
The verse says: 'O you who believe' not 'Disbelievers, Hypocrites, Sinners and Wrongdoers'. |
"Ey iman edenler" diyor; "Kâfirûn, Münafikûn, Fâcirûn, Fâsikûn" değil, "Ey iman edenler" diyor. |
And grammatically this verse says: 'O those who are continuous in their belief. |
Hem de fiil-i mazi kipi ile söylemek suretiyle, "Ey imanda sâbit-kadem olanlar. |
In one way those who refresh their belief in their consciences continuously. |
Belli bir yönüyle, onu vicdanlarında sürekli tazeleyip duranlar. |
Who run after proofs of belief. |
Delil peşinde koşturanlar. |
Those pierce their hearts with knowledge of God and act with reverence and awe of God. |
Marifetleri ile kalblerine mızraplar indirenler. :çlerini huşu ve haşyet ile harekete geçirenler. |
By using your minds in this way and directing it to positive thinking, come and believe one more time'. |
Dimağlarınızı onun tesirine alarak, düşünce hayatınızı pozitif düşüncelere tevcih ettirerek, bir kere daha -gelin- iman edin" diyor. |
The Companions fully understood the meaning of this verse and at times asked those people they met on the streets: |
Sahabî, semadan gelen bu emre imtisâlin gereği, onu doğru anlamanın gereği, bazen sokakta rastladığı kimseye: |
A Companion would tell the other: 'Come! Let us reaffirm our faith in God together.' |
"Gel, hele şöyle bir süre Allah'a yeniden iman edelim" diyordu. |
The Companions... |
Sahabî. |
They believed in a way that exceeds our level of comprehension. |
İman etmişlerdi, hem de bizim idrak ufkumuzu aşan şekilde iman etmişlerdi. |
They believed in God as though they saw Him; they displayed high levels of God-consciousness in all their actions. |
Görüyor gibi iman etmişlerdi; her tavır ve davranışlarından "ihsan şuuru" dökülüyordu; kıvrım kıvrım idiler Allah karşısında. |
The Messenger of God set an example to them; they shaped themselves according to him, peace and blessings be upon him. |
Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara örnek idi; O'na (sallallâhu aleyhi ve sellem) göre şekilleniyorlardı. |
They strived to be like him in all aspects; what he did, how he strived to spread the message of God, shed tears, stood long in prostration; they strived to be worthy of him and keep their loyalty to him, with God's permission. |
O ne yapıyor, ne ediyor, nasıl kıvranıyor, nasıl gözyaşı döküyor, nasıl başını yere koyuyor, secdede dakikalarca duruyor ise, onlar da O'na benzeme peşindeydiler, o yolda idiler; O'nun gibi olma, O'na layık olma istikametinde ve sürekli bir kıvam koruma gayretinde idiler, Allah'ın izni ve inâyetiyle. |
It went on like this until a certain time. |
Bu, belli bir yere kadar sürdü. |
He mentioned this as: |
Bunu da yine o Söz Sultanı ifade buyuruyor, Gönül Sultanı ifade buyuruyor, İdrak Sultanı ifade buyuruyor: |
'The best of you are those who live in my time. |
"En hayırlılarınız benim çağımda yaşayanlardır. |
And then the ones who follow them, and then the ones who follow them.' |
Sonra onu takip edenler (Tâbiîn), sonra da onları takip edenler (Tebe-i Tâbiîn) gelir." |
'The best of ages, the one that benefits the humankind the most, the most envied one is the one I live in.' |
"Çağların/asırların en hayırlısı, en nûrânîsi, bir yönüyle insanlara en fazla tesir edeni, imrendirici olanı, Benim içinde bulunduğum çağdır/asırdır" buyuruyor. |
The following age is that of Successors, the second generation of Muslims following the Companions, still following the very bright light of the Prophet. |
Ondan sonraki asır, Tâbiîn asrı, Sahabe'yi görenler; Hâle'ye müteveccih yaşayanlar asrı. |
He, peace and blessings be upon him, was a Luminous Moon. |
O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir Kamer-i Münîr idi. |
The Honourable Sage Bediüzzaman also uses this expression. |
Bu tabiri Hazreti Pîr-i Mugân da kullanıyor. |
His Companions were the circles of light, halos around him. |
Etrafındaki o ışık hâlesi de sahabe-i kiram idi. |
In a way, God's Messenger was calling on all people to hold them in high esteem. |
Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) bir yönüyle, bütün insanları da onlara teveccühe çağırıyordu: |
He said: 'My Companions are like stars. Whoever amongst them you follow, you'll be led to true guidance.' |
"Ashabım yıldızlar gibidir, hangi birine tabi olup onun ardından giderseniz, hidayete erersiniz" diyordu. |
'My Companions are like stars. |
"Benim sahabîlerim yıldızlar gibidir; |
They are like stars travelling around the Sun or in big constellations.' |
güneşin etrafında veya büyük sistemlerin etrafında yüzüp gezen yıldızlar gibidir" diyordu. |
Especially the Rightly-Guided Caliphs... |
Hele Râşid Halifeler, hele Râşid Halifeler. |
God's Messenger especially asked mankind to follow the path of the Rightly-Guided Caliphs. |
Bilhassa onlara imtisâle (izlerinden gitmeye, onları örnek almaya) kat'î bir emir ile çağrıda bulunuyordu. |
Therefore, the Companions were pure representatives of Islam who exhibited their faith with their way of life. |
Dolayısıyla terütaze Müslümanlığı sağlam temsil eden, halleriyle gösteren bir cemaat idi, Ashâb-ı Kiram. |
The ones who followed them also lived according to that Source of Light, and shaped themselves accordingly; they constantly checked whether their actions were in compliance with the Prophet's life, and adjusted themselves over and over. |
Ondan sonrakiler de o Hâle'ye müteveccih yaşadı, ona göre şekillendiler; keyfiyet urbalarını ona göre birkaç defa vicdan aynalarında, idrak aynalarında kontrol ettiler, ceketlerinin yakalarını düzelttiler; kendilerini yeniden, bir kere daha kıvam adına gözden geçirdiler. |
They said, 'This is how the Companions did it' and they followed suit. They adjusted themselves to their heart and feelings. |
"Sahabe, böyle yapıyordu" dediler, onlara ayak uydurdular. -Bu da asker tabiri.- Onların ritimlerine göre, gönül dünyalarına göre şekil almaya çalıştılar. |
When you move away from that, you slowly move away from that atmosphere of holy light. |
Ondan uzaklaşma oldukça, yavaş yavaş o nûr-efşân atmosferden de uzaklaşma oldu. |
It didn't die out completely, but it did not radiate like it once did. |
Sönmedi, ama o ölçüde ziyadâr olmadı, nûr-efşân olmadı. |
Following the successors, other disturbing ideas and philosophies became popular; Neo-Platonism, Socratic thought, Aristotelian thought and Greek philosophy made their way into the pure thought of our intellectual world, and led to sicknesses in our intellectual world. |
Tebe-i Tâbiîn döneminde ve ondan sonraki çağlarda, değişik düşünceler, mideyi bulandırıcı şekilde değişik telakkiler yaygınlaştı; Neo-Platonizm düşüncesi, Sokrates düşüncesi, Aristoteles düşüncesi, Yunan felsefesi, Grek felsefesi gibi akımlar, bizim o dupduru düşünce dünyamız içine girerek, midelerde bulantı veya düşünce dünyasında bulantı meydana getirebilecek durumlara sebebiyet verdi. |
Incidentally, let me make a side point here: |
Antrparantez şunu arz edeyim: |
This does not mean we cannot get ideas from others, but the things we learn have to be filtered through our own sources and accepted once approved. |
"Başkalarından hiçbir şey alınmayacak" diye bir şey yok; fakat alacağımız şeyler -esasen- bizim eleklerimizden geçtikten sonra olmalı; bizim referans kaynaklarımızdan vize aldıktan sonra kabul edilmeli. |
Do these ideas suit us or not? |
Uyuyor mu bize, uymuyor mu bunlar? |
Are they reconcilable with our understanding of God? |
Ulûhiyet telakkimiz ile telif edebiliyor muyuz? |
Are they reconcilable with our understanding of Prophethood? |
Nübüvvet telakkimiz ile telif edebiliyor muyuz? |
Are they reconcilable with our understanding of the Divine Names, Divine Attributes and the Divine Being? |
Esmâ, Sıfât-ı Sübhâniye, Zât-ı Baht telakkimiz ile telif edebiliyor muyuz? |
In this respect, there is no problem with 'getting' but doing it blindly is very problematic. |
Bu açıdan, almada mahzur yok ama "körü körüne alma" çok mahzurlu. |
Slowly, as this blind acceptance began, essentially, that 'light' lost a lot of its radiance. |
Yavaş yavaş, körü körüne almalar başladıkça, esasen o "ışık" da ziyasından çok şey kaybetti. |
It went from 'radiating light' to 'pure light'; in a sense, it turned into a small spark and then a candle light, it was put out when it was a spark and now it is just ash. |
"Ziyâ" iken yavaş yavaş "nur" oldu; "nur" iken -bir yönüyle, belki- çok küçük bir kıvılcıma dönüştü, bir mum ışığına dönüştü; kıvılcım iken söndü, sadece külün içinde küçük bir kor haline geldi. |
And that is what we have inherited. |
O da geldi, maalesef bizi buldu. |
Rekindling the life of the heart |
Yeniden bir kalbî hayat. |
Inducing rhythm into the heart by feeling belief in God and knowledge of God in the heart. |
İman-ı billah, marifetullah mızrabını kalbe indirmek suretiyle içte o ürpertiyi hâsıl etmek. |
A tremor induced within us, it will in a sense force our thoughts into action; serious contemplation, reflection, discussion will take place and put us onto the right path. |
İçte hâsıl olan o ürperti, bir yönüyle bizim düşünce dünyamızı, dimağımızı harekete geçirecek; ciddî tefekkürler, tedebbürler, tezekkürler çağlayanına kendimizi salacak ve akmamız gerekli olan ummana doğru akmaya duracağız. |
With every step we take towards him, we will come face to face with new forms of attainment. |
O'na doğru her adım attıkça, yeni marifet hüzmeleri ile, tayfları ile karşı karşıya kalacağız. |
If we stay where we are and if we are content with minimal effort, we will dry up. |
Olduğumuz yerde durursak, mevcut ile iktifâ edersek, bu, dûn-himmetliktir, kurur kalırız. |
Going a step forward each day, spreading new branches each day, calling people to the truth every day. |
Her gün biraz daha ilerlemek, her gün biraz daha dal-budak salmak, her gün yeni yeni salkımlar ile insanları çağırmak. |
They should not see us in the same condition they saw us the previous day. |
Dün gördükleri halde yarın bizi görmesinler. |
We must have new things to offer so that people run towards us; and by running to us they should in a way run to the path of emancipation and reach salvation. |
Çok yeni yeni şeyler olmalı bizde ki insanlar, ona koşsunlar; koşsun ve bir yönüyle kurtuluş yoluna, kurtuluş ufkuna ersinler. |
I think that people are hurting themselves, but we are all hurting humanity. |
Zannediyorum, günümüzde insanlık kendine ediyor ama esasen biz, insanlığa ediyoruz. |
Because we cannot exhibit and do not portray the ideal consistency, they see Muslims as such. |
Tam bir kıvam sergilemediğimizden/sergileyemediğimizden dolayı, Müslümanlığı öyle görüyorlar. |
There are countless numbers of causes creating blurred focus. |
Bulantı hâsıl eden dünya kadar zift cereyanı var. |
Look around you. There are people who will behead a person stating, 'Why do you not think like I do?', darkening the bright face of the faith. |
Etrafınıza bakın, Müslümanlığın dırahşan çehresini karartan, "Niye benim gibi düşünmüyorsun" diye insanların kellelerini alan kimseler var. |
Those who see this shiver. But this is not a shivering with knowledge, love and adoration for God. They shiver and say, 'Oh, God forbid! Thank God we are not of this cemetery!' |
Bunları gören insanlar, sadece ürperirler; fakat bu, Allah'ı bilip o marifet ile, o haşyet ile, o huşû ile ürperme gibi bir şey değil, "Aman, Allah göstermesin, iyi ki bu hazirede olmamışız" diye ürperirler. |
I am not expressing a name. I am not saying, 'This group or that group.' |
Ben, isim tasrih etmiyorum, "Falan cereyan, filan cereyan" demiyorum. |
It is so disgusting that for a person to look at these monsters, to then choose Islam, to take a step towards it, to accept it impossible. |
Öylesine mide bulandırıcı ki onlara bakan insanın, İslamiyet'i seçmesi, intihap etmesi, ona doğru bir adım atması, onu kabullenmesi mümkün değil. |
In fact I believe that they would even cause those who accidentally turn to them to change their minds and say, 'Do not be tired for nothing, you have left on a journey towards darkness.' |
Aksine -zannediyorum- ona doğru şöyle böyle yanılarak yönelenleri dahi vazgeçirecekler, "Aman, beyhude yorulmayın, zifte doğru seyahate kalkmışsınız" filan dedirtecekler. |
Look at the Muslim world around you; look at it holistically. |
Siz, çevrenizdeki Müslüman geçinen dünyaya bakın; mahrutî/bütüncül bir nazarla bakın. |
Use your perception and intelligence as a telescopic lens; with your holistic perspective try to come to a conclusion about things as they are. |
İdrakinizi mercek yapın, muhakemenizi mercek yapın veya teleskop haline getirin; o bütüncül nazar ile, olduğu gibi her şeyi tespit etmeye bakın. |
I think mine may be flawed but you have the ability to gather it completely. You will say, 'May God not place us in this state.' |
Zannediyorum benimkiler eksik olacak ama siz, tamamı yakalama imkânına sahip olacaksınız, "Allah böylesini göstermesin" diyeceksiniz. |
Yes, as I express this humbly, I believe you imagine those scenes in your minds scene by scene; In the form of abstract pictures, it plays like a film on a cinema screen. |
Evet, ben bunları âcizâne ifade ederken, Kıtmirce oluyor ama zannediyorum siz, o dünyaları zihninizde canlandırıyorsunuz resim resim; mücerred resimler halinde, sinema perdesi gibi gözünüzün önünde canlanıyor. |
And I think if you were to think a little deeper, even in this holy place, holy because it is a place in which we pray, not because we reside in here, you are clenching your teeth to not be sick. |
Ve zannediyorum daha derince düşünseniz, şu mübarek mekânda bile -burası namaz kılma mekânı olması itibarıyla, yoksa bize ait bir yer olması itibarıyla değil- istifrağ etmemek için biraz dişinizi sıkıyorsunuz. |
You experience nausea. |
İç bulantısı yaşıyorsunuz, |
You say, 'Oh, may God not allow us to be similar to those of such and such place, to be of their status.' |
"Aman, Allah göstermesin, falan dünyadakilerine benzemeyi, onların konumunda bulunmayı" diyorsunuz. |
May God protect us from it. |
Hafizanallah. |
The world is dirty as such. |
Bu türlü kirli bir dünya. |
For they are covered from head to toe in tar. |
Kendi tepeden tırnağa zift içinde bulunduğundan dolayı. |
There is a Turkish proverb, 'How do you view others to be? |
Bir Türk atasözü vardır, "Âlemi nasıl bilirsin? |
Like myself.' |
Kendin gibi." |
If they terrorise anyone one in their vicinity who does not think as they do, it is very normal for them to call you terrorists. For they see you as they see themselves; they think you are like them. |
Şayet sağda-solda kendileri gibi düşünmeyenlere hep "terör" estirip duruyorlar ise, hiç şaşırmayın size "terörist" demelerine; çünkü sizde kendilerini görüyor, sizi de kendileri gibi sanıyorlar. |
I said the world is experiencing an alarming deformation. |
Bütün dünyada korkunç bir deformasyon yaşanıyor, dedim. |
Essentially, looking into the deformation into our own world, 'Perhaps, it goes like this. |
Esasen, bizim dünyamızın deformasyonuna bakarak, "Galiba bu, böyle gidiyor hep. |
It has always been like this', they say. |
Hep böyle olmuş" falan diyorlar. |
Therefore, a point of view in which one 'promotes good and strives to stop evil' is very important. |
Onun için böyle toptan bir görüntü, öyle bir "emr-i bi'l-marûf, nehy-i ani'l-münker" tavrı çok önemlidir. |
I believe having this viewpoint is as if not even more important than actually promoting good and striving against evil. |
O öyle bir tavırdır ki zannediyorum ferden ferdâ "emr-i bi'l-marûf, nehy-i ani'l-münker" yapmanın çok üstünde kıymetlidir. |
Actually, this is the most important quality in a community. '(O Community of Muhammad!), |
Aslında, bu ümmetin en önemli vasfı odur: "(Ey Ümmet-i Muhammed.) |
You are the best community ever brought forth for (the good of) humankind. |
Siz, insanların iyiliğine olarak ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. |
Enjoining and promoting what is right and good, and forbidding and trying to prevent evil, and (this you do because) you believe in God' (Al Imran, 3:110). |
Usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayar, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin önünü almaya çalışırsınız; elbette Allah'a inanıyor (ve bunu da zaten inancınızdan dolayı ve onun gereği olarak yapıyorsunuz)" (Âl-i Imrân, 3:110). |
'Bringing a person to truth through enjoining good and forbidding evil is better that flocks and flocks of sheep.' |
"Emr-i bi'l-marûf, nehy-i ani'l-münker ile bir adamı hizaya getirme, yığın yığın koyun sürülerinden daha hayırlıdır." |
The master of speech, peace and blessings be upon him expresses this. |
Bunu Beyan Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade buyuruyor. |
Imagine a group, a congregation, which embody and reflect a subject like that in a choir and represent that with their action, with actions. |
Şimdi bir de toptan bir heyetin, bir cemaat-i nûriyenin, bir irşad ehlinin, âdetâ koro halinde bir meseleyi seslendirmelerini ve tavırlarıyla onu temsil edip ortaya koymalarını, tavır sergisi yapmalarını düşünün. |
When others see this, they are going to feel compelled to say, 'This world has become a liveable place after all'. |
Bunu gördükleri zaman, imrenecekler ve yeniden "Bu dünya, yaşanır bir dünya haline geldi" diyecekler. |
They're going to say, 'Perhaps the only way to prepare for the next realm is to act like this'. |
"Galiba öbür tarafı da ancak böyle imar edebiliriz" diyecekler/düşünecekler. |
In today's climate that is prone to different sorts of violence, to warn the average person of such considerations, to establish this in people is an important duty. |
Bugünün değişik yollar ile vahşete açık dünyasında, dünya insanını böyle bir mülahazaya uyarmak, dünya insanında böyle bir mülahazayı oluşturmak çok önemli bir vazifedir. |
To the world, a whole movement, like a choir, to voice these ideas. |
Toptan dünyaya, toptan bir hareketin, âdetâ bir koro sesi ile aynı şeyleri seslendirmesi gibi. |
Those that manage that choir have come and gone and brought with them certain principles. |
O koroyu idare edenler, gelmiş-geçmişler ve aynı zamanda düsturları da bırakmışlar. |
When you consider these principles, you don't need to reinvent the choir and its melodies from scratch. |
Onları değerlendirdiğiniz zaman, artık yeniden falanın-filanın karşısına, elinizdeki bir çubuk ile geçip, "Bu Saba'dır, bu Rast'tır, bu Uşşâk'tır, bu Hüzzâm'dır, bu Segâh'tır" filan demeye lüzum yok. |
Things that have been said continue to echo in our ears. |
Denen şeyler denmiş esasen ve onlar tın tın bizim kalbimizin kulaklarında çınlıyor. |
Echo in our heart's ears. |
Kalbimizin kulaklarında çınlıyor. |
Yes provided that we once again try to establish true close proximity to Him, who is nearer to us than ourselves even. |
Evet, elverir ki biz, bize bizden yakın Zât (celle celâluhu) ile münasebetlerimizi yeniden, bir kere daha tesis ederek, esasen kendi uzaklığımızı aşıp O'na yakın olalım. |
Say, 'I can't sleep from the torment of separation, help o My Lord! |
"Zulmet-i hicranla bîdâr olmuşum, yâ Rab meded |
I live my life awaiting, help o My Lord!' |
İntizâr-ı subh-i didâr olmuşum, yâ Rab meded." |
These words belong to Niyazi al-Misri, a man of the heart. |
Bir gönül insanı Niyâzî-i Mısrî'ye ait. |
Just as he says: |
Hani, |
'Do not adhere to a random guide, lest he takes you through steep paths; |
"Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır |
Those who walk behind a true guide, surely take a path of much ease.' |
Mürşidi kâmil olanın, gayet yolu âsân imiş" diyor. |
So which guide should humanity take, so we do not travel through steep ways? |
Ee şimdi insanlık, hangi mürşide el versin ki yolunu sarpa uğratmasın? |
Would you not want to be such a guide? |
Evet, öyle bir mürşîd olmak istemez misiniz? |
Those who make observations with a wholesome approach, who analyse mankind under a microscope, see the hope that this movement is offering. |
Şimdi bazı mahrutî bakanlar, bütüncül bir nazar ile insanlığı temâşâya, mercek altına alanlar, bir yönüyle bu hareketin kıpırdanışlarında, dünya adına bir kısım ümit hecelemelerine giriyorlar: |
'It seems as if these people are proposing things to mankind. |
"Galiba insanlık için vaad edilecek şeyleri, bunlar vaad edecek. |
Or else everywhere weapons of destruction are being manufactured, one wishes to take the other's position after disposing of him. |
Yoksa her yerde öldürücü, kahredici silahlar yapılıyor; biri, diğerini öldürmek suretiyle onun yerine konmak istiyor. |
Essentially, to stay relevant in hearts, to blow breezes of reconciliation. To enable people to grow close and hold onto each other, and to allow people to escape their hatred with a tight embrace. |
Esasen "sulh esintileri" ile, "sulh meltemleri" ile gönüllerde inşirah hâsıl etmek, insanların birbirleriyle kucaklaşmasını, sarmaş-dolaş olmasını sağlamak, muânakalar ile içlerdeki kini-nefreti atmalarını temin etmek lazım. |
It seems to me that this was already demonstrated with the Turkish Olympiads and with the opening of schools all around the globe. |
Zannediyorum, bunlar, işte o Türkçe Olimpiyatları'yla, dünyanın değişik yerlerinde açtıkları okullarla, bunu belli ölçüde tecrübe mahiyetinde sergilediler. |
This means that if they had been a little more patient, they would have set a precedent in making the world a better place to live in. |
Demek ki az daha dişlerini sıksalar hakikaten, ümit-bahş olacaklar; dünyanın yaşanır bir dünya haline gelmesi adına da rehberlik yapacaklar." |
If the world is in expectation of this, we must steer in another direction and take careful steady steps to not cause trouble for those and to lead them astray with our zigzag paths. |
Dünya bunu intizar ediyorsa, hem onları inkisara uğratmamak, düşüncelerinde/hülyalarında yalancı çıkarmamak, hem de zikzaklarımız ile aynı zamanda başkalarını yanlış yollara sevk etmemek için bugüne kadar yürüdüğümüz yolda biraz daha atımızı mahmuzlayarak veya vites değiştirerek daha hızlı, daha temkinli yürümek mecburiyetindeyiz. |
'Our actions might be interpreted in this way'. |
"Aman şu davranışlarımız, şu şekilde yorumlanır. |
In thought of losing more than we do good, we must tread carefully, with circumspection. |
Celb edelim derken, kaçırmış oluruz" mülahazasıyla daha temkinli yaşamamız lazım. |
Beside the point, circumspection, or the stabilization of one's spiritual state, is the final step in Sufism. |
"Temkin" -antrparantez- Tasavvuf'ta en son mertebedir. |
By acting more carefully, we are ensuring that both our interactions with God and people will not shock, hurt or cause others to lead astray. |
Daha temkinli davranarak, hem Allah'a karşı münasebetlerimizde, hem insanlara karşı münasebetlerimizde başkalarını şaşırtacak, yanlış şeylere sevk edecek tavır ve davranışlardan yılandan-çıyandan kaçıyor gibi kaçınmalıyız. |
Again the noble Messenger states: |
Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm şöyle buyuruyor: |
'There are three qualities whoever has them, will taste the sweetness of faith: |
"Şu üç haslet kimde bulunursa, o imanın tadını duyar: |
To love God and His Messenger more than anyone else; to love only for the sake of God; and to hate returning to infidelity after God has saved him from it as he would hate to be thrown into the fire (of Hell).' |
Allah'ı ve O'nun Rasûlü'nü her şeyden ve herkesten daha fazla sevmek; sevdiğini yalnız Allah rızası için sevmek ve Allah onu küfürden kurtardıktan sonra yeniden küfre düşmeyi ateşe atılmaktan daha kerih görmek." |
The spiritual flavour of faith... |
İmanın tadını tatmış. |
Above everything lies faith; and to embellish your faith with spiritual knowledge. |
Her şeyin üstünde, "iman" etmek; imanını "marifet" ile taçlandırmak. |
The faith that does not stand on knowledge of God is always subject to tremors and might topple. |
Marifete dayanmayan bir iman, her zaman bir sarsıntı ile devrilebilir. |
Similar to the case of many in today's world who are shaken by troubles, calamities and evil deeds. |
Günümüzde bir kısım gâile, belâ, mesâib ve mesâvî ile sarsılan insanların durumu. |
On one side, based on the verse 'And that He may purify the believers (individually, of all base metal, and collectively, of the hypocrites among them), and gradually blot out the unbelievers' (Al Imran, 3:141), this was a differentiation like the separation of residue from pure gold or silver. |
Bir taraftan, "(O günleri insanlar arasında döndürüp durmamız,) Allah'ın (fert fert içlerindeki yanlış duygu, düşünce ve nifak tortularını arıtarak, toplum planında ise içlerindeki münafıkları ortaya çıkararak) mü'minleri tertemiz yapması ve kâfirleri derece derece imha etmesi içindir de" (Âl-i Imrân, 3:141) fehvasınca, tortunun-posanın has altından-gümüşten ayrıldığı gibi bir ayrılma oldu. |
However on the other side, with their attitudes toppling over, they showed where they stood and how they stood. |
Fakat bir taraftan da nerede duruyorlarmış, ne ölçüde sağlam duruyorlarmış, devrilen insan tavırlarıyla bunu gösteriler. |
This means that these people were not ready to walk towards more serious issues. |
Demek ki çok ciddî meselelere karşı bunlar, yürüyecek tipte, karakterde, kıvamda insanlar değillermiş. |
If they were to live in the era of the Pride of Humanity, they would have caused a fiasco at the Battle of Badr, and a blunder at the Battle of Uhud, and would have tried to cheat and escape from the Battle of the Trench. |
İnsanlığın İftihar Tablosu'nun asrında bulunsalardı, Bedir'de fiyasko yaparlardı, Uhud'da ayrı bir falso ile Rasûlullah'ın karşısına çıkarlardı, Hendek'te daha ayrı bir oyun ile o işten sıyrılmaya çalışırlardı. |
Similar to what the hypocrite Abdullah ibn Ubayy ibn Salul did. |
Münafıkların, Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl'ün yaptığı gibi. |
He was one man but there were many fools following him. |
O, bir tane idi; etrafında da bir sürü ahmak vardı. |
Now there is an inflation of Abdullah ibn Ubayy ibn Salul's in today's world. |
Şimdi, dünyada, İslam dünyasında o kadar Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl var ki enflasyonu yaşanıyor onların. |
Yes, faith in God... |
Evet, Allah'a iman. |
Then crowning faith with the knowledge of God. |
Sonra imanı marifet ile taçlandırma. |
And letting the knowledge of God soar with the love of God. |
Marifetin muhabbete/Allah sevgisine kanatlanmasını sağlama. |
Finally, crowning the love of God with longing for God. |
Allah sevgisini aşk u iştiyâk-ı likâullah ile taçlandırma. |
This topic is well addressed in Sufism, but not deeply mentioned amongst Islamic jurisprudence neither in the books on morals. |
Tasavvufta bunun üzerinde duruluyor ama kütüb-i fıkhiyede, Ahlak kitaplarında çok durulmuyor bunun üzerinde. |
Then spiritual pleasure that stems from the longing for God. |
Sonra aşk u iştiyâk-ı likâullah'ın hâsıl ettiği bir zevk-i ruhânî. |
The Honourable Sage Bediüzzaman touches on this issue: |
Hazreti Pîr-i Mugân, ona temas ediyor: |
'Belief in God, knowledge of God, love of God, spiritual pleasure'. |
"İman-ı billah, Marifetullah, Muhabbetullah, Zevk-i ruhânî" diyor. |
But from my perspective: |
Fakat mülahaza-i Kıtmîriyye, diyorum ki: |
The state of spiritual pleasure is only possible if we act for the sake of God without any expectations, with a passion that comes from deep inside. |
Zevk-i ruhanî mevzuunda da Allah'a karşı yaptığımız şeyler adına yine bir beklenti olduğundan dolayı, şayet beklemeden kendi kendine geliyorsa makbuldür. |
Then we would welcome this state by saying, 'This is a grace, a bounty, a favour, a mercy, respect, protection and care from God'. |
O zaman, "Bu, Rabbimizin bize bir fazlı, bir ihsanı, bir teveccühü, bir inâyeti, bir riâyeti, bir kilâeti, bir bakması" deriz. |
May God not deprive us from this treat, and may He always reward us with this state. |
Allah, öyle bir muameleden bizi mahrum etmesin, bize öyle muamele buyursun her zaman. |
Belief in God, knowledge of God, love of God and spiritual pleasure, yearning for reunion with God.... |
İman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah, zevk-i ruhânî, aşk u iştiyâk-ı likâullah. |
Loving God more than anyone and anything, loving the Prophet more than anyone or anything. |
Allah'ı her şeyin üstünde, Peygamberi her şeyi üstünde sevme. |
For example, as was mentioned in my previous poor discussions. |
Bir örnek; daha önceki dağınık, derbeder sohbetlerde ifade edildiği gibi. |
The Honourable Umar ibn al-Khattab, at a moment when he was engulfed with love and ardour, looks at the glowing, dazzling face of the Messenger of God, and says: 'O Messenger of God, I love you more than everything except for myself; more than my family, my children, my country, everything'. |
Hazreti Ömer efendimiz, muhabbet, aşk u iştiyak adına şahlandığı bir anda, Allah Rasûlü'nün dırahşan çehresine, o güneşlerden güneş çehresine bakıyor, "Yâ Rasûlallah" diyor, "Seni, nefsimden başka, aile efradım, çoluk-çocuğum, her şeyim, bütün mamelekim, hepsinin üstünde seviyorum." |
Now, this is a very important proclamation. |
Şimdi bu, çok önemli bir deyiştir. |
This is such an utterance that I believe if we had truly heard its elegance, its depth, its euphoric quality like that of the reed flute, we would begin to float and start whirling like the mystics of Rumi. |
Bu, öyle bir nağmedir ki zannediyorum, biz hakikaten ondaki o inceliği, o derinliği, o bayıltıcılığı, bir ney sesi ile olan o bayıltıcılığı duyduğumuz zaman, Mevlânâ'nın adamları gibi Semâ'a kalkar, pervane dönmeye başlardık. |
However, the Messenger of God does not respond as expected. |
Fakat Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun beklediği cevabı vermiyor: |
'If you do love me more than your own self too, then you will not have truly believed', he says. |
"Beni, kendi nefsinden de fazla sevmedikçe, iman etmiş olamazsın." |
Umar ibn al-Khattab is so quick and alert. |
Hazreti Ömer'de öyle bir alıcılık var ki. |
He is almost like a receptor, a receiver that has the capability to pick up a thousand signals at once and decipher and interpret them at once. |
Almacı, bin yerden gelen sinyalleri birden alabilecek, anında çözebilecek bir deşifre subayı gibi; anında çözebilecek bir kabiliyeti var. |
He has the capacity for instant ascension and advancement. |
Amudî yükselme, dikey yükselme kabiliyetine sahip. |
He says right away: |
Anında diyor ki: |
'O Messenger of God! |
"Yâ Rasûlallah. |
I now love you even more than my own self'. |
Şu anda, Seni, nefsimden de artık seviyorum." |
I do not believe there is a one in a million chance that his words are contrary to his reality. |
Bir milyonda bir hilaf-ı vâki beyan olduğuna ihtimal vermiyorum; o, Hazreti Ömer. |
May God grant everyone this same level of thought and sentiment. |
Cenâb-ı Hak, o duygu, o düşünce ile serfirâz kılsın herkesi. |
When one is equipped with this mindset, you will see everything they do after that point is perfectly on point: |
Şimdi, bir kere, insan bu donanım ile donanınca, bakın, ondan sonra yapacağı şeyler de istikamet üzere: |
Similarly, if one loves and connects with other people, his/her attitude and inclination towards them should be in proportion to the quality and depth of their relationship with God. |
Bu defa, başkalarını seviyorsa, münasebete geçiyorsa, sarmaş-dolaş oluyorsa, muânakada bulunuyorsa, Allah'a karşı münasebet yerleri itibarıyla, konumları itibarıyla yapacak bunları; o da bir yönüyle Allah için onları sevecek. |
Why did I elaborate on this so much? |
Neden meseleyi bu kadar uzattım? |
If certain individuals stand right beside you in line, like residents of a high assembly of angels forming concentric lines surrounding the Ka'ba, they share your vision, mission, and passion, and then they deserve the first place on your heart. |
Yani, birileri sizinle beraber aynı safı paylaşıyorsa, Kâbe'nin etrafında, Mele-i A'lânın sâkinleri gibi halka haline geliyorsa, hep aynı duyguyu, aynı düşünceyi terennüm ediyorsa şayet, senin sevgi dünyanda onların yeri başkadır; saff-ı evveli teşkil ediyorlar. |
If others are a little more half-hearted and neglectful, they deserve second place. |
Birileri şöyle-böyle, düşe-kalka geliyorlar ise, ikinci safta yerlerini alıyorlar. |
And if others watch you with admiration, thinking 'Let's see when they will bow in Prayer', having love and appreciation towards them in proportion to their love and appreciation. |
Birileri oturmuş, "Bakalım hele bunlar ne zaman rükûa varacak?" diye o güzel tabloyu temâşâ ediyorlarsa ve içlerinde bir imrenme duygusu var ise, bir de onlara karşı bir sevgi; onlara karşı da onlar kadar bir sevgi, bir alaka esasen. |
And if others say, 'It is possible to go a long way with these people; |
Birileri de "Bunlar ile uzun yol alınabilir. |
'They are trustworthy, we can build a future with them, |
Bunlar ile bir gelecek imar edilebilir. |
this global deformation can be eradicated together'. If this is the viewpoint that is being observed, imitated and desired, as well as being connected to them. |
Şu deformasyon, giderilebilir" mülahazası ile bakıyor, taklit ediyor ve imreniyorlar ise, bir de onlara karşı bir alaka. |
From degree to degree, showing some sort of attachment to everyone. |
Derece derece, herkese karşı bir alaka gösterme. |
Because from all the issues I have mentioned, some people are integrated wholly, some are only one third within the framework, some are only a quarter and some are one fifth of that circle. |
Çünkü bahsettiğim hususların hepsi, bazıları tamamiyet içinde, bazıları yarımlık çerçevesinde, bazıları üçte bir olma çerçevesinde, bazıları dörtte bir olma çerçevesinde, bazıları beşte bir olma çerçevesinde, o dairevi halkaya dâhil oluyorlar. |
In this way, loving for the sake of God... |
Bu itibarla, Allah'tan ötürü sevmek. |
Since humans are God's notable and distinguished art, since they are the perfect pattern of creation, they are to love God as they are the polished mirror of His creations. |
İnsan, Allah'ın güzide bir sanatı olduğundan dolayı, "ahsen-i takvîm"e mazhar olduğundan dolayı, mir'ât-ı mücellâ olduğundan dolayı sevmek. |
'God has created humankind as the reflection of His All-Merciful essence.' |
"Allah (celle celâluhu) insanı, sûret-i Râhman'da yaratmıştır." |
We need to try to understand this holy saying from the Honourable Sage Bediüzzaman's explanation. |
Bu mübarek beyanı, Hazreti Pîr'in izahı içinde anlamak lazım. |
Indeed, when one of the Successors reported this, Yahya ibn Said al-Kattan critiqued him. |
Zira bunu Tâbiîn'den bir zat nakledince, Yahya İbn Saîd el-Kattân onu tenkit etmiş. |
He is a critic of the Prophetic traditions; in the traditions that you see as complete, if there is a hidden catch; he will concentrate on that relentlessly. |
O, hadislerde münekkittir esasen; böyle sizin sağlam gördüğünüz hadislerde bile, çok küçük bir bit yeniği var ise şayet, onu yerden yere vurur. |
Consequently he humiliated the individual who reported this and called him a 'wounded person'. |
Dolayısıyla bunu rivayet eden o zatı da yerden yere vuruyor, "Mecruh o insan" diyor. |
However, the Honourable Sage Bediüzzaman has the explanation of this Prophetic saying. |
Fakat Hazreti Pîr'in bu hadis-i şerifi şerhi var. |
I am saying: |
Diyorum ki: |
If Yahya ibn Said al-Kattan, may my soul be sacrificed for him, as I love him very much, had heard the Honourable Sage Bediüzzaman's explanation of that matter, he would not have critiqued the individual from the Successors. |
Yahya İbn Saîd el-Kattân -ki canım ona kurban olsun, çünkü çok seviyorum onu da; canım ona kurban olsun- Hazreti Pîr-i Mugân, şem'-i tâbân, ziyâ-i himmetin o mevzudaki beyanını görseydi, Tabiînden o zatı öyle tenkit etmeyecekti. |
If there is a shining mirror which reflects the Divine Essence, along with the All-Beautiful Names of God and His Divine Attributes, it is humankind. |
Zât-ı Ulûhiyeti, Esmâ-i Hüsnâsı ile, Sıfât-ı Sübhâniyesi ile aksettirecek en mücellâ bir ayna var ise, o da insandır. |
Yes, when these aspects and characteristics are utilised, humans can surpass spiritual beings. |
Evet, bu mahiyetini değerlendirdiği zaman, insan ruhanilerin önüne geçecektir. |
For example, the Archangel Gabriel will say the following to the Messenger of God: |
Ezcümle, Allah Rasûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) konumunda, Cibrîl-i Emîn şöyle diyecektir: |
'Go, tonight is your night. |
"Yürü, top senin, çevkân Senindir bu gece. |
If I take another step, I will burn, but you won't.' |
Ben, bir adım daha atsam, yanarım ama Sen, yanmazsın." |
The Pride of Humanity, in a way, was made from flesh and bone; he came into this life from a mother, he was a being of honour. |
İnsanlığın İftihar Tablosu, -bir yönüyle- etten, kemikten idi; bir anadan dünyaya gelmiş, şerefli bir varlık idi, başımızın tacı idi. |
However, the Archangel Gabriel was created from Divine light. |
Ama öbürü (Cebrail aleyhisselam) nurdan yaratılmıştı. |
When the Prophet comprehended him, he described him with his profundity; he used the expression 'wing' to describe him. |
Kâmet-i bâlâsı ile onu temâşâ ettiği zaman İnsanlığın İftihar Tablosu, derinlikleri ile vasfetmişti onu; derinliği "kanat" tabiri ile ifade etmişti. |
When he stepped outside of the dominion of Hira, from east to west he saw that Gabriel's wings covered everything. |
Bir Hira Sultanlığı'ndan dışarıya çıktığı zaman, şarktan garba her tarafı kapladığını görmüştü. |
He viewed him in him real composition; it was so profound that its existence was too big for the eye to behold. |
Gerçek mahiyeti ile temâşâ etmişti; öyle ki ucu-bucağı görünmüyordu, öyle derinlikte bir varlıktı. |
Again during the Ascension he did witness and contemplate, strengthening his admiration. |
Bir de Miraç'ta, aynı temâşâ ile yine müşahede etmiş, ona karşı hayranlığı bir kere daha şahlanmıştı. |
But during the Ascension, the Pride of Humanity surpassed him. |
Ama İnsanlığın İftihar Tablosu, Miraç'ta onun önüne geçmişti. |
Now, from this perspective, isn't man a mirror which resembles and manifests the Divine Essence and the All-Beautiful Names of God? |
Şimdi, bu yönüyle insan, Zât-ı Ulûhiyetin evsâf, sıfât-ı Sübhâniye ve Esmâ-i Hüsnâ'sını tam aksettiren bir ayna mı değil mi? |
You decide. |
Siz karar verin. |
Mankind is this kind of creation. |
Böyle bir varlık, insan. |
Consequently, the admiration of mankind is admiration of the art of God Almighty. |
Dolayısıyla insana karşı alaka, Allah'ın sanatına karşı alaka demektir. |
Therefore, this is a demonstration of respect towards God. |
Dolasıyla bu, Allah'a karşı saygının ifadesidir. |
And not in the immediate circle, not in the essential scholastic circle, when you take the matter at hand in consideration you will come to realise that there are different ways that make themselves manifest in embracing everyone. |
Ve işte dar dairede değil, bağnazca düşünce dairesinde değil, esasen skolastik düşünce dairesinde değil, bu dairede, bu mülahazalar çerçevesinde meseleye baktığınız zaman, herkesi bir çeşit kucaklama duygusu ve düşüncesi içinizde belirecektir: |
'This too is a person which must be welcomed. |
"Yahu bu da kucaklanacak bir insan. |
And this person must be embraced too.' |
Bu da kucaklanacak bir insan." |
They're coming here. |
İşte buraya geliyorlar. |
Head of such-and-such, leader of so and so; on a different path and belief. |
Falan yerde bilmem neyin başı, filan yerde bilmem neyin başı; ayrı bir inanç ve yolda. |
But they say, 'Please allow us to hug you.' |
Ama "Ne olur sarılabilir miyim sana?" diyorlar. |
When I entered your world, I saw people that prayed. |
Burada sizin dünyanızın içine girence, namaz kılanları gördüm. |
I request of you, 'Please sit at the back whilst we are praying.' |
Ben rica ediyorum, "Şurada, arkada oturun namaz kıldığımız sürece." |
But he said, 'When all of these people are praying and if I am to sit back, I would be disrespecting the worship that they have displayed for their Lord.' |
O, "Hayır, bunca insan namaz kılıyorken oturursam, onların Rabbime karşı ibadetlerine saygısızlık yapmış olurum" diyor. |
He prayed hobbling. |
Düşe-kalka namaz kılıyor. |
He had never prayed; he displayed his worship to our Lord in a different format according to himself. |
Hiç namaz kılmamış; Rabbimize karşı o, kendine göre, ubudiyetini çok farklı formatta ortaya koymuş. |
But he is praying here. |
Ama burada kılıyor. |
Yes, when he is bowing in Prayer, he moves back and forth; the same when he rises from prostration, sometimes faltering; the hearts will be influenced when you present your devoted servanthood to God through worship. |
Evet, rükûa giderken, ileri-geri gidiyor; secdeden kalkarken ileri-geri gidiyor, sendeliyor bazen; fakat Allah'a karşı yaptığınız o ibadette, o ubudiyette, o ubûdette -Keşke meseleyi "ubûdet" şeklinde Cenâb-ı Hakk'a karşı sunabilsek, gönüller o zaman feth olacak.- yer alıyor. |
Now these people wish to hug you. |
Şimdi bu insanlar, size sarılmak istiyorlar. |
As a 'Divine manner', one must take ten steps to a person who takes one step towards them. |
Bence "İlahî Ahlak" olarak size bir adım gelene, siz on adım gitmelisiniz. |
If one takes ten steps towards you, you must take one hundred steps towards them; embrace them. |
Size on adım geliyorsa birisi, yüz adım ile ona yaklaşmalısınız; kucaklamalısınız onu. |
And in the tradition it says, 'human'. |
Hem hadiste, "el-Mer'" diyor, "insan" diyor. |
Do you understand? |
Anlıyor musunuz? |
Firstly, of course those who are in the first row, secondly the second row and the third row and so on. |
Tabii en başta ilk safı teşkil edenler, ikinci safı teşkil edenler, üçüncü safı teşkil edenler. |
Until the hundredth row... |
Yüzüncü safı teşkil edenler. |
Everyone must have a share in such a welcome and embrace from different levels, depths, dialects and circumstances. |
Herkesin böyle bir kucaklamadan çok farklı seviyede, farklı derinlikte, farklı bir şivede, farklı bir keyfiyette hissesi olmalı. |
Everyone has a character. May God Almighty protect us from deviance and allow us to act in accordance with our character. |
Herkesin bir hususiyeti vardır; Cenâb-ı Hak, o mevzuda yanıltmadan, o hususiyetlere göre hareket etmeye muvaffak eylesin bizleri. |
Your friends who produced the Turkish Olympiads, which at face value seemed like a worldly production, were successful in using their unique characters for good. |
Şu dünyevî gibi görünen Türkçe Olimpiyatları'nda, sizin o güzide arkadaşlarınız bunları yapmaya muvaffak olmuşlardı. |
I have only watched these Olympiads on television. |
O olimpiyatları ben, sadece televizyon ekranında seyrettim. |
I sincerely believed through them that all hearts can be conquered through universal values and authentic reasoning of the people of the future. |
Ve hakikaten o meselelerin bıraktığı uçlarda geleceğin insanının içtihadı ile bütün gönüllerin fethedilebileceği inancına vardım. |
After seeing two people, one black one white, hold onto each other in tears as they had to farewell, I could not hold back my tears, and proceeded to cry with them. |
Orada o siyah insan, bembeyaz insana sarılıp ağlarken, ayrılışları ağlama ile taçlandırırken, ben de oturduğum yerde saldım gözlerimi/gözyaşlarımı, ben de onlarla beraber ağlamaya durdum. |
It was a situation which showed immense promise. It must be continued. |
O, ümit bahşeden bir keyfiyet idi; devam ettirilmesi lazım. |
One must not reduce it to 'game and fun'. |
"Oyun, eğlence" dememeli bu meseleye. |
Instead, it was an opportunity for deep mingling and socialisation. |
"İnsanlığı kaynaştırma" demektir bu, bir yönüyle. |
But everyone has their own cultural values. |
Ama her dünyanın kendine göre kültür değerleri var. |
If you do not respect their cultural values, they will not show you respect. |
Siz, onların kültür değerlerine saygılı olmazsanız, onlar da size saygılı olmazlar. |
What you expect from others is exactly what they expect from you, so give them what they expect, so that you may receive what you expect. |
Sizin âlemden beklediğiniz şey, âlemin de aynıyla sizden beklediği şeydir; verin beklediklerini ki bulasınız beklediğinizi. |
Yes, the tradition is narrated with slight differences in various sources. |
Evet, hadis-i şerif, bazı yerlerde, az bir farkla rivayet ediliyor. |
In one of the books of tradition, Muslim, the following is added: |
Müslim-i Şerif, bu ilaveyi yapıyor: |
After God has pulled one out of disbelief, if they do not view the possibility of going back to disbelief, denying God, heresy, atheism, deism, positivism, naturalism, and so on, as bad as sinking into filth and tar, as bad as falling into Hellfire, then they have not yet tasted faith. |
Allah, onu küfürden çekip çıkardıktan sonra, yeniden küfre dönmeyi, neûzu billah, Allah'ı inkâr etmeyi, ilhâda düşmeyi, Ateizm demeyi, Deizm demeyi, Pozitivizm demeyi, Natüralizm demeyi, bilmem ne demeyi -bütün bunları- Cehennem'e düşüyor gibi, bir zift bataklığına düşüyor gibi kerih görmedikten sonra imanın tadını tatmış olmaz. |
Once you approach the matter in this way you will realise that you are actually in a very fortunate position, or that you are gradually approaching that great position. |
Konumunuzu bununla değerlendirdiğiniz zaman, çok iyi bir yerde durduğunuzu veya o çok iyi yere doğru adım adım yürüdüğünüzü hissedeceksiniz. |
And I believe that you will tremble with fear for others, who walk around announcing, 'I am doing good', but are actually falling into a deep pit. You will pray to God for protection from such a lowly state. |
Ve birilerinin de hiç farkına varmadan "İyilik yapıyorum" derken gayyalara doğru yürüdüğünü ürperti ile temâşâ edecek ve "Allah göstermesin" diyeceksiniz, zannediyorum. |
'If your will remains, do not despair.' |
"Gamı tasayı bırak, iraden canlı ise." |
Willpower is such an important blessing that God has bestowed upon mankind. |
Esasen, "irade" çok önemli; Cenâb-ı Hakk'ın insana verdiği bir nimettir. |
It empowers man to be able to reach out and attain whatever they desire. |
Şart-ı âdî planında, en büyük şeyleri elde etmeye müeddî öyle bir faktördür ki. |
'Inclinations and control over inclinations' might seem simple, but it is important enough through which to gain Paradise. |
"Meyelân veya meyelândaki tasarruf" fakat Cennet'i peyleyebiliyorsunuz bununla. |
You are requesting Paradise, whose single moment is greater than thousands of years of blissful life in this world. |
Dünyanın binlerce sene hayatı, bir saatine, bir dakikasına mukabil gelmeyen Cennet'i peyleyebiliyorsunuz. |
What kind of a deal is this? |
Yahu bu nasıl bir şey? |
This seems to go against the principle of cause and effect. |
Tenâsüb-i illiyet prensibi. |
The established principle of causality from physics. |
Fizikteki kozalite mülahazası. |
Good gracious! |
Allah Allah. |
Such a small act of willpower can be rewarded with Paradise? |
Bu minnacık irade ile Cennet peyleniyor? |
Is it not so? |
Öyle değil mi? |
'God has bought from the believers their selves and wealth because Paradise is for them' (At-Tawbah, 9:11). |
"Allah, karşılığında kendilerine Cennet vermek üzere mü'minlerden öz varlıklarını ve mallarını satın almıştır" (Tevbe, 9:111). |
Who do you think you are by desiring eternal Paradise? |
Sen nesin ki yahu, Cennet'i, ebedî Cennet'i o hâliyle peyliyorsun? |
This is willpower; God's greatest gift for you. |
Böyle bir şey, irade böyle bir şey; Allah'ın insana en büyük armağanıdır. |
A shadow of the shadow of the shadow of the shadow of His own Will. |
Kendi İradesinin gölgesinin gölgesinin gölgesinin gölgesi. |
Wow! |
Off. |
Just like the Honourable Sage Bediüzzaman says, 'Human existence is a shadow of the shadow of the shadow of the infinite shadow of His existence.' |
Nasıl diyor Hazreti Pîr, "İnsanın vücudu, O'nun vücudunun gölgesinin, gölgesinin, gölgesinin (üç nokta koyacaksınız) nâmütenâhî gölgesi, nâmütenâhî gölgesi." |
If your willpower is active. |
İraden canlı ise. |
'If you can, be a source of hope for all' |
"Ümid kaynağı ol, olabilirsen herkese." |
So, in a way, being hopeful means to not be in despair. |
Şimdi ümitli olmak, bir yönüyle, ye'se düşmemek çok önemlidir. |
Because, 'Those who live with hope are hopeful; those who live with hopelessness bind their spirits and consciences.' |
Çünkü, "Yaşayanlar, hep ümitle yaşar; me'yûs olan, ruhunu, vicdanını bağlar." |
Despair is such a swamp that if you fall in, you will drown. |
"Ye's öyle bataktır ki; düşersen boğulursun. |
Attach yourself to hope, then see where you will get! |
Ümîde sarıl sımsıki seyret ne olursun. |
Those who live on, live through their hope and determination. |
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar; |
Those in despair bind their spirits and consciences.' |
Me'yûs olan ruhunu, vicdânını bağlar." |
'O you living dead, the two hands are for one head. |
"Ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.' |
Get moving, the hands are yours, and so is the head. |
Davransana, eller de senin, baş da senindir. |
No emotion, no action, no suffering. |
His yok, hareket yok, acı yok. |
Is that a carcass before me? |
Leş mi kesildin? |
You surprise me; this is not how you used to be! |
Hayret veriyorsun bana; sen böyle değildin. |
I do not know why your determination is so discontinuous. |
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz? |
Is it you, or your hope that is spineless?' |
Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?" |
Blessed statements, which we can consider as guidance from our national poet whose conscious suffered in the face of deformations. |
Yıkılışlar karşısında, deformasyonlar karşısında vicdan azabı çeken Millî Şairimizin bizim için rehber diyebileceğimiz mübarek beyanlarından. |
'Those who live with hope are hopeful; those who live with hopelessness bind their spirits and consciences.' |
"Yaşayanlar, hep ümitle yaşar; me'yûs olan, ruhunu, vicdanını bağlar." |
The Honourable Sage Bediüzzaman adds to this: |
Hazreti Pîr de bu sese, bu soluğa farklı bir şekilde bir nağme katar: |
'Despair is an obstacle to any kind of perfection.' |
"Yeis, mani'-i her kemaldir" der. |
If you really want to seize the future, you have to walk with hope. Hope is crucial. |
İlle de bir ufku yakalamak ve zirveleşmek istiyorsanız, ümitle yürümeniz lazım; ümit çok önemlidir. |
Being hopeful is an issue. |
Bu, bir mesele, yani, ümitli olmak. |
But during such critical moments, a person should behave as though nothing is wrong, being a source of hope by displaying action and will. |
Fakat böyle kritik dönemlerde insan, hiçbir şey yokmuş gibi davranmak ve dipdiri bir canlılık sergilemek suretiyle aynı zamanda ümit kaynağı da olmalıdır. |
Almighty God pushed us into a different situation. |
Yahu Cenâb-ı Hak, farklı bir konuma itti bizi. |
So His Will was to carry this out in a transformed manner. |
Demek ki murâd-ı Sübhânîsi, farklı bir konumda bu meseleyi götürmekmiş. |
Why did He spread us all around the world like seeds? |
Niye saçtı bizi dünyanın dört bir yanına tohumlar gibi? |
We were a small circle, only present in our country. |
Ee dar dairede idi, sadece kendi ülkemizde idi. |
Even the Islamic world said, 'Religion began with us. |
İslam dünyası bile "Yahu din, bizde başladı. |
The language of the religion is our language. |
Dinin dili, bizim dilimiz. |
What is going on? |
Bunlara ne oluyor ki? |
They came from Central Asia, they are speaking nonsense in Arabic; they begged religion from others. |
Orta Asya'dan geldiler, Arapça'da kem-küm ediyorlar; dini de başkalarından dilendiler, dilencilikle aldılar. |
What's up with them?' They would just look at us like that. |
Bunlara ne oluyor ki?" diyordu; onlar da öyle bakıyorlardı. |
Now, God has expanded these deeds that were once done in a narrow circle. |
Şimdi dar bir dairede yapılan işleri, Allah (celle celâluhu) genişletti. |
A universal cause shouldn't be exclusive to the narrow circle of Anatolia; it must reach the aim of the Pride of Humanity: |
Âlemşümul bir dava, Anadolu dar dairesine münhasır kalmamalı; bu, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun gösterdiği ufka ulaşmalı: |
'My name will permeate everywhere on which the sun rises and sets.' |
"Benim nâmım, güneşin doğup-battığı her yere gidecektir." |
So now, have you not scattered all over the world, everywhere the sun rises and sets? |
Şimdi şu anda, dünyanın dört bir yanına, güneşin doğup-battığı her yere saçıldınız mı, saçılmadınız mı? |
In places where you fall like a 'seed', as a trust in the powerful nature of the earth, are you going to rot in the soil, or not? |
Düştüğünüz yerlerde birer "tohum" gibi, toprağın kuvve-i inbâtiyesine emanet; toprakta çürüyecek misiniz, çürümeyecek misiniz? |
Good job! |
Helal olsun! |
As a seed you will rot in the heart of the soil, but will you leave one or two or three seedlings. |
Bir tohum olarak toprağın bağrında çürüyeceksiniz ama bir başak mı, iki başak mı, üç başak mı çıkaracaksınız. |
According to the devotion in the intentions, according to sincerity, according to God-consciousness, sometimes even ten spikes can emerge from one seed. |
Niyetlerdeki hulûsa göre, samimiyete göre, ihsan şuuruna göre, bazen on başak bile bir tohumdan çıkabilir. |
And if there are ten replicas per spike, you will make one hundred instead of ten. |
Bir de her başakta on dâne var ise, bir iken yüz olacaksınız. |
If this is God's wish, no one should feel hopeless. |
Evet, murâd-ı Sübhânî bu ise, esas hiç kimse ye'se düşmemeli. |
On the one hand he purifies us with those afflictions; if we go before Him, let us go there clean. |
Bir taraftan arındırıyor bizi o ızdırap ile; huzuruna gidersek şayet, arınmış olarak gidelim. |
On the other hand, He is referring us to different ways of service, with much bigger objectives. |
Diğer taraftan da çok daha ulvî gâye-i hayaller ile, bizi farklı hizmet yollarına sevk ediyor. |
If so, what falls on us is to make the best of God's will. |
Öyle ise bize düşen şey de, o murâd-ı Sübhânînin hakkını vermektir. |
Since He scattered us like seeds, let us grow into spikes like seeds. |
Madem bizi tohum gibi saçtı, bizler de tohum gibi başağa yürüyelim. |
Since He implanted us to various places of the earth, let us search for ways to be like a willow trees. |
Madem bizi fideler gibi dünyanın değişik yerlerine dikti, biz de oralarda söğüt olmaya bakalım. |
The Kayı tribe came, like a seed; it grew into a willow tree in the narrowest of places; it has spread all over the world, it was once a power amongst the states of the world. |
Kayı Boyu geldi, bir tohum gibi; daracık bir yerde, bir söğüt oldu, ser çekti; dünyanın dört bir yanına yayıldı, devletler muvazenesinde muvazene unsuru haline geldi. |
And humanity, in this way, witnessed real humanity. |
Ve insanlık, o sayede, bir yönüyle, insanlığını idrak etti. |
We say that: |
Diyoruz ki: |
'Hold our hand God. |
"Tut elimizden Allah'ım. |
Hold our hand, we cannot do without You!' |
Tut ki edemeyiz Sensiz." |
This will suffice you. |
Vesselam. |