You all know the article called 'There is a Fire' by Mahmud Esad. |
Mahmud Esad'ın "Yangın var" yazısını bilirsiniz. |
I feel that fire inside me all of the time. |
Ben o yangını her zaman içimde hissediyorum. |
I feel the generations being burnt, the religious values being trodden on, peace and order being used as fuel and all of these being brought together to create a giant inferno. |
Cayır cayır nesillerin yandığı, dinî değerlerin ayaklar altına alındığı, hakkın-adaletin odun parçası gibi ateşin içine atıldığı ve bütün bunların bir ziftin ateşle tutuşturulması gibi tutuşturulup yakıldığı içime akıp duruyor. |
I'm sure there are people who are as troubled as I am and solidarity in the face of calamity mitigates the suffering. |
Mutlaka, bu duyguyu benimle beraber paylaşan insanlar vardır; paylaşmada dert biraz aşağıya çekilmiş olur. |
If there is only one person with the same emotions while everyone else is carrying on with their lives; how miserable is that person! |
Sadece bir kişi o duygu ile oturup kalkıyor ve diğerleri hiçbir şey yokmuşçasına hareket ediyorlarsa, vay o zavallının, o akılsızın, o ahmağın haline. |
His struggles are in vain. |
Demek, beyhude çırpınıp duruyor. |
However if there is belief in God, His Messenger and that the path is right and that all that was accomplished was from God, and that everything we carry on our shoulders is entrusted to us, then everyone will be troubled by what is going on. |
Ama Allah'a iman, Peygambere iman var ise, bu yürünen yolun doğruluğuna iman var ise, bugüne kadar olan muvaffakiyet ve başarıların Allah'tan olduğuna iman var ise ve olan şeylerin omuzumuzda birer emanet bulunduğuna iman var ise, zannediyorum diğerleri de dertliler ile paylaşırlar bu derdi. |
Oppression at a level that unbelievers didn't engage in is being done in the name of Islam. |
İslamî argümanlar kullanılarak kâfirlerin yapmadığı şeyler yapılıyor. |
This is more dangerous because the 'sacred' is being used as an instrument; insincere or incomplete prayers are serving their motives. |
Ondan daha tehlikeli; çünkü "kutsal", bir vasıta olarak kullanılıyor; abdestli-abdestsiz namazlar, kutsal olarak, onların emellerine hizmet ediyor. |
And these people perpetuate atrocities and malignancies. |
O sû-i emelleri ile, sû-i niyetleri ile şenaatleri/denaetleri irtikâp ediyorlar. |
With a little background information, it is impossible for a person to not be saddened, in fact only the heartless will not be affected by these events. |
Azıcık arka planı ile, perde arkası ile meseleyi gördüğünüz zaman, üzülmemek için insan olmamak lazım, daha aşağı bir mahluk olmak lazım. |
'There is a fire.' |
"Yangın varmış." |
Animals run and hide when they see a fire. |
Hayvanlar kuyruklarını kısar, kaçarlar yangın dışında bir yere. |
That's what animals do but if there is a fire, we 'grab our buckets of water and run to aid'. |
Ama öyle değil, yangın var ise şayet, "Tulumbanı al yetiş imdada, yangın var." |
In the words of Suzi: |
Sûzî'nin ifadesiyle: |
'Grab your buckets and run to aid |
"Tulumban al yetiş imdada, yangın var. |
I said: |
Dedim: |
Is the fire on the surface, o lover? |
Zahirde mi âşık? |
He said: |
Dedi: |
There is a hidden fire. |
İhfâda yangın var. |
You ignited a fire at the ship of my heart of friend |
Sefine-i kalbime alevli bir kor attın ey dost |
You can scream : |
Bülend-avaz ile dersin: |
Look there is a fire in the sea.' |
Bakın deryada yangın var." |
No there is fire everywhere. |
Hayır, her yanda yangın var. |
There is fire. |
Yangın var. |
Fires in families. |
Ailede yangın var. |
Fires in administration. |
İdarede yangın var. |
Fires in the judiciary. |
Adalette yangın var. |
Fires on the side of the Truth. |
Hakta, hak cephesinde yangın var. |
There is a fire in religious feeling and thought. |
Dinî duygu ve dinî düşüncelerde yangın var. |
Like pieces of wood, each of them is being used to burn some people's future, reign and luxury. |
Birer odun parçası şeklinde, bunlar, birilerinin istikballeri, gelecekleri, saltanatları ve debdebeleri için, ateş tutuşturma istikametinde kullanılıyor. |
There cannot be greater disrespect and insult to the religion. |
Dine bundan daha büyük hakaret, daha büyük saygısızlık olamaz. |
It is impossible to see these and not feel sorrow; those who do not feel sorrow should question themselves. |
Bunu görüp üzülmemek mümkün değil; üzülmeyenlerin, kendilerini bir kere daha gözden geçirmeleri lazım. |
But I think 'many', giving the benefit of the doubt, those who feel sorrow share the same feelings as us. |
Ama zannediyorum üzülenler ile beraber -"Çokları" diyeceğim, hüsnüzannı ileriye götürerek genel çerçevede, herkesi içine alacak şekilde demiyorum.- çokları aynı duyguyu paylaşıyor. |
Our friends had published a book titled 'The Destiny of this Path'. |
"Yolun Kaderi" diye bir kitap neşrettiler arkadaşlar. |
We must see everything that has happened as 'The Destiny of this Path'. |
Olup biten şeyleri "yolun kaderi" olarak görmek lazım. |
This does not mean applauding tyranny or accepting it. |
Bu, zulmü alkışlamak veya zâlimi alkışlamak, zulme "Evet" demek değildir. |
Akif says, 'I can't applaud oppression nor love the oppressor'. |
Âkif'imiz, "Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem" der. |
There are things to be applauded and others to curse. |
Alkışlanacak şey var, tel'în edilecek şeyler var. |
We protect our tongue from cursing or saying 'Amen' to curses, this should be our stance in the face of tyranny. |
Tel'în etmekten, bedduaya "Âmîn" demekten, lisanımızı sıyânet ederiz ama zulme karşı da kararlı bir duruşumuzun olması lazım. |
Or else, my God protect us, indifference in the face of such fires are the greatest of sins. |
Yoksa -hafizanallah- işte o yangın karşısında, yanan şeyler karşısında umursamazlık, en büyük bir günahtır. |
Indifference... |
Umursamazlık. |
Not sharing the suffering... |
Derdi hissetmemek. |
The feeling of sorrow must be deep, but it also should not diminish the feeling of hope. |
O derdi hissetme derin olmalı; şu kadar var ki, onun derinliği sizdeki/bizdeki ümitleri alıp götürmemeli; o kerteye kadar. |
The feeling of sorrow must be great but the limit is the feeling of hopelessness. It should not diminish your hope. |
İnsanı ye'se atmaması, recâ hissinin tepesine çullanıp onu bütün bütün felç etmemesi; son sınırı orası, oraya kadar yolu var. |
If someone comes to me and says, 'In the face of such scenery I was unable to sleep. |
Yoksa bana gelip deseler ki, "Bu gece, genel manzara karşısında ben uyuyamadım. |
I turned from right to left and from left to right. |
Sağdan sola döndüm, soldan da sağa döndüm. |
Those evil scenes did not disappear from my mind, just like a cinema; I watched all the sins, evils, atrocities and dishonour. This made me uncomfortable, my blanket felt as heavy as the mountains and my mattress felt like a bed of needles, this is what sharing your sorrows is like. |
Bir türlü o kirli tablolar zihnimden silinmedi; hayal dünyamda sinema seyrediyor gibi, işlenen günahları, mesâvîyi, me'âsîyi, şenaati, denâeti seyrettikçe, bunlar bir sel gibi benim huzurumu aldı götürdü ve ben o yorganı üzerimde âdetâ bir dağ cesâmetinde/ağırlığında hissettim/ediyorum, döşeği de bir iğneli fıçı gibi hissediyorum" derdi paylaşma demektir bu. |
But despite all these, 'This is the fate of this path.' |
Ama bütün bunlara rağmen, "Bu yolun kaderi." |
The great Messengers faced the same hardships, they walked through thorny paths; they did not have a moment without suffering. |
Enbiyâ-i ızâm, aynı şeylere maruz kalmış, hep dikenli tarlalarda gezmişler; ayaklarının kanamadığı ân olmamış, ızdırap çekmedikleri tek dakika olmamış. |
The great Messengers... |
En-bi-yâ-ı ı'zâm. |
Eminent servants of God, the best of mankind whom God tasked with guiding humanity. |
Allah'ın seçkin kulları, hususi seçip insanları irşad için vazifelendirdiği en şerefli insanlar. |
May we all be sacrificed for them. |
Onlara canlarımız kurban olsun. |
You can witness this in the life of the Pride of Humanity, peace and blessings be upon him, humanity takes pride in his life. |
Sadece tabloyu İnsanlığın İftihar Tablosu'nda (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanlığın O'nun ile övündüğü tabloda görebilirsiniz. |
Indeed, we take pride in him. |
Biz de övünüyoruz O'nunla. |
'How fortunate are the followers of Muhammad! For they have leaned upon such a steadfast Pillar, a Pillar directly connected with God' says Imam Busiri in his Eulogy of the Cloak. |
"Ne mutlu ümmet-i Muhammed'e ki, öyle, devrilmez/sarsılmaz bir Sütun'a, Allah ile irtibatlı bir Sütun'a dayanmışlardır." Böyle diyor "Kaside-i Bür'e"sinde (veya "Bürde"sinde) İmam Bûsîrî hazretleri. |
How fortunate we are to rely on an unshakeable and unbreakable column. |
Ne mutlu bize ki, öyle devrilmeyen, sarsılmayan, kırılmayan bir rükne dayanmış bulunuyoruz. |
The Pride of Humanity... |
İnsanlığın İftihar Tablosu. |
As mentioned, God created the universe for his sake. |
Söylenegeldiği üzere, Allah, O'nun yüzü suyu hürmetine varlığı yaratmış. |
As a blessed statement, it is narrated that 'If it weren't for you, I would not have created the heavens.' In Turkish, 'if it weren't for you' is emphasised twice. |
Mübarek bir söz olarak, لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلأَفْلاَكَ rivayet ediliyor; Türkçemizde kullanılırken iki defa "Levlâke levlâke" deniyor: |
'If it weren't for you, I would not have created the universe.' You can understand this as 'If it weren't for you, I wouldn't have created mankind or other living beings. Ecosystems would not exist. Water would not flow, oceans would not evaporate, and rains wouldn't wash the face of the earth.' |
"Sen olmasaydın, bu kevn ü mekânları yaratmazdım." "İnsanı var etmezdim, haşeratı varlığa erdirmezdim, eko-sistem diye bir şey olmazdı, sular çağlamazdı, denizler tebahhur etmezdi, tebahhur eden deniz damlacıkları yağmura dönüşüp yerin bağrına inmezdi; Sen olmasaydın" şeklinde anlayabilirsiniz. |
If he, peace and blessings be upon him, did not exist, we could not know our creator, prophets, scripture, angels, what happens in the grave and on the day of Judgement, or Heaven and Hell. |
O (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmasaydı, ne Allah bilinirdi, ne Peygamber bilinirdi, ne Kitap bilinirdi, ne Melek bilinirdi, ne kabir bilinirdi, ne Mahşer bilinirdi, ne Cennet bilinirdi, ne Cehennem bilinirdi. |
Are you aware of just how indebted you are to him? |
O'na karşı ne kadar şey ile medyûn olduğunuzun farkında mısınız? |
The great poet Akif says the following in a poem regarding his blessed birth: |
Onun için Âkif'in, O'nun vilâdeti münasebetiyle söylediği bir naatında, son mısraları şunlardır: |
'All humanity is indebted to that innocent, |
Medyûndur o Masum'a bütün bir beşeriyet |
O my Lord! |
Yâ Rab. |
Resurrect us with this declaration! |
Mahşerde bizi bu ikrâr ile haşret. |
'All humanity is indebted to that innocent, |
Medyûndur o Masum'a bütün bir beşeriyet |
O my Lord! |
Yâ Rab. |
Resurrect us with this declaration! |
Mahşerde bizi bu ikrâr ile haşret. |
But unfortunately, birthdays come and go; the feeling, reflection, affection and connection we have for him is experienced like living the month Muharram, we are experiencing our own Karbalas. |
Ama gel gör ki, vilâdet vilâdeti takip ediyor, doğum günleri gelip geçiyor; fakat -bir yönüyle- O'na karşı olan duygu, düşünce, alaka ve irtibatımız açısından Muharrem ayını yaşıyoruz, Kerbelâ'yı yaşıyoruz, |
We see ourselves by the Rawan River. |
kendimizi Revân Nehri kenarında görüyor ve duyuyoruz. |
'As the years pass by, O Muhammad! |
"Yıllar geçiyor ki -Yâ Muhammed-, |
Months have all become Muharram for us! |
Aylar bize hep Muharrem oldu, |
What a sunny night it was last night; Alas! |
Dün gece ne güneşli gece idi, |
It too turned into a night of grief! |
Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu. |
They overrode the purity of your way. |
Çiğnendi harîm-i pâk-i şer'in, |
Foreigners became intimate with our private domains.' |
Namusa yabancı, mahrem oldu." |
Akif continues his words with: |
Âkif, sözlerinin devamında, |
'Because of the bells tolling in your most intimate quarters. |
"Beyninde öten çanın sesinden |
Thousands of minarets fell silent.' |
Binlerce minare ebkem oldu." |
But I shall translate it as, 'The truth fell silent because of the sounds of politics from the pulpits'. |
diyor; ben çevirerek diyeyim ki, "Cami minberinde öten siyaset sesinden / Bütün hakikatler ebkem oldu" dilsiz oldu. |
'For the love of God, O Innocent Prophet! |
"Allah için, ey Nebiyy-i mâsum, |
Do not leave Islam so desolate, |
İslâm'ı bırakma böyle bîkes, |
And so oppressed.' |
İslâm'ı bırakma böyle mazlum." |
Do not leave us so desolate and oppressed. |
Bizleri bırakma böyle bîkes; bizleri bırakma böyle mazlum. |
But that is the fate of this path. |
Ama yolun kaderi. |
When He, peace and blessings be upon him, endured unbearable things. |
O (sallallâhu aleyhi ve sellem) çektiğine göre, tahammülfersâ şeyleri. |
He did not complain or say a word about anything he was subjected to. |
Kurban olayım; bir tek kelime ile maruz kaldığı şeyleri anlatmıyor, şikâyet etmiyor. |
As far as I know, he only says, 'I suffered a lot from my people' to our mother Aisha. |
Benim bildiğim, sadece Âişe validemize "Kavminden çok çektim" diyor. |
Let us say, 'May God grant guidance to those oppressors and to those who oppress today.' |
"Allah, o çektirenleri hidayete erdirsin; bugün de çektirenlere, imanı duyursun, onları da hidayete erdirsin" diyeyim. |
He does not complain, that is the necessity of that path and he lives by it. |
Şikâyet etmiyor ama o yolun gereği o; yaşıyor onu. |
The Holy Qur'an states: |
Kur'ân-ı Kerim buyuruyor: |
'And We will most certainly try you so that We may mark out those among you who strive hard (in God's cause with their persons and their wealth), and those who are steadfast (on His Path and patient through adversities), and test your record (of assertions and deeds) for truth and quality' (Muhammad, 47:31). |
"İçinizde gerçekten mücâhede edenleri ve (Allah yolunda) sabır ve sebat gösterenleri ortaya çıkaralım, ayrıca söz ve davranışlarınızı (niyet ve sâlih olup olmamaları açısından) değerlendirelim diye sizi mutlaka imtihana çekeceğiz" (Muhammed, 47:31). |
Assuredly, we will all go though a trial. |
Kasem olsun, hepinizi imtihana tâbi tutacağız. |
This way, what we know as truth can be reflected externally. |
Böylece bizim bilgimizde olan şey, dışarıya aksetsin. |
What is it that we are aware of? |
Nedir o bilgide olan şey? |
Who are patient? |
Kimler sabırlı. |
Who are striving? |
Kimler mücâhede içinde. |
In a way, they are striving in exalting the right and the truth. |
Bir yönüyle, hak ve hakikati i'lâ adına mücâhede ediyorlar. |
They self-supervise their carnal souls; they question themselves and castigate themselves for the smallest flaws. |
Bir yönüyle de nefisleriyle yaka-paça, iç murakabe içindeler; sorguluyorlar kendilerini, en küçük kusurlarından dolayı kendilerini yerden yere vuruyorlar: |
'How is it that there was a flaw in my reasoning; a contamination of my ideas; filth has come and entered my imagination?' |
"Nasıl oldu da benim taakkulümde, yani aklî fonksiyonlarımda bu bozukluk oldu; tasavvurlarımda bu kirlilik yaşandı; tahayyüllerime geldi, bu gibi ziftler çarptı? |
How did it happen? |
Nasıl oldu? |
If I have believed in God, I should not have contaminated the faculties given to me.' |
Ben, Allah'a inanmış bir insan isem, bana ait letâifi kirletmemem lazımdı." |
'I should not have contaminated them.' |
"Kirletmemem lazımdı." |
Wailing like this... |
Bundan dolayı bile inleme. |
When we look at the greats, the excellent Abu Bakr; he wailed due to this, may God be pleased with him. |
Büyüklere bakınca, Hazreti Ebu Bekir, bundan dolayı inliyor, radıyallâhu anh. |
Umar, cried for this. |
Hazreti Ömer, bundan dolayı inliyor. |
Uthman, wailed for this. |
Hazreti Osman, bundan dolayı inliyor. |
The excellent Ali wailed for this. |
Hazreti Ali, bundan dolayı inliyor. |
'This is the path; this is the way; the rest are chores.' |
"Yol, bu; yöntem, bu; gerisi angarya." |
This phrase belongs to the noble Necip Fazıl. |
Bu söz de Üstad Necip Fazıl'a ait. |
Yes, whoever strives on the path of God. |
Evet, kim, Allah yolunda mücâhede içinde. |
To strive; in a way is to exalt the Name of God. |
Mücâhede içinde; bir yönüyle İ'lâ-i Kelimetullah. |
'Whoever exalts the Name and religion of God, they are on the right path.' |
"Kim, Allah adının/dininin en yüce olması için mukâtele ederse, o Allah yolunda demektir." |
Our Prophet mentions it as such. |
Efendimiz böyle buyuruyor. |
If I am touching upon the blessed eloquence of our Prophet, I hope I have not have offended the noble Spirit of the Master of Humankind. |
Ben şimdi, Efendimiz'in o mübarek beyanına dokunuyorsam, Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ı inşaallah rencide etmiş olmam. |
Whoever withstands different threats in the name of spreading the Majestic Name of God to the four corners of the world, if they are striving, verily they are striving for God; they will break the scales during their judgement on the day of judgement. |
Kim, nâm-ı celîl-i İlahî dört bir yanda şehbâl açsın diye değişik tehlikeleri göğüslüyor, mücâhede ediyor ise, işte o, Allah için bir mücâhededir; nezd-i Uluhiyette kantarları kıracak, Mahşer'de Mizan'ı kıracak mahiyette bir şeydir. |
Those striving on the path of God. |
Mücâhidîn. |
And then the patient; those who are in active patience. |
Bir de sabredenler; bu mevzuda "aktif sabır" içinde bulunanlar. |
Calamities have come and they have bit their tongues in patience. |
Belâ ve musibetler gelmiş; dişini sıkıp sabreden. |
Those who think, 'How will I be free of this?' |
"Bunlardan sıyrılma nasıl olur?" diye düşünen. |
We call it 'active patience'. |
"Aktif sabır" diyoruz; öyle sabreden. |
Those that don't complain. |
Şikâyet etmeyen. |
Those that don't complain of their destiny. |
Kadere taş atmayan. |
Avoiding accusations in saying, 'Some of our friends allowed for this to happen.' |
"Bazı kardeşlerimiz sebebiyet verdiler buna" demek suretiyle atf-ı cürümlere girmeyen. |
Instead, 'How will we be freed of these calamities? |
Fakat "Bu belâ ve musibet sarmalından nasıl sıyrılırız? |
How will we walk on the path we did so before? |
Eskiden yürüdüğümüz o yolda nasıl yürürüz? |
How will we transform this alleyway into a highway?' |
Bu patikaları yeniden bir şehrâha, bir otobana nasıl çevirebiliriz?" |
To be busied with these considerations; 'active patience,' we say; patience with action. |
Bu mülahazalar ile oturup-kalkma, böyle bir sabır; "aktif sabır" diyoruz, hareket halinde sabır. |
Not stagnant patience; 'stagnation' is a cause of being scattered; this is the law of physics. |
Durağan sabır değil; "durağanlık" saçılmaya vesiledir, fiziğin kanunu bu. |
In the next verse: |
Devamında: |
'And then we shall inform them of their states and good qualities.' |
"Sonra da onlara durumları, keyfiyetleri nedir, hallerini haber verelim." |
This is in the blessed Chapter Muhammad, may I be sacrificed for its name. |
Bu, Muhammed sûre-i celîlesinde, adına kurban olayım ben. |
However there are many similar verses in the Qur'an. |
Ama Kur'an-ı Kerim'de, benzer o kadar çok ayet var ki. |
Such as this one; 'Or do you think that you will enter Paradise while such [trial] has not yet come to you as came to those who passed on before you?' |
Bu cümleden olarak; "Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet'e gireceğinizi mi sandınız? |
'They were touched by poverty and hardship and were shaken until the Messenger and those who believed with him were about to say, "When is the help of God?" |
Evet, onlar öyle ezici mihnetlere, zorluklara dûçâr oldular ve öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ve yanındakiler, 'Allah'ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?' diyecek hale geldiler. |
Unquestionably, the help of God is near' (Al-Baqarah 2:214). |
İyi bilin ki Allah'ın yardımı yakındır" (Bakara, 2:214). |
Do you believe you will be admitted into Paradise? |
Cennet'e gireceğinizi mi sanıyorsunuz siz? |
Before you were tested with the adversities that those in the past were tested with. |
Sizden evvel emsallerinizin başına gelen şeyler, başınıza gelmeden. |
Did you think you would be able to enter into Paradise without being subjected to boycotts, like those in the time of Abu Talib, and without being ridiculed, insulted and threatened by people saying, 'Those people are terrorists?' |
Bir Şi'b-i Ebî Tâlip'te boykota maruz kalmadan, "Falancalar teröristtirler" tehdidine, tahkirine, tezyifine maruz kalmadan Cennet'e gireceğinizi mi zannediyorsunuz? |
Did you assume you would be allowed to enter into Paradise without being deprived of justice and the truth? |
Haktan, hakikatten mahrum edilmeden Cennet'e gireceğinizi mi zannediyorsunuz. |
Did you assume you would enter Paradise without first being severely tested? |
Preslenmeden Cennet'e gireceğinizi mi zannediyorsunuz. |
Did you think you would be admitted into Paradise before being separated from your homes and your beloved homelands? |
Yurdunuzdan, yuvanızdan -toprağını tûtiyâ gibi alıp koklayacağınız yurdunuzdan, yuvanızdan- edilmeden Cennet'e gireceğinizi mi zannediyorsunuz? |
The Pride of Humanity was subjected to all of these adversities; being separated from the Ka'ba affected him very deeply. |
İnsanlığın İftihar Tablosu, bunların hepsine maruz kaldı; tev'emi (ikizi) olan, aynen eşi/dengi olan Kâbe'den ayrılmak, O'na çok ağır gelmişti. |
While he was leaving Mecca during the immigration he turned around for one last time to look at the Ka'ba, started weeping and said 'Had I not been forced, I would not have left you.' |
Hicret buyururken, döndü Kâbe'ye doğru baktı, hıçkıra hıçkıra ağladı; "Bunlar beni çıkarmasalardı, Ben, senden ayrılmazdım" dedi. |
They were following him with swords in hand; with the intention of killing him. |
Ellerinde kılıçlar, O'nu takip ediyorlardı; tam kastetmişlerdi yok etmek için. |
But no one could destroy what God creates and wills to exist. |
Ama Allah'ın var ettiğini, kimse yok edemeyecekti/edemez. |
'They seek (with renewed plans and stratagems) to extinguish God's light (His favour of Islam, as if by the breath issuing) from their mouths, |
"Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler. |
Whereas God refuses but to complete His Light, |
Allah ise, nurunu tam parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz. |
However hateful this may be to the unbelievers' (At-Tawba, 9:32). |
Kâfirler isterse hoşlanmasınlar" (Tevbe, 9:32). |
They are trying to destroy all of the positive developments with axes and hammers in their hands. |
Ellerinde baltalar, balyozlar, külünkler; yapılan güzel şeylerin tepesine indirip kaldırıyorlar, yıkmak için. |
If God has lit that light, it cannot be extinguished, especially by the hands of tyrants. |
O ışığı Allah yakmış ise, o, sönmez ve öyle zalimlerin eliyle de söndürülmez. |
However, there can be temporary times of lapses. |
Fakat muvakkaten bir fetret dönemi yaşanabilir her zaman. |
Yes, many have been forced to face such duress, compulsion, oppression, torture, atrocities, and malignity. |
Evet, ne preslemeler, ne baskılar, ne zorlamalar, ne tazyikler, ne işkenceler, ne şenaatler, ne denâetler ve ne zararlara maruz kaldılar. |
They were shook from head to toe. |
Sarsıldılar tepeden tırnağa. |
They were shook so much that, physical causes ceased to function; there was no more physical cause, no more causes to hold on to. |
Öyle sarsılmalar oldu ki, esbâb, bi'l-külliye sukût etti; yok sebep artık, dayanacak/tutunacak sebep yok. |
'The mystery of Divine Uniqueness becomes manifest in the Divine light of Oneness.' |
"Nûr-i Tevhid içinde sırr-ı Ehadiyyet zuhur etti." |
The shock and tremors were so rigorous. |
Sarsıntı o kadar şiddetli oldu ki. |
The Messenger did not say that; the people who follow him also do not say that. Umar, Abu Bakr, Uthman, Ali did not say that. |
Nebî, öyle demez; arkasındakiler de öyle demez, Ebu Bekir de, Ömer de, Osman da, Ali de demez öyle. |
Noah did not say that, and the believers did not say that as well. |
Hazreti Nuh da demez, inananlar da demez. |
Abraham did not say that, Lot did not say that. |
İbrahim de demez, Lût da demez. |
May the peace and blessings of God be upon our noble Prophet and the other Messengers. |
Allah'ın salât u selâmı, Efendimiz'in ve onların üzerine olsun. |
John did not say that, Zachariah did not say that. |
Hazreti Yahya da demez, Hazreti Zekeriya da demez. |
Nor Jesus, David or Solomon... |
Hazreti İsa da demez, Hazreti Davud da demez, Hazreti Süleyman da demez. |
None of them said that; however when the issue came to the final point, the followers of the Messenger and the Messenger himself said, 'When will help come?' |
Hiç biri demez bunu; fakat mesele son kerteye gelince, kendisine tâbî olanlar ve onlarla beraber Nebî, "Yardım ne zaman?" dediler. |
This should be our constant recitation. |
Vird-i zebânınız olsun: |
We are exposed to the same things: |
Aynı şeylere maruzsunuz: |
Physical causes have ceased to function; values and morals have been destroyed. |
Sebepler sukût etmiş, kıymetler/değerler ayakaltında pâyimal: |
O God, when is Your aid? |
Allah'ım, yardımın ne zaman? |
We do not want this for ourselves; we want this for the return of sacred values. |
Şahsımız adına istemiyoruz bunu; fakat değerler mecmuası adına diliyoruz. |
Just like how a broken rosary will scatter its pieces left and right, our sacred values have also been scattered left and right; for this reason, my Lord, when is Your aid? |
İpi kopmuş tesbih tanelerinin sağa-sola saçılması gibi değerler mecmuası da sağa-sola saçılmış; işte bundan dolayı, Allah'ım, yardımın ne zaman? |
When worldly causes completely cease to operate, the mystery of Divine Uniqueness becomes manifest. |
Esbâb, bi'l-külliye sukût ettiğinden, "Nûr-i Tevhid içinde sırrı Ehadiyyet zuhur ediyor." |
God's help is near. |
Allah'ın yardımı yakındır. |
Our predecessors used to say, 'Be aware and watchful'. |
Eskiler "Âgâh u mütenebbih olun" derlerdi. |
'Be aware and watchful, for the help of God is near.' |
Harf-i tenbih olan "elâ" ifadesine o manayı verirlerdi."Âgâh ve mütenebbih olun ki, Allah'ın yardımı yakındır." |
With God's permission, God's help is near. |
İnşaallah Allah'ın yardımı yakındır. |
It is stated in the Chapter Al-Ankabut: |
Ankebût Sûresi'nde: |
'Alif. Lâm. Mîm. |
"Elif, Lâm, Mîm. |
Do people reckon that they will be left (to themselves at ease) on their mere saying, "We believe," and will not be put to a test?' (Al-Ankabut, 29:1-2). |
Mü'minler sadece 'İman ettik' demeleri sebebiyle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannettiler?" (Ankebût, 29:1-2). |
Do people think that just because they have said, 'Certainly we have believed' that they will not be put through a test and will be free? |
İnsanlar zannediyorlar mı ki, "Âmennâ - İman ettik" demekle, imtihana tâbi tutulmayacaklar ve bırakılıverecekler? |
No. |
Hayır. |
When you say that, I doubted saying, 'God forgive me', shameless people will follow you, for their own ends and means |
Siz öyle deyince, bir sürü -Estağfirullah, dilimin ucuna kadar geldi, söylesem mi?- yalaka arkanıza düşecek, birilerinin arkasından kuyruk sallayarak. |
For what? |
Neye binaen? |
For a mansion, for some money. |
Bir villaya, üç-beş kuruş paraya. |
Consciences for sale. |
Satılabilecek vicdanlar. |
In another verse God states. |
Bir başka ayet-i kerimede de şöyle buyuruluyor. |
'We certainly tested those who preceded them. |
"Biz elbette kendilerinden önce yaşamış olanları denedik. |
(This is Our unchanging way) so that God will certainly mark out those who prove true (in their profession of faith), and He will certainly mark out those who prove false' (Al-Ankabut 29:3). |
Allah şüphesiz şimdiki müminleri de imtihan edip iman iddiasında sadık olanlarla, samimiyetsiz olanları elbette bilecektir" (Ankebût, 29:3). |
The Quran explains various topics using the technique of 'inflection'. |
Kur'ân "tasrif" üslubuyla, her yerde farklı farklı meseleleri ifade ediyor: |
'God will act the same way as He always acts and test you as He tested those who preceded you with His Divine knowledge. |
"Böyle yaparız ki Biz, imtihana tâbi tutulan, sizden evvel imtihana tâbi tuttuğumuz kimselere yaptığımız gibi, Allah bilsin veya Allah, o bildiğini ortaya koysun. |
Whoever is right, whoever is a liar is already established in the Divine Knowledge. |
Kim doğrudur, kim yalancıdır; bunlar, ilm-i İlahî'de sabit. |
However, to witness their real behaviour and character, so that we can understand what sort of person everyone is. |
Fakat onların davranışları şart-ı âdî; o şart-ı âdîye bağlı olarak karakterler ortaya çıksın, herkes ne kadar insan imiş, ortaya çıksın. |
I can continue with examples but I wish not to take more of your time. |
Bunlar sıralanabilir, vaktinizi almamak için daha fazla misal demeyeceğim. |
You could count ten more examples like this. |
On tane sayabilirsiniz böyle. |
This is the path of the Prophet and the destiny of this path. |
Bu, peygamberler yolu ve yolun kaderi de bu. |
Thousands of praise and glorification be to God that you showed your difference by not selling your humanity for money. |
Allah'a binlerce hamd u senâ olsun ki, siz, üç-beş kuruşa satılmayan insanlar olarak farklı bir zeminde yerinizi aldınız. |
You are determined in walking on this path. |
Eski yürüdüğünüz yolda yürümeye kararlı bulunuyorsunuz. |
You did not sell yourself for a villa. |
Bir villa karşısında satılmadınız. |
Humankind is so precious that if a person sold themselves for Paradise, they would be devaluing themselves. |
Çünkü insan, öyle değerli bir varlıktır ki, Cennet karşılığında bile peylense, kendi kıymetine karşı saygısızlık yapmış olur. |
Humankind should only be enamoured of the deep love and longing for God. |
İnsan, ancak "aşk u iştiyâk-ı likâullah" meftûnu olmalıdır. |
'What they call Paradise |
"Cennet, Cennet" dedikleri |
Is but few palaces and a few partners |
Birkaç köşkle birkaç huri |
Grant it upon the seeking ones |
İsteyene ver sen anı |
You're the One I need; You're the One I crave.' |
Bana Seni gerek Seni." |
Yunus, who lived seven centuries ago, says... |
Yedi asır evvel yaşamış Yunus'umuz böyle diyor. |
And Rabia al-Adawiyya, who lived 1300 years ago, says, 'Neither manna nor quail, I am only desperate to see the beauty of God.' |
Bin üç yüz sene evvel Râbiatü'l-Adeviyye de "Ne helva, ne selva; ille Rü'yet-i Mevlâ" diyor. |
From then to now. |
O günden bugüne. |
Seven, eight, nine centuries pass and still the same sincere voice expressing the same sentiments. |
Aradan yedi-sekiz asır, dokuz asır geçiyor, bakıyorsunuz aynı samimî ses, aynı şeyleri ifade ediyor. |
In the Chapter of Luqman, it is stated: |
Lokman Sûre-i celîlesinde ise buyuruluyor ki: |
'My dear son! |
"Ey oğulcağızım. |
'Establish the Prayer in conformity with its conditions, enjoin and promote what is right and good, and forbid and try to prevent evil, and bear patiently whatever may befall you. |
Namazını dosdoğru kıl, emr-i bi'l-maruf nehy-i ani'l-münker yap, sana isabet eden belalara da sabret. |
'Surely (all of) that is among greatly meritorious things requiring great resolution to fulfil' (Luqman, 31:17). |
Muhakkak ki bunlar işlerin en zor olanlarındandır" (Lokman, 31:17). |
My dearest son. |
Ey oğulcağızım. |
Make your prayers perfectly. |
Namazı dosdoğru ikâme et. |
Enjoin on people what is right and deemed beautiful by God, and teach them what is commanded by God, and protect people from the evil and ugly. |
İnsanlara marufu, Allah'ın "Güzel" dediği şeyleri, şer'-i şerifin emrettiği şeyleri sen de söyle/anlat bir mürşîd olarak; münkerâttan da insanları alıkoy. |
But if you embark on such a mission, do not forget the difficulties you are sure to face. |
Ha, böyle bir yola girince, başına gelecek şeyleri de unutma. |
Challenges are inevitable on this path. |
Mutlaka bu güzergahta başa gelecek şeyler vardır. |
If you walk on this path, if you pray, if you fast, if you aim to steer people away from corruption and towards the right path, 'the path of the Messenger', you need to be ready for the challenges awaiting you on the way. |
Sen bu yolda yürüyorsan, namazını kılıyorsan, orucunu tutuyorsan, insanları eğri yoldan uzaklaştırmayı düşünüyorsan, doğru yola yönlendirmeyi düşünüyorsan, "Peygamber yolu" diyorsan, başına geleceklere de hazır olman lazım. |
It means being assaulted by sledgehammers. |
Balyozlar, başında demektir senin. |
This is Luqman's advice to his son. |
Bu, Hazreti Lokman'ın, oğluna nasihati. |
Luqman, who among the prophets, is endowed with knowledge of medicine and wisdom. |
Peygamberler içinde aynı zamanda tababet ile ve hikmet ile maruf olan Hazreti Lokman'ın. |
In the chapter of Luqman, these are also alluded to in connection with other matters. |
Lokman Sûre-i celîlesinde değişik hususlar ifade edilmek suretiyle onlara da işarette bulunuluyor. |
Another verse reads as follows: |
Diğer bir ayet de şu: |
'O Messenger (you who convey and embody the Message in the best way)! |
"Ey Rasûl. |
Convey and make known in the clearest way all that has been sent down to you from your Lord. |
Rabbinden sana indirileni tebliğ et. |
For, (considering the impossible) if you do not, you have not conveyed His Message and fulfilled the task of His Messengership. |
(Farzımuhal) eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun. |
And God will certainly protect you from the people. |
Allah seni insanlardan koruyacaktır. |
God will surely not guide the disbelieving people (to attain their goal of harming or defeating you)' (Al-Maedah, 5:67). |
Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez" (Mâide, 5:67). |
In the Qur'an, the name 'Muhammad' is mentioned four times, peace and blessings be upon him. |
Kur'an-ı Kerim'de dört yerde "Muhammed" ismi geçiyor, sallallâhu aleyhi ve sellem. |
And in one place, the name 'Ahmad' is mentioned (on the occasion of our Honourable master Jesus mentioning it). |
Bir yerde de -seyyidinâ Hazreti Mesih'in ifade ettiği yerde- "Ahmed" ismi geçiyor. |
In respect of his mental existence (existing in Divine knowledge), his name is 'Ahmad' and in respect of his extra-mental or substantial existence (existence within the physical realm) his exalted name is 'Muhammad', peace and blessings be upon him. |
İlmî vücûd açısından -esasen- Efendimiz'in adı, Ahmed; haricî vücûd açısından Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâm-ı celili, Muhammed. |
But here, God addresses him as 'the person who conveys My messages to My servants'. |
Fakat Allah (celle celâluhu), "Ey Benim mesajlarımı kullarıma ulaştıran Zât. |
By addressing him as 'the individual who communicates and conveys my message', He is emphasising his lofty, exalted name and rank. |
Ey Benim Risâletimi başkalarına tebliğ eden Zât" demek suretiyle, evvelâ O'nun o başımızı aşkın, boyumuzu aşkın âlî namını ve nişanını nazara veriyor. |
O Messenger of exalted name! |
Ey şânı yüce Nebî. |
O Prophet of exalted repute. |
Ey şânı yüce Peygamber. |
From your Lord to you. |
Rabbinden Sana. |
Here it is being used with the word 'revelation'; essentially when the Qur'an is being described, it is being mentioned with the word 'descent', bit by bit. |
Burada "inzâl" kelimesi ile kullanılıyor; esasen Kur'an-ı Kerim ifade edilirken "tenzîl" ile ifade ediliyor, ceste ceste. |
But the whole of it seems to have been revealed to you. |
Ama topu birden inmiş gibi Sana. |
You are to convey the Divine message of the collective laws and balances that have been revealed to you. |
Sana toptan kânunlar mecmuası, nizamlar mecmuası olarak inen şu Kitâb'ın emirlerini tebliğ et. |
If you were not to convey this Divine message and get bogged down by various trials and tribulations. |
Eğer onu tebliğ etmez isen, değişik şeylere takılarak. |
This is a condition about our noble Prophet; but at the same time it a warning to those that followed him, all the way to us. |
Bu, Efendimiz hakkında muhal bir şey; fakat aynı zamanda arkadakilerine, daha arkadakilerine, daha arkadakilerine, arkadakilerin de arkalarınkilere -bize kadar gelebilir bu- bir ikaz. |
If you were not to convey the Divine commandments, then you would not have completed the necessities of Prophethood. |
Eğer Sana emrolunan şeyleri tebliğ etmez isen, peygamberliğin gereğini yerine getirmemiş olursun. |
You would not have conveyed the things necessary to be conveyed. |
Duyurulması gerekli olan şeyleri duyurmamış olursun. |
If the matter is regarding the laws of creation, the natural sciences, the commandments of the Qur'an, resurrection, oneness of God, Prophethood, the scales, the Bridge, Paradise and Hell. |
Mesele tekvinî emirler ile alakalı ise, pozitif ilimler ile alakalı ise, Kur'ân'ın emirleri ile alakalı ise, haşr u neşir ile alakalı ise, Tevhid ile alakalı ise, Nübüvvet ile alakalı ise şayet, Mizan ile alakalı ise, Sırat ile alakalı ise, Cennet ile alakalı ise, Cehennem ile alakalı ise. |
These are things we cannot determine with our minds. |
Ki bunlar, bizim aklımız ile bulabileceğimiz şeyler değil. |
Even the most profound philosophers were unable to reach even one per cent of these. |
En engin bilgili filozoflar bile bunların yüzde birine ulaşamamışlardır. |
To the contrary they have experienced many a blunder. |
Aksine çok defa falso yaşamışlardır. |
We say: |
Şöyle diyoruz: |
Philosophy without any religious reference is the error of thought. |
Din referansı ile ortaya atılmamış felsefe, düşüncenin falsosudur. |
Many a time the thing they call philosophy is just erroneous judgment. |
Felsefe demişler ama ortaya koydukları şey, falsodan ibarettir, çoğu itibarıyla. |
But there are some like Bergson who would look up to the heavens from the monastery in tears. |
Ama Bergson gibi, manastırın menfezlerinden semalara bakıp hıçkıra hıçkıra ağlayanlar da vardır. |
There are some like Kant who planned their lives according to it. |
Kant gibi hayatını ona göre planlamış olanlar da vardır. |
We can include many other names; let us not defame all of them. |
Daha başkalarını da sayabiliriz, daha başkalarını da; hepsini karalamayalım. |
Yes, there will be many a trial and tribulation when you are occupied with this matter, but God will protect you with His conservation, respect, preservation and fortification of asylum. |
Evet, sen bu işi yaparken, başına gelecek şeyler de olacak ama Allah, Seni sıyâneti ile, hıfzı ile, riâyeti ile, vikâyesi ile, hırz-ı hasîni ile koruyacak. |
He will place you in secure greenhouses; they cannot do anything to you. |
Hususî seralar içine Seni alacak, Sana bir şey yapamayacaklar. |
As a matter of fact, they made the intention to do many evils in Mecca. |
Nitekim çok kötülüklere niyet ettiler Mekke-i Mükerreme'de. |
For thirteen years they made them suffer horrendously. |
On üç sene kan kusturdular. |
For three years they boycotted the believers in the valley of Abu Talib. No food, no water, no bread... |
Üç sene Şi'b-i Ebî Tâlip'te boykot ilan ettiler; yeme yok, içme yok, su yok, ekmek yok. |
They even boycotted the non-believers from amongst the Banu Hashim. |
Mü'minlerle beraber Beni Hâşim'den inanmamış olanları da boykota dâhil ettiler: |
'They are also of your tribe.' |
"Madem onlar da Senin kabilenden." |
Like ByLock... |
ByLock gibi. |
An app that maybe only ten of you used, while ninety others who had no relation with any of this have been imprisoned just for using the application. |
Kullanmışsınız; sizden on tane var ise, doksan başkası kullanmış; ondan dolayı müebbet hapis. |
It is the exactly same, the mind of disbeliever is so. |
Aynen bakın, müşrik düşüncesi. |
Abu Talib also suffered; others from amongst the Banu Hashim also suffered. |
Ebu Tâlib de orada çekiyor, Beni Hâşim'den olan başkaları da çekiyorlar. |
They only absolve Abu Lahab, for he was already labelled as the 'Father of Hell'. |
Sadece Ebu Leheb'i muaf tutuyorlar, çünkü o "Cehennemin babası"; baştan almış o damgayı yemiş. |
When the verse 'And (O Messenger) warn your nearest kinsfolk. |
"Önce en yakın akrabalarını uyar. |
And lower your wing to those who follow you of the believers' (Ash-Shu'ara, 26:215-216) is revealed, he gathered those close to him and conveyed to them the teachings. |
Sana tâbi olan müminlere kol kanat ger" (Şuarâ, 26:215-216) ayeti nâzil olunca, yakınlarını topluyor oraya; orada, onlara telkinde bulunuyor. |
Abu Lahab stood up against His message and said 'Shame on you!' |
Ebu Leheb kalkıp O'na, Efendimiz'in mesajı karşısında "Yuf Sana" diyor. |
The Qur'an states, 'May both hands of Abu Lahab be ruined, and is ruined himself! |
Kur'an-ı Kerim, "Elleri kurusun (kolu kanadı kırılsın) Ebû Leheb'in ve kurudu (kırıldı) da. |
His wealth has not availed him, nor his gains. |
Malı da kazandıkları da hiçbir işe yaramadı. |
He will enter a flaming Fire to roast; |
Alevli bir ateşe gidip yaslanacak. |
Around her neck will be a halter of strongly twisted rope. |
Karısı da odun taşıyıcı olarak. |
And (with him) his wife, carrier of fire-wood (and of evil tales and slander)' (Al-Masad, 111:1-5). |
Hem boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde" (Tebbet, 111:1-5) buyuruyor. |
I'd like to bring attention to the repetitive rhyme in these verses, as they sound almost like the repetitive strikes of a sledgehammer, as part of the inner musicality of the verses. |
Bu sûrede, Tecvid ilmindeki Kalkale harfleri olan, "Kutb u cedin" (قطب جد / ق - ط - ب - ج - د) harfleri ile, balyozla vurur gibi bir sesin çıkıyor olması da iç musiki açısından çok önemlidir. |
The inner musicality of the Qur'an is often overlooked. It is a matter that must be looked into when analysing the Qur'an. |
Bu Kur'an'ın iç musikisi meselesi, ihmal edilen bir husustur; Kur'an'ın üzerinde durulurken, üzerinde durulması gerekli olan bir husustur. |
Just as it provides signs for all other things, the Qur'an will most definitely not neglect this matter. |
Değişik şeylere işaretlerde bulunduğu gibi, aynı zamanda bu mevzuya işareti de ihmal etmez Kur'an-ı Kerim. |
Yes, God will not provide the unbeliever with ways to harm you, He will not allow them to do as they please, He will not guide them to the things that they seek. |
Evet, Allah, kâfir kavme, Sana bir şey yapma adına yol vermez, yöntem vermez, onlara istediklerini yaptırtmaz, arzu ettikleri şeylere onları yönlendirmez. |
The world 'guidance' is mentioned here. Guidance is what they need to be asking for, however, forgive me for saying this but they have fallen into dissolution and are chasing deviation instead of guidance. |
Burada, "hidayet" tabiri kullanılıyor; esasen arzu etmeleri gerekli olan hidayettir fakat onlar kendilerini -bağışlayın- serseriliğe salmış, hidayet diye dalaletin arkasına düşmüşler. |
In the Qur'an such types of retaliation can also be found. |
Kur'an-ı Kerim'de böyle mukabele de vardır, bu türlü mukabele de vardır. |
Let us return to our topic: |
Dönelim geriye: |
The suggestions of our Honourable master Luqman, peace be upon him, to his son, and the revelation from God to Prophet Muhammad, our noble master, the intercessor for our sins, both give the same message; the fate of this path. |
İster seyyidinâ Hazreti Lokman'ın (aleyhisselam) oğluna nasihati, ister seyyidinâ, sâdâtina, şefî-i zunûbina ve mevlânâ Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah'ın buyurduğu şey; ikisi de yine yolun kaderini işaretliyor. |
'This road is long |
"Bu yol, uzaktır |
It has many stations |
Menzili çoktur |
With no through roads |
Geçidi yoktur |
It leads to deep waters.' |
Derin sular var." |
As Yunus Emre said: |
Yunus Emre'nin dediği gibi. |
First, know that this is how it is, |
Herkes bunun böyle olduğunu bilmeli. |
This is the way of the Prophets, and this is the fate required of this path, these must be endured. |
Bu peygamberler yolu, Peygamberler güzergâhı; yolun kaderi de bu, bunlar çekilecek. |
But thousands of thanks to God for not allowing us to prefer the worldly life over the eternal, He has not allowed us to lose our eternal lives. |
Fakat Allah'a binlerce hamd ü senâ olsun ki, bilerek dünya hayatını âhiret hayatına tercih etmek suretiyle ebedî bir hayatı kaybetme bahtsızlığına/talihsizliğine Allah maruz bırakmadı. |
You should thank God for not being amongst those people. |
Allah'a hamd edin, başkalarının içinde olmadınız. |
Praise your Lord that some of you voluntarily migrated to the different corners of the world to convey the religion and raise the name of Prophet Muhammad for all to see. On this path not only did you travel far and wide, but you were also subjected to different trials and deprivations in these places. |
Allah'a hamd edin, bazılarınız dini i'lâ etme adına dört bir yanda Rûh-u Revân-i Muhammedî şehbal açsın diye seyahatler tertip ettiniz; ihtiyarî hicretleri tercih ettiniz ve gittiğiniz yerlerde değişik mahrumiyetlere maruz kaldınız. |
A day has come that migration has become compulsory, there were some that missed out on the voluntary migration back then, and now they have been blessed with the compulsory migration. |
Bir gün geldi, cebrî hicret çıktı karşınıza; diğerleri o ihtiyarî hicreti yapma şerefini ihraz edememişlerdi, onlar da cebr-i lütfî yollara düştüler. |
Those who migrated first got the rewards of voluntarily migrating, for they travelled far and wide with their own willpower and desire. |
İlkler, ihtiyarînin sevabını aldılar, kat kat; çünkü ihtiyarları (kendi iradeleri ve istekleri) ile gittiler. |
They suffered different hardships. |
Değişik sıkıntılara maruz kaldılar; işçi gibi, amele gibi, birer amel-manda gibi çalıştılar. |
They constructed many institutes that fought against ignorance, disunity and poverty. |
Müesseseler diktiler; cehalete, ihtilafa/iftirâka, fakirliğe karşı mücadele yuvaları oluşturdular. |
In a way, they constructed different sorts of alms-houses that strived to meet the desperate needs of people. These included schools and higher education institutes. |
Bir yönüyle, imarethaneler gibi, mücadele müesseseleri oluşturdular; okullar, üniversiteler, üniversitelere hazırlık kursları oluşturdular. |
They got their 'voluntary' good deeds. |
Onlar, o sevabı aldılar, "ihtiyarî"nin sevabını aldılar. |
And now, so that the others don't miss out on these good deeds, God has blessed them with compulsory migration, and will reward them also. |
Diğerlerini de Allah, sevaptan mahrum bırakmamak için, "Sizi de Ben, hicrete zorluyorum; siz de cebrî hicret sevabını alacaksınız" buyurdu adeta: |
You will be forced from your homelands, which you wouldn't exchange for worlds. |
Bir avuç toprağını cihanlar ile değiştirmeyeceğiniz ülkenizden cebren ayrılma mecburiyetinde kalacaksınız. |
Your hearts will be stripped, the weight on your shoulders also. |
Omuzlarınızdakiler sökülecek, göğsünüzdekiler sökülecek. |
Your positions will be seized. |
Makamlarınız elinizden alınacak. |
Your assets that you have attained with blood, sweat and toil will be confiscated and basically, while all these are committed, excuses will be figured out based on ridiculous allegations, as I mentioned. |
İhraz ettiğiniz, alnınızın teriyle ihraz ettiğiniz şeyler elinizden alınacak ve bütün bunlar yapılırken de esasen -biraz evvel arz ettiğim gibi- çok komik iddialarla bahaneler oluşturulacak. |
Nonsense like 'Why did you use ByLock?' |
"Neden ByLock kullandınız?" safsatasına benzer şeyler. |
'Prove that you are innocent.' |
"Sen suçsuz olduğunu ispat et." |
The logic of law (!) |
Hukuk (!) mantığı. |
Believe me even Amenophis didn't stand against Prophet Moses with such irrational claims. |
İnanın Amnofis bile böyle bir mantıksızlıkla Hazreti Musa'nın karşısına çıkmamıştır. |
'Prove that you are innocent.' |
"Suçsuz olduğunu ispat et." |
Nothing like this has ever happened in any legal world. |
Hiçbir hukuk dünyasında böyle bir şey olmamıştır. |
This is such delirium that one who knows even a little bit of legal philosophy will see Satan jumping for joy when he hears this statement. |
Öyle bir hezeyan ki bu, azıcık hukuk felsefesi bilen bir insan bile, zannediyorum bu sözü duyduğu zaman, onun da az gözü açık ise, şeytanı zil takıp oynuyor halde görecektir: |
He will hear him say, 'They've even surpassed me, praise be to God.' |
"Beni geçtiler maşallah bunlar" dediğini duyar gibi olacaktır. |
Well, I am not sure if Satan says, 'Praise be to God', but I made him say so. |
Şeytan "maşallah" der mi, bilmiyorum ama ben dedirttim. |
O The Ultimate Truth and Ever-Constant! |
El-Hak (celle celâluhu). |
'The Creator has infinite Names; starting with The Ultimate Truth and Ever-Constant, |
"Hâlık'ın nâmütenâhî adı var; en başı Hakk, |
For a servant it is such a glorious thing to hold and raise justice. |
Ne büyük şey, kul için, hakkı tutup kaldırmak. |
When the Respected Companions would depart from each other, |
Hani Ashâb-ı kirâm, "Ayrılalım" derlerken, |
They would read the Chapter named 'Al-Asr' (Time Heavy with Events) from the Qur'an, why? |
Mutlaka sûre-i "Ve'l-asr"ı okurmuş, neden? |
Because there is the secret of salvation in this great Chapter, |
Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh, |
First comes true faith and then righteousness, |
Başta "iman-ı hakiki" geliyor, sonra "salah", |
Then the truth, followed by patience, which is humanity; |
Sonra "hak", sonra "sebât" (sabır); işte kuzum, insanlık. |
When these four unite within, there will be no downfall for you.' |
Bu dördü birleşti mi sende, yoktur sana izmihlal artık." |