God, may He be glorified and exalted, creates everything, all the possible outcomes. |
Her şeyi yaratan, yani bütün sonuçları yaratan Allah'tır (celle celâluhu). |
Causation acts as a veil for the grandeur of God. |
Sadece sebepler Cenab ı Hakk'ın izzet azametine perdedir. |
Divine Dignity and Grandeur require that causes veil the Divine Power's hand, |
Üstad Hazretlerinin yaklaşımıyla, izzet ve azamet ister ki esbab perdedarı Dest-i Kudret ola aklın nazarında. |
The Unity of God and His Glory demand that causes to be free from this picture. |
Tevhid ve celal ister ki esbab elini çeksin tesir-i hakikiden. |
Causes are not 'actors' in reality, they have no creative power. |
Esbabın müessiriyeti yoktur esasen. |
The only 'actor' (creator) is God. |
Müessir, Allah'tır (celle celâluhu). |
Sometimes these causes are material. |
Maddi sebepler olur bazen bu esbab. |
Sometimes your prayers. |
Bazen sizin dualarınız olabilir. |
Sometimes your supplication to God. |
Tazarrunuz olabilir. |
At the same time, your sadness, helplessness and suffering. |
Aynı zamanda mahzuniyetiniz, muzdariyetiniz, mutazarriyetiniz. |
These can at times become causes. |
Bunlar bir sebep olabilir bu mevzuda. |
But in reality, it is God Who created this behind the veil of causes. |
Fakat esasen o işi perde arkasından yaratan Allah'tır (celle celâluhu). |
There is no such thing as not conforming to causality. |
Sebeplere riayet etmeme diye bir şey yok. |
If exerting effort in the material world and following causality was a shortcoming in the trust of God, then the Medicine of the noble Prophet, the Pride of Humanity, would not have existed. |
Madde mevzuunda gayret sarf etmek, Cenab ı Hakk'a karşı tevekkül ve teslimiyette bir kusur oluyorsa şayet, İnsanlığın İftihar Tablosunun Tıbb-ı Nebevisi hiç söz konusu olmazdı. |
Do this when this happens, or this when something else happens... |
Evet, şu mevzuda şu, şu mevzuda şu, şu mevzuda şu... |
This is conforming to the causes. |
Bunlar işte sebeplere riayet demektir. |
Some of these causes are spiritual, depending on one's relationship with God and others are material causes, events that require chemists and pharmacologists to deal with them. |
Ama bunların bazıları manevi, hakikaten Allah'la irtibatla alakalı, bazıları da maddi sebepler... İşte kimyacıların, esasen farmakologların yapmak, ortaya koymak istedikleri şeyler. |
Things that the doctors would like to implement; protection measures... |
Tabiplerin yapıp ortaya koymak istedikleri şeyler, hatta işte korunma mevzuu. |
As you know, the Pride of Humanity instructed people to not enter a town with the plague. |
İnsanlığın İftihar Tablosunun, geçen de bir sohbette birisi konuşuyordu, varsa oraya gitmeyin, vebaya gitmeyin. |
If you are in a place with the pestilence, do not leave. |
İçeride iseniz dışarıya çıkmayın. |
Contemporary views on this issue are no different. |
Bu günümüzde modern düşüncenin bundan farkı yok. |
Stay at home, isolate yourself. |
Evet, evlerinize kapanın, oturun. |
If you are staying at home, do not go outside. |
Evlerde kapanmış oturuyorsanız dışarıya çıkmayın. |
If you do go, do not return. |
Dışarıya çıkacaksınız içeriye girmeyin. |
Do not infect others. |
Zehirlemeyin başkalarını. |
If we make such an interpretation, I believe everything would fall in place. |
Yani o icmali böyle tafsil ederken esasen zannederim her şey yerli yerine oturur. |
Conforming to the causes is necessary. |
Bunun gibi, sebeplere riayet, o mevzuda da öyle, |
I wish what needed to be done in this matter was done before. |
keşke hakikaten yapılması gerekli olan şeyler önceden yapılsaydı. |
Different comments can be made on the root causes of this matter, how it takes place, its nature, etc. |
Meselenin aslı üzerinde, cereyan keyfiyeti üzerinde, şekli üzerinde, mahiyeti üzerinde farklı mütalaalar serdedilebilir. |
But what concerns us more is this: |
Ama bizi ondan daha çok alakadar eden husus şudur. |
These kinds of calamities occur as general disasters. |
Bu türlü musibetler, bir musibet-i amme olarak geliyor. |
Sometimes when a tsunami happens, it ravages a whole region. |
Bazen mesela tsunamiler geliyor, ama bir bölgeyi alıp götürüyor. |
Sometimes we experience earthquakes. |
Bazen zelzeleler oluyor. |
For instance, two big earthquakes happened in Turkey; in Erzincan and in Izmir in 1939. |
Mesela, Türkiye'de büyük iki zelzele; 1939'da Erzincan'da ve İzmir'de olan zelzele... |
They affected wide regions. |
Bir yönüyle geniş alanlar esasen. |
They were quite far from each other. |
Biri nerede, biri nerede... |
The Honourable Sage Bediüzzaman emphasises both of these points. |
Fakat bunların her ikisi üzerinde de Hazreti Üstad duruyor. |
He says, there was no one or very few to teach faith, Islam, the Qur'an and turn people's faces towards God. |
Ya diyor, buralarda imanı, İslam'ı ve Kuran'ı Kerim'i anlatacak, insanları Allah'a tevcih edecek kimseler yoktu veya azdı. |
Oppositional powers had overwhelmed them. |
Diğerleri galebe çalıyor onlara. |
Today, in a globalised world, where everything is becoming universal, such a general disintegration, general tarnish, the ultimate truth is being trampled on, if you really want an example, you don't need to go to China to make a research. |
Şimdi de küreselleşen bir dünyada, her şeyin evrenselleşmesi esasen... Böyle bir umumi çözülme, umumi dağılma, umumi kirlenme, hak ve hakikatin ayaklar altına alınması... İlle de örnek almak istiyorsanız Çin'de gidip araştırmaya lüzum yok. |
You don't need to go to Pakistan or India. |
Pakistan'da, Hindistan'da araştırmaya lüzum yok. |
Look at your own country. |
Kendi vatanınıza bakın. |
See how atrocities have become normal there. |
Mezalimin nasıl zirve yaptığını görün orada. |
Immorality has peaked, drug abuse has peaked, worship of pomp and luxury has peaked. |
Ahlaksızlık gırtlakta, uyuşturucu gırtlakta, bohemlik gırtlakta... |
When friends show me videos from Turkey; you can see so many people walking around in the markets. |
Arkadaşların sokaktaki sesleri duyurmak için açıp bazı şeyleri dinlettiklerinde, o çarşılarda lebalep dolu insanlar gelip geçiyor. |
Walking around aimlessly, without any purpose. |
Öyle gayesiz, öyle mefkûresiz... |
People's clothing is not the type that is approved by Islam. |
İslamiyet'in tasvip edeceği bir kılık ve kıyafeti yok orada. |
But nobody seems to care. |
Fakat hiç kimsenin umurunda değil. |
What do they care about? |
Neler onların umurunda? |
What do they take seriously? |
Nelerin üzerine ciddiyetle gidiyorlar? |
When you look at them, you become bewildered. |
Onlara baktığınız zaman da hayret ediyorsunuz. |
For this reason, when you evaluate a single location or place, we deserve a thousand times more than what we face today. |
Bu açıdan da tek bir yeri ele alıp onu değerlendirdiğiniz zaman bunun bin katına müstahakız. |
We should say we are the reasons behind these incidents occurring. Let's turn to God in prayer. |
Biz, bizim yüzümüzden bunlar oluyor deyip, Cenabı Hakk'a teveccühte, duada, niyazda bulunalım. |
May the Almighty God lift this public calamity, this destruction and perdition from upon us. |
Cenab-ı Hak bu bela-i ammeyi, mubikatı, mühlikatı bizim üzerimizden kaldırsın. |
There are children, women and men. |
Çoluk çocuk var, kadın var, erkek var. |
There are innocent people. |
Zavallı, masum insanlar var. |
There are those who are oblivious of the situation. |
Bu mevzuda bir şeyden haberi olmayan insanlar var. |
'And beware and guard yourselves against a trial that will surely not smite exclusively those among you who are engaged in wrongdoing; and know that God is severe in retribution' (Al-Anfal, 8:25). |
"Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz, hepinize şamil olur" (Enfal, 8/25). |
When calamity strikes, it will not only strike the wrongdoers, it will also take the righteous. |
Bela, musibet geldiği zaman, sadece o zalimlere isabet etmeyecek, masum insanları da götürecek. |
Perhaps, when you look at the matter with little compassion, you will say to yourself, 'O my Lord! Don't O Lord!' |
Belki böyle az vicdanla meseleye böyle baktığınız zaman, içinizden "Aman ya Rabbi, verme; verme ya Rabbi" diyeceksiniz. |
Just like how it emerges in China, then it spreads to all four corners of the world. |
Hani Çin'de bir mesele oluyor, ondan sonra dünyanın dört bir yanına yayılıyor. |
It becomes a universal concern, a universal calamity. |
Adeta evrensel bir bela, musibet gibi bir şey oluyor. |
People may say, 'Such-and-such committed a sin, now they are trembling with fear. |
"Falanlar günah işlediler de şimdi onlar da bundan korkuyor, tir tir titriyorlar. |
They deserved it.' |
Oh müstahak" filan. |
I think this is not a proper assertion. |
Bu çok yakışık almayan, bence bir iddia, bir söz, bir laf. |
We should avoid such inappropriate comments. |
Bu tür şeylerden, yakışıksız şeylerden sakınmak lazım. |
Instead of making such statements, let us say: |
Böyle diyeceğimiz yerde işe yarar şey şudur meselenin. |
O my Lord! |
Ya Rabbi! |
If this calamity and misfortune has affected people due to the sins of the sinners, like us, then my God, Your mercy is great. |
Bu bela ve musibet eğer biz gibi günahkâr insanların günahlarından ötürü beşere musallat olmuşsa, Allahım, Senin rahmetin çok geniştir. |
A person who commits sins continuously throughout their lifetime, on their death bed, opens the door to the path to You and utters, 'There is no deity but God and Muhammad is His servant and Messenger.' |
Ömür boyu hep böyle günah işleyen bir insan, Sana gelirken, kapıyı aralarken "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhü ve Resulühü" diyor. |
Opening the door as such gives them salvation. |
Böyle bir kapıyı aralama onun kurtuluşuna vesile oluyor. |
You say welcome and take them in. |
Sen buyur diyorsun, içeriye alıyorsun. |
The capacity of Your Mercy necessitates for this. |
Rahmetin vüsatı bunun böyle olmasını iktiza ediyor. |
You are not required or responsible to execute anything in a certain way. |
Sen hiçbir şeyi şöyle böyle yapma mecburiyet ve mükellefiyetinde değilsin. |
God cannot be forced or obligated to act in a certain manner. |
Cenabı Hakk'a hiçbir şey yapılması vacip değildir. |
He is not obliged to do anything. |
O hiçbir şeyi yapma mecburiyetinde değildir. |
He has complete will, absolute volition and omnipotent power. |
İrade-i kâmilesi, meşîet-i tammesi, kudret-i kahiresi vardır. |
He does as He wills. |
İstediğini istediği gibi yapar. |
Considering the matter from this perspective, the duty that falls onto us, is to say for even the worst of people, |
Meseleyi bu şekilde ele alarak bize düşen şey, en kötü insanlar için bile, |
'My God! |
"Allahım! |
We leave these people in Your hands so they can stop their bad habits. |
Bunları kötülüklerden vazgeçmeleri için Sana havale ediyoruz. |
We leave them to You. |
Bunları Sana havale ediyoruz. |
They oppressed us, made us cry, murdered. |
Bize zulmettiler, ağlattılar, kıydılar. |
They called the most innocent people monsters and terrorists. |
En masum insanlara canavar dediler, terörist dediler. |
Saying, 'They deserve it', or such. |
"Oh iyi oldu" falan. |
No, not like that. |
Hayır, öyle değil bence. |
If they are wrong to do such things, then we leave them to You. |
Eğer bunlar, bunları bu türlü şeyler yapmada haksız iseler, Sana havale ediyoruz. |
If You do not decree for their hearts to mellow, and allow them to follow Your path, then we leave them to You. |
Eğer hidayetlerini, kalblerinin yumuşamasını murad etmiyorsan, Sana havale ediyoruz. |
This is what befalls us. |
Evet, bize düşen şey odur. |
'That's great, they deserved it, and now a bigger one will befall you. |
"Oh, iyi, müstahak oldu, alın çekin, daha büyüğü de gelir başınıza. |
Your fate in the next world is just as doomed.' |
Öbür tarafta da işiniz yamandır" filan gibi şeyler. |
It is not suited to join people in such thoughts, their desires to separate and damage by doing the same things. |
Birilerinin bölme, parçalama, darmadağınık etme mevzuunda, onların zalimane tecavüzlerine iştirak ederek aynı şeyleri yapmak çok şık değil esasen. |
Indeed, we must be distant from those acts. |
Evet, o türlü şeylerden sakınmak lazım. |
This must be our own view. |
Kendi bakışımız bu olmalı. |
In my humble opinion |
Kanaat-i acizanemce benim. |
It originated from China. |
Çin'den çıkar filan. |
Someone else called it the 'China virus'. |
Başka bir yerdeki adam da buna "Çin virüsü" dedi. |
The man there quickly said, 'That's disrespectful'. |
Oradaki adam da hemen "Bu saygısızlıktır" dedi. |
He said, 'It is disrespectful to associate the virus with China'. |
Bir virüsü Çin'e mal etme saygısızlıktır dedi. |
I believe no one should be subjected to this reproach, especially in ways that lead to condemnation. |
Bence hiç kimsenin bu mevzuda böyle bir şeye maruz kalmasını, bir levme vesile yaparak, bir kınamaya vesile yaparak levmetmeme, kınamama. |
Indeed, if they do this, then they should expect to be afflicted by the same, according to a Prophetic saying. |
Hatta denebilir ki yapıyorlarsa bunu, kendi başlarına gelebilir, bir hadis-i şerifin ifadesiyle. |
Yes. They would definitely experience this, may God protect us from it. |
Evet, ölmeden yaşarlar bunu mutlaka, hafizanallah. |
Our responsibility is to respond humanely. |
Bize düşen her zaman insanca davranmaktır. |
Even if others don't, we are morally and religiously responsible to act in a humane manner. |
Bize insanca davranmasalar bile biz insanca davranmakla mükellefiz. |
Hypothetically, this sickness has approached us all; it is just outside our doors. |
Şimdi bana gelip kapının tokmağı dokundu veya işte bizim kapımızın eşiğine ayağını bastı. |
This is a very distressing scenario, one that incites much fear, for those that don't believe in an afterlife. |
Böyle endişe verici, korkutucu, hususuyla tam öbür tarafa inanamamış insanlar için çok endişe verici bir şeydir. |
Those who consider only the worldly life, that is, their life is inclusive to this world only... |
Hayatı her şey zannedenler, her şeyi bu dünyada yaşamadan ibaret. |
Those who prefer the worldly life, who completely ignore the life of the Hereafter... |
Dünya hayatını tercih eden severler, ahiret hayatını tamamen terk ederler. |
Such people are in a state of fear and worry. |
Bu tipten olan insanlar, hakikaten korku ve telaş içindedirler. |
Some believers, whose faith still hasn't removed all doubts of their conviction, are also in a similar state. |
Bir kısım müminler de iman kalblerine çok iyi yerleşmemişse, onlar da aynı paniği yaşarlar, aynı telaşı yaşarlar. |
Consequently, if some direction is given, and they come to themselves and seek for God to remove this calamity, they would draw nearer to the Creator. |
Dolayısıyla şöyle böyle az tembih yapılsa, bunlar kendilerine gelseler, Cenabı Hakk'a teveccüh etseler, "Allah bu belayı def u ref eyle" deseler, Cenabı Hakk'a yaklaşmış olurlar. |
In a way, this is cause for everyone to get close to Him. In the Qur'an, when a trial or tribulation is mentioned, a response in the form of 'O my Lord!' occurs. |
Yani bir yönüyle hemen herkes tarafından, Cenab ı Hakk'a yaklaşmaya vesile olması açısından, Kur'an ı Kerim'de değişik yerlerde, bela musibet geldiğinde, "Aman ya Rabbi" falan derler. |
Once the tribulation has passed, they return to their old ways and actions. |
Sahil-i selamete çıktıkları zaman da bildikleri gibi yine tavır alırlar. |
We should remind people to not behave according to their own whims and guide them to turn to God in response to the waves of calamities and disasters that grip them. |
Şimdi insanlara bildiği gibi davranma değil nasıl o dalgalara maruz kaldığı zaman, nasıl belalar, musibetler onu pençesine aldığı zaman, Cenabı Hakk'a teveccüh ediyor. |
They say, 'O My Lord!' |
"Aman Ya Rabbi" diyor. |
You know various examples. |
Değişik misalleri biliyorsunuz. |
In the same way... |
Aynen öyle. |
We should fulfil whatever is required, by means of guidance and advice, so that people use these calamities and disasters as means of turning to God. |
İnsanlara onu telkin etmek suretiyle bu belaları hemen herkes hakkında bu musibetleri, hemen herkes hakkında Cenabı Hakk'a teveccühe bir yönüyle vesile olması için lazım gelen şeyi yapmalı. |
We should do all that we can. |
Elinden gelen her şeyi yapmalı. |
With God's permission and grace. |
Allah'ın izni ve inayetiyle... |
Secondly, if they stay home, they are, in some way, distanced from sins. |
Bir ikincisi de evlere kapanmıyor ise günahlardan uzaklaşmış oluyor, bir yönüyle, şöyle böyle. |
I think even the believers with a weak faith may develop feelings of fear of God and love of God. |
Belki en az inanan insanlar içinde bile bir mehafetullah, bir muhabbetullah duygusu oluşur, zannediyorum. |
At least, this will be important for people with such feelings. |
En azından öyle içinde o duygu oluşan insanlar için çok önemli bir şey oluyor. |
They might feel a true retreat. |
Hakikaten bir halvet yaşayabilirler. |
They might feel as if they are in a forty-day period of austerity. |
Erbainler yaşıyor gibi olabilirler. |
Some people from the past chose to do this. |
Başkaları bunu ihtiyari yapmışlar. |
Currently, there is no other choice. |
Bunlar da mecburi yapıyorlar. |
This is similar to the migrations that we call forced migrations. |
Nasıl şimdi bazı hicretlere, göçlere, mecburi hicret diyoruz. |
Similarly, this can be regarded as an enforced retreat and seclusion. |
Aynen öyle de buna da mecburi halvet, mecburi inziva denebilir. |
I wish those people with audiences, influencers, would speak to people in these words. |
Keşke kendilerini dinleyecek insanlar olan kimseler, yani Diyanet teşkilatları, imamlar, vaizler, müftüler; bu istikamette idareyi kelamda bulunsalar. |
These unfortunate circumstances can be utilised in very positive ways. |
Hakikaten bu olumsuz şeyler bile çok pozitif değerlendirilebilir. |
With God's permission and grace. |
Allah'ın izni ve inayetiyle... |
We must not act negatively and pessimistically. |
Karamsar davranmamak lazım. |
There is nothing to be gained with negativity. |
Onun kazandırdığı bir şey yoktur esasen. |
We must turn to God in this time of trial, thinking that this has even an aspect of mercy, and an opportunity for salvation. |
Bunun bile bir vech-i rahmet olduğunu düşünerek, onu ayni vesile-i necat sayarak, Cenabı Hakk'a teveccüh etmek lazım, bu musibet anında. |
Respect for God warrants this approach. |
Hem Allah'a karşı saygının gereğidir bu. |
It is a requirement of being content and pleased with God. |
Rızasının, razı olmanın gereğidir. |
It is also a way of avoiding sinning by speaking uselessly or harmfully. |
Hem de aynı zamanda fuzuli laf etmek suretiyle günaha girmemenin yoludur, yöntemidir. |
With God's permission and grace. |
Allah'ın izniyle. |
Who knows, if these events are the Signs of the Last Day, it may encourage people to turn to God more fully and collectively. |
Kim bilir böyle bir şeyden sonra bunlar alamet-i kıyametse, böyle bir şeyden sonra, insanların Cenabı Hakka daha külli şekilde bir teveccühüne de vesile olabilir bu mesele. |
At the end of times, especially shortly before the end of the world, there will be no one left without faith. |
Ahir zamanda, hakikaten kıyamet kopmadan az evvel, inanmadık insan kalmayacak. |
Or a substantial majority. |
Veya büyük çoğunluk demek. |
Namely, the believers will be dominant over the Earth. |
Yani yeryüzünde inanmış insanlar, bir yönüyle hâkim olacaklar. |
Belief will be apparent across the globe. |
İnanç nümayan olacak burada. |
And once again Satan will play games with them. |
Sonra da yine şeytan orada da bir kere daha oyununu oynayacak. |
According to the Prophetic saying mentioned in Muslim, the Last Day will take place when no man, who says 'God', remains. |
Müslüm-ü Şerif'in ifade ettiği hadisi şerife göre, Allah Allah diyen kalmayınca kıyamet kopacak o zaman. |
Now there are these two events. |
Şimdi bu iki hadise de var. |
Now is this one of those big smokes? |
Hani bu da o duhanlardan bir tanesi mi? |
Then we see locusts. |
Arkadan da çekirge geliyor. |
And then something else. |
Arkadan başka bir şey geliyor. |
You look and see that these are one after the other. |
Bakıyorsunuz, bunlar üst üste. |
All of these will force people to turn to God. |
Bunların hepsi Cenabı Hakk'a teveccühe insanları zorlayacak. |
There is going to be a great movement towards faith across the globe. |
Çok ciddi bir inanma faslı yaşanacak yeryüzünde. |
It will be this type of process. |
Öyle bir fasıl yaşanacak. |
When the Treatises of Light were being written, others were writing about other topics. |
Risaleler yazılırken, başka birileri başka şeyler yaparken, |
Some people have written books against evolution. |
kimileri evolüsyona karşı eserler yazmış, |
Others have written books against the rejection of God. |
kimileri inkâr-ı ulûhiyete karşı eserler yazmış. |
All of them have a place. |
Hepsinin bir şeyi var. |
We need to explain these matters through our contemporary understandings, horizon of perception and terminology that is accepted by today's standards. |
Yani bunları biraz günümüzün anlayışı, günümüzün idrak ufku ve günümüzde esasen kabul gören terminolojiye göre şekillendirip programlar yaparak bunu değişik yerlerde anlatmak lazım. |
Despite his luminosity, despite being imbued with spiritual colours, the situation of the Pride of Humanity in Mecca during 13 years is clear. |
İnsanlığın İftihar Tablosu 13 sene o nuraniyetine rağmen, insibağ gücüne rağmen, 13 sene Mekke'deki durumu belli. |
He left and went to Medina, the Luminous City. |
Ayrılıp gitmiş Medine'yi Münevvere'ye. |
'Let them listen to me, let it happen right now.' It may not turn out this way. |
Hemen birden bire "Beni dinlesinler, hemen olsunlar" filan olmayabilir bu. |
For example: the fact of the Unity of God, the existence of God. |
Mesela tevhit hakikati, Cenabı Hakkın vücud hakikati. |
The One and Only Eternally-Besought-of-All. |
Zat-ı Ahad u Samed. |
The Unique One of Absolute Unity. |
Allahu Ehad. |
The One Whom all depend on, yet Who does not depend on any. |
Allahu's-Samed. |
The All-Living. |
Allahu Hay. |
The Self-Subsisting. |
Allahu Kayyum. |
The All-Knowing of all that is seen and unseen. |
Allahu alimul gaybi ve'ş-şehadeti. |
The All-Merciful, The All-Compassionate. |
Hüve'r-Rahmanu'r-Rahim. |
It is important to explain the Divine Essence and the Resurrection through each of these Divine Names and Attributes. |
Bunların hepsini konu edinerek Zat-ı Ulûhiyeti anlatma, öldükten sonra dirilme imkânını anlatma. |
"The Tenth Word" and "The Twenty-Ninth Word" are important resources for these topics. |
Onuncu Söz, Yirmi Dokuzuncu Söz, bu mevzuda önemli kaynaklardır, |
But it is also good to bring these matters into handbooks with modern terminology and through the guidance of current experts in these fields. |
ama günümüzün terminolojisi ile günümüzün o mevzudaki uzmanları ile o meseleyi yeniden herkesin okuyabileceği birer el kitabı haline getirmek lazım. |
But of course there is that element of laziness we have, unfortunately we could not do this. |
Tabiî bizde o tembellik var, yani yapamadık onu. |
We could not carry over the message that the Honourable Sage Bediüzzaman strived so hard to relay to us in a way befitting of his perspicacity. |
Hazreti Üstad'ın o çırpınıp durduğu şeyler günümüzün insanına, onun idrakine göre sunulamadı, yani veremedik maalesef. |
This movement, this service is God's blessing. |
Cenabı Hakk'ın bir lütfu, bu hareket Allah'ın bir lütfu oldu. |
But we blundered, and we are now facing oppression by tyrants. |
Fakat bizim hatamız, zalimler musallat oldular. |
I hold myself responsible. |
Kendimden biliyorum ben. |
You cannot imagine how much I criticise myself. |
Kendimi ne kadar levmettiğimi bilemezsiniz. |
A few dissolute bandits, who are ignorant, who are unlettered, came over you and you fell apart, you could not handle a few corrupt people. |
Üç beş tane serseri, haydut, okuma bilmez, kitap bilmez... Bunları idare edemediniz, üzerinize geldiler bunlar. |
They attacked and destroyed that blessed organisation. |
O mübarek oluşumu, bir yönüyle, kırdı geçirdiler. |
They have dried a blessed source. |
Kezzap döktüler mübarek bir kaynağa. |
I hold myself, ourselves responsible. |
Kendimden, kendimizden biliyorum onu ben. |
Who knows what would have happened, yet who knows, God knows what is happening now and what will happen. |
Kim bilir ne olurdu, ama kim bilir belki şimdi olanla neler olacağını Allah bilir. |
You are at such a point right now that when you outreach a bit more, you will say, 'O God, this has turned out to be more desirable than the other.' |
Şu olanlarla öyle bir noktada bulunuyorsunuz ki açılımı biraz daha açtığınız gibi, makas gibi açıldığında diyeceksiniz ki "Allah Allah, bu ötekinden daha hayırlıymış" belki. |
I mean, we can never know. |
Bilemeyiz yani. |
With God's permission and grace... |
Allah'ın izni ve inayetiyle... |
We should not consider any success due to ourselves. |
Yalnız hiçbir şeyi kendimizden bilmemiz lazım. |
Since He is the True Operator, one should attribute success to the True Owner of the task, he should not be ungrateful. |
Madem Müessir-i Hakiki O'dur, işi Sahibine vermeli burada, nankörlük yapmamalı. |
However, he should not claim that nothing has happened, either. |
Ama hiçbir şey olmadı da dememeli. |
To appreciate the blessings, may thousands of praise and glorification be to God! |
Tahdis-i nimet kabilinden Allah'a binlerce hamd ü sena olsun. |