The word chivalry encompasses the meanings; 'youthful, active and lively'. |
Fütüvvet, Türkçemizde "genç, diri, canlı insan" mânâlarına gelen "fetâ" kelimesinden türetilmiştir. |
The same word is used to describe the person who was Prophet Moses' companion. |
Seyyidinâ Hazreti Musa'ya refakat eden zât da "fetâ" tabiriyle, yine "fütüvvet" vurgusunda bulunularak anlatılıyor. |
We appreciate that some remembered the Honourable Ali as being chivalrous as well. |
Bazıları tarafından Hazreti Ali'nin de o unvan ile yâd edilmesini şâyân-ı takdir olarak karşılarız, alkışlarız aynı zamanda. |
During the age of the Pride of Humanity, he was also surrounded by representatives of chivalry. |
Belki devr-i Risâletpenâhi'de daha niceleri o ruhun mümessili idi, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun sağında, solunda, önünde, arkasında, dört bir yanında. |
As mentioned in a poem recently, 'I always envied your Musab'. |
Evet, geçen de bir manzumede ifade edildiği gibi, "Senin Mus'ab'ına hep imrendim." |
They were people to be envied. |
Onlar, hep imrenilecek insanlardı. |
But it is not a historical appreciation of those people and their times, it is more of a desire to be of the same character. |
Fakat o meseleleri sadece tarihî birer vakıa olarak görme, duyma, bilme ve ifade etme değil de esasen insanın içinde çok ciddî şekilde o çerçevede olma arzusunun oluşması önemlidir. |
And that is closely linked to one waking up every day with a different perspective to the world and reviving their soul. Like refreshing one's faith every day. |
O da insanın sürekli, her gün dünyaya daha farklı bir göz açması ile, daha farklı bir dirilişi ile alakalıdır, ancak öyle olabilir; yani her gün bir kere daha imanını yenilemek suretiyle gerçekleşebilir. |
As a matter of fact God's Messenger, peace and blessings be upon him, says, 'Renew your faith by declaring "There is no deity but God."' |
Nitekim Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) "İmanınızı 'Lâ ilâhe illâllah' ile yenileyiniz" buyurmaktadır. |
Like the philosophy of the Companions, 'Come; let's renew our faith in God one more time'. |
Sahabî felsefesi ile, "Gel hele şöyle bir saat yeniden seninle iman edelim" mevzuu. |
With our habitual acts of worship like the staring in vain that we consider true 'reflection' and 'contemplation'. |
Böyle taklide ve gördüğümüz şeylere bağlı yaptığımız ibadet u tâat, evrâd u ezkâr, hatta bizim "tefekkür" zannettiğimiz, "tedebbür" zannettiğimiz, bakma-etme filan. |
In truth, one cannot make any significant spiritual progress like this. I hope there are some who do, through what they have written and explained. |
Esasen bunlar ile çok bir yere varılamaz; inşaallah varanlar vardır okuyup ettiği, anlattığı şeyler ile. |
Off the topic, there is a hidden danger here: |
Burada tehlikeli bir şey de -antrparantez- şudur: |
A person can fall into the trap of reading and learning with the sole intention of teaching, as if to suggest that they are above what they are reading. |
İnsan, okuduğu-ettiği, yazdığı-çizdiği şeyler ile sadece başkalarına bir şey anlatma gafleti içine düşebilir; sanki kendisi müstağnî gibi ondan. |
For example, they analyse the commands of Islam only in an effort to lecture others. |
Mesela, tekvinî emirleri hallaç eder, tahlillere/terkiplere tâbî tutar; fakat onunla başkalarına ders verme gayreti içinde bulunur. |
Whereas the real point is to focus on improving one's self and turning one's self into a lens to look at others through that lens. |
Esas, bütün mesele, insanın kendine yönelik olmasıdır; onun, kendisini bir mercek haline getirmesi, kendisini bir mirsâd haline getirmesi ve başkalarına bakarken -bir yönüyle- kendini bir gözlük gibi kullanması lazım. |
An example of this is turning one's beliefs into habitual practices. |
Mesele, inanılan şeylerin tabiata mal edilmesi. |
Perhaps for this there is a need for constant meditation, contemplation and reflection. |
Bunun için de belki, sürekli tedebbüre, teemmüle, tefekküre ihtiyaç var. |
But in all of these, not the idea that these are lessons for others, but instead, 'they are lessons for me'. |
Fakat bütün bunlarda, başkalarına bir şey anlatıyor gibi değil de esasen "Bunlar bana göre şeyler" denmesi lazım. |
Contemplating something new each day. |
Her gün yeni bir şeyi daha mercek yaparak tefekkür. |
For instance, contemplating on the ear. |
Mesela, kulak ile alakalı bir tefekkür. |
And via the lens of the ear, reviewing our faith. |
Bu gün o kulak merceği ile imanını bir kere daha gözden geçirme. |
Just as it is detailed in The Risale-i Nur Collection. |
Külliyât'ta o meselelere ayrı ayrı temas edildiği gibi. |
During the Sufism lesson today, we considered the eye. |
Bugün tasavvuf dersinde göz de bahis-mevzuu yapıldı. |
Ghazali mentions this in his work titled 'Revival'; he talks about its levels, he says there are six. |
İşte Gazzâlî, İhyâ'sında onu da anlatıyor; onun tabakalarından, altı tabakasından bahsediyor. |
'Come, let us analyse this, let us review our faith through the lens of the eye. |
"Gelin bunu bir analiz edelim; bir kere daha, bir de göz merceği ile imanımızı kontrol edelim. |
Let us look at it through that perspective, let us make it an observatory and view our faith from that perspective.' |
Bir de o zaviyeden bakalım; onu bir rasathane gibi yapalım, imanımıza o zaviyeden bakalım" demek. |
There must be certain things that feed our faith in order to keep it alive. |
İmanı canlı tutabilmek için, sürekli onu besleyen bazı şeylerin olması lazım. |
Or else familiarity and habituation will follow and faith will evolve into imitation and blind action. |
Yoksa ülfet ve ünsiyet ile, o, şekle inkılap eder, surete inkılap eder. |
You will stand up and down and call it 'Prayer', stay hungry and call it 'fasting' and call your travel 'pilgrimage'. |
Böyle "namaz" diye yatar kalkarsınız, "oruç" diye aç durursunuz, "hac" diye bir seyahate gidersiniz/çıkarsınız. |
I am not belittling any of this, they mean something. |
Bunların hiçbirini de hafife almıyorum; bir şey ifade eder bunlar. |
But for it just to 'mean something' is for those at the beginning of the journey. |
Fakat "bir şey ifade etme" seviyesini mübtedîlere emanet etmek lazım. |
For those who are at the beginning, this is their first step. |
İşin daha mebdeinde olanların, bu işe ilk adımı atanların hali ilk basamaktır. |
Yes, they must journey towards that. |
Evet, doğru, oraya adım atmaları lazım. |
Instead of journeying, some remain stuck in the same spot, never able to move forward, to move beyond simplistic faith and practice. |
Fakat senelerce bu işin içinde -böyle "tepinip durma" gibi bir tabir geldi dilime de bu, başkaları için kullanılır- tepinip durduğu halde, hâlâ besâtetten (basitlik, ilk basamak/adım, şekil) sıyrılamamış. |
Unable to go beyond blind imitation. |
Hâlâ taklitten sıyrılamamış. |
Unable go beyond habituation, feeling numb. |
Hâlâ ülfetten sıyrılamamış. |
Not feeling anything when they remember God. |
Hâlâ Allah aklına geldiği zaman burnunun kemikleri sızlamıyor. |
Not feeling anything when they remember the Prophet, peace and blessing be upon him. |
Peygamberimiz aklına geldiği zaman burnunun kemiği sızlamıyor. |
And cannot say, 'God, isn't there more?' |
"Hel min mezîd. - Allah'ım daha yok mu?" diyemiyor. |
But if a person could perceive the presence of the Divine Essence, hear its presence, comprehend His power through His Divine Acts, Names and Attributes, one would take each of their steps with care, saying, 'He sees me', not even being satisfied with this, saying, 'Isn't there more?' trying to elaborate on this as well. |
Hâlbuki insan hakikaten Zât-ı Uluhiyeti hâzır ve nâzır görüyor gibi olsa, hâzır ve nâzır duyuyor gibi olsa, baktığı her şeyde O'nun tasarrufât-ı Sübhâniyesini temâşa etmeyle arkasında Ef'âl-i İlahiyeyi, Esmâ-i İlahiyeyi, Sıfât-ı Sübhâniyeyi temâşâ ediyor gibi olsa, adımını atarken hep dikkatli ve "O, beni görüyor" mülahazasıyla atsa, yine de bunlara kanaat etmemeli; "Daha yok mu?" demeli, sürekli onun üzerine bir şey koymalı. |
At a time when 'faith' is shaken to its core, true spiritual chivalry is in this regard. |
Zannediyorum "iman"ın temelden bir sarsıntı yaşadığı dönemde, gerçek fütüvvet, bu mevzudadır. |
In other words, at certain periods, man can plan to conquer Constantinople or Vienna. |
Yani, bir dönemde insanlar, İstanbul'un fethine gidebilirler, Viyana'nın fethine gidebilirler. |
There is a profound faith behind these actions; essentially, there is the consideration of being a conqueror. |
Yine işin arkasında derin bir iman vardır; esasen, mücâhid olma, fâtih olma mülahazası vardır. |
If the conquerors had such considerations, may God reward them accordingly. |
O mülahaza ile gitmişler ise, Cenâb-ı Hak, onlara niyetlerine göre lütfeylesin. |
However, the main problem of our day is the problem of a lack of faith, and there is need to deepen one's faith. |
Fakat günümüzün problemi -esasen- iman problemi olduğu için, bugün sürekli imanda derinleşmeye ihtiyaç var. |
We should replenish our faith every morning, every afternoon, every evening, and in all prescribed Prayers. |
İmanımızı her sabah bir kere daha yenilesek, öğlen bir kere daha yenilesek, akşam bir kere daha yenilesek, beş vakit namazda bir kere daha yenilesek. |
We should feel the presence of God when we stand in prayer, be shaken with His awareness when we bow before Him, and shaken again when we prostrate to Him. |
Namazda ayakta dururken bir kere duysak Rabbimizi, rükûa giderken bir kere daha tir tir titresek, secdeye varırken orada bir kere daha tir tir titresek. |
We need this in our lives, in utmost importance. |
Buna ihtiyaç var; eskilerin ifadesiyle, eşedd-i ihtiyaç ile buna muhtacız. |
Because faith is shaken to its core in this contemporary age; therefore I believe that real heroism will be achieved in regards to strengthening faith. |
Çünkü iman, bu asırda, bu çağda temelinden sarsılmıştır; Bundan dolayı, zannediyorum, esas yiğitlik o mevzuda olacaktır, iman mevzuunda olacaktır. |
When that is achieved, other matters that depend on this faith will be sorted automatically: |
O olunca zaten, öyle imanlı bir fütüvvete bakan, ona vâbeste bulunan şeyler, belki kendi kendine halledilecek: |
'I felt it. |
"Ben, duydum, ettim bunu. |
In a way, I internalised my faith and made it a part of my nature. |
Bir yönüyle içtenleştirdim, tabiatıma mal ettim, onun bir derinliği haline getirdim. |
I now consider it as a part of my nature just like eating, drinking and meeting my other natural needs. |
Bunu artık yeme, içme, yatma veya başka beşerî ihtiyaçlarımı yerine getirme ölçüsünde tabiatımın bir gereği olarak kabul ediyorum. |
How can I remain indifferent in sharing this with others? |
Ee nasıl olur bu, ben bunu başkalarına duyurmazsam? |
Wouldn't this be inappropriate? |
Ayıp olmaz mı bu? |
I need to share such a beautiful thing, this faith in God with others. |
Böyle güzel bir şeyi duyurmalıyım. |
I need to consider the matter of introducing God to others, as one of my natural needs, to tell others about God.' |
Rabbimi başkalarına tanıtma mevzuunu da şu tabiî, beşerî ihtiyaçlarım gibi görmeli, onu tabiî olarak kabul edip Rabbimi başkalarına anlatmalıyım." |
This can be achieved through 'one's way of life' and 'representation of one's faith', but not through 'verbal expression'. |
Bu da "hâl" ile olur, "temsil" ile olur, söz ile değil. |
I believe that one's words can only be meaningful if they reflect a way of life. |
Zannetmiyorum, söz, hâlin ve temsilin dili olmuş ise, müessir olmuştur. |
Otherwise what really counts is one's way of life, and how one's faith reflects in one's life. |
Yoksa esas müessir olan, "hâl"dir -üzerinde durulabilir, durulmaya değer- ve "temsil"dir. |
The most effective aspect of the Pride of Humanity, peace and blessings be upon him, was perhaps how he reflected the messages he received from God in his own life like a polished mirror. |
Ve İnsanlığın İftihar Tablosu'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) en müessir yanı da -belki- O'nun aldığı o mesajları, kendi tabiatına mal ederek bir "mir'ât-ı mücellâ" gibi etrafa aksettirmesi idi. |
The messages coming from God would reflect from that polished mirror, peace and blessings be upon him, and echo into others. |
Yukarıdan gelen şeyler, Nâmütenâhî'den (celle celâluhu) gelen şeyler, o Mir'ât-ı Mücellâ'ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) aksetmek suretiyle çevreye yansıyordu. |
What happens? |
Ne oluyor? |
When you consider their attitude you come to the conclusion, 'God is remembered when they are seen.', you think: |
"Görüldüğü zaman, Allah hatırlanıyor" sürekli öyle bir tavrı var ki O'nun, tavrına bakınca diyorsunuz: |
'He stands like he is standing before God.' |
"Bu, Allah karşısında duruyor gibi duruyor." |
Not a manner, not just a statement. |
Şekil değil, söz değil. |
We live in an era where historic ballads are written about Islam, but it's honour has been crushed and abused. |
Müslümanlık adına destanların kesildiği, fakat onun canına okunduğu, ırzına geçildiği bir çağda yaşıyoruz. |
This expression is a bit vulgar. |
-Bu tabir belki galiz oldu.- |
Those who claimed, 'I am Muslim', are primarily the ones who tore it down, who harassed it and toyed with it. |
"Ben Müslümanım" diyenler esasen Müslümanlığın namusuna dokundular, Müslümanlığı yerle bir ettiler, oyuncak haline getirdiler; çocuk oyuncağı/bilyesi halinde ellerinde çevirdiler ve onun ile bir yerlere varmak istediler; bir yarışı onun ile gerçekleştirmek istediler; bir ipi onun ile göğüslemek istediler; onu kullandılar, ayaklarının altına aldılar onu. |
In an age like this, we need to renew our faith in the morning, the midday and once again in the afternoon. |
Böyle bir dönemde sabah bir iman yenilemesi, kuşlukta bir iman yenilemesi, salât-ı Duhâ ile bir iman yenilemesi, öğlende bir iman yenilemesi, ikindide yeniden bir iman yenilemesi. |
He Who is worshipped by right, He Who is the True Desired one. |
Ma'bûd-u bi'l-hak, Maksûd-u bi'l-istihkak, O'dur. |
'Prophet Muhammad is the Messenger of God', this is the message we have received from Him. |
"Hazreti Muhammed, Allah'ın resulüdür, elçisidir" bize O'ndan gelen mesaj, budur. |
Yes, spiritual chivalry is really a composite of such virtues as generosity, munificence, modesty, chastity, trustworthiness, knowledge, humility and piety. |
Evet, fütüvvet, örfî mânâsı itibarıyla, kerem, sehâ, iffet, emanet, vefa, şefkat, ilim, tevazu ve takva gibi gerçekleri özünde toplayan bir mânâlar halitasıdır. |
Generosity, in a way, is a state of honouring everyone. |
Kerem, bir yönüyle herkese ikramda bulunma hâli. |
The All-Munificent' and the All-Granting are both Names of Almighty God. |
"Kerîm", Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinden; "Mükrim" de Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinden. |
One meaning 'the one who offers to others' and the other, 'It has the quality to offer; a requirement of the Divine Essence'. |
Biri, "başkalarına ikram eden" manasına geliyor; biri, "Zâtında ikram etme vasfı bulunan; ikram, Zât-ı Ulûhiyetinin muktezası" manasına geliyor. |
So, 'spiritual chivalry' means to acquire the qualities of generosity, according to the saying, 'acquiring the Divine morality'. |
Dolayısıyla, "fütüvvet" dediğimiz şey, Cenâb-ı Hakk'ın ahlakıyla ahlaklanmak, fehvasınca, kerem ile ittisaf etmek demek oluyor. |
Acquire the qualities with 'generosity', to be 'munificent', in a way, to be 'granting'. |
"Kerem" ile ittisaf etmek, "Kerîm" olmak, bir yönüyle "Mükrim" olmak. |
These are all also names given to people. |
Bunların hepsi insanlara konulmuş adlardır aynı zamanda. |
Karim (munificent)... |
Kerîm. |
Not just Abdul Karim, Karim is also used. |
Sadece Abdülkerim değil de Kerîm de konulmuştur. |
Some names cannot be used on their own, 'abd' (servant) is placed before it; 'Abdullah, Abdurrahman, Abdurrahim.' |
Bazı isimler tek başına kullanılmaz, "abd" gelir başında; "Abdullah, Abdurrahman, Abdürrahim" denir. |
But Karim and Mukrim can be used. |
Fakat Kerîm, Mükrim, bunlar kullanılır; Mükrim de denir. |
In a way, 'modesty' is being honest in feeling, perception, nature and corporeal purity. |
"İffet" bir yönüyle duyguda, düşüncede, histe, tabiatta, cismâniyette afif olma, namuslu olma. |
According to the requirements of the religion, living as though this religious lifestyle has become part of their nature. |
Dinin muktezasına göre bir hayat tarzını tabiatına mal ederek öyle yaşama. |
Protecting yourself from what is been deemed forbidden; shutting the doors and saying to Satan, 'Do not tire yourself in vain, the doors are locked!' |
Elini-ayağını, gözünü-kulağını, dilini-dudağını memnu olan bütün şeylere karşı koruma; kapıları kapama, arkalarına sürgüler sürme ve bütün onlara karşı şeytana "Beyhude yorulma" deme; "Beyhude yorulma, kapılar sürmelidir." |
To live as a monument of chastity... |
Öyle bir iffet âbidesi halinde yaşama. |
This is a different depth of spiritual chivalry that the early Muslim embodied. |
Bu da o fütüvvetin ayrı bir derinliği ki, selef öyle yaşamışlardı. |
'Divine trust' is one dimension of this. |
"Emanet" de onun bir buudu. |
It also means assurance. |
O da emniyet demektir. |
The Lord Almighty has the Name the Believer but has also given this to His believers. |
Cenâb-ı Hakk'ın "Mü'min" ismi var; aynı zamanda bu "Mü'min" ismi, mü'minlere de verilmiş. |
In regards to the Divine Essence, it is to elicit assurance and reliability for humans, the social world and the entire universe; and in regards to the believers, they are the people of security and trust upon the earth. |
Zât-ı Ulûhiyete ait yanıyla, emniyet ve güveni, hem insanlar için, hem yeryüzünde sosyal hayat için, hem kâinat çapında temin etmek; mü'minlere ait yanıyla da mü'minin yeryüzünde emniyet ve güven insanı olması manasına geliyor. |
'Compassion' is another depth of spiritual chivalry. |
"Şefkat" fütüvvetin ayrı bir derinliğidir. |
Bediüzzaman also speaks on this in terms of his spiritual path: |
Hazreti Pîr de onun üzerinde duruyor; mesleği itibarıyla diyor ki: |
'On the path that the impotent ones walk, four pillars are needed: absolute poverty, absolute impotence, absolute thanksgiving and absolute zeal, oh beloved.' He then mentions the principles of compassion and contemplation. |
"Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çiz: fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz" sonra şefkat ve tefekkür esaslarını da zikrediyor. |
Contemplation, to live in the back and forth relationship of cause and effect. |
Tefekkür; sürekli sebep-sonuç arası gel-gitler yaşamak. |
To look at a cause and an effect and to see that it all comes from the All-Truthful One. |
Bir sebebe bakmak, bir sonuca bakmak ve bütün bunların hepsinin Cenâb-ı Hak'tan geldiğini görmek. |
We read the commentaries of Imam Ghazali this morning. You saw in 'Revival', how everything ties to the All-Truthful One. |
İmam Gazzâlî hazretlerinin mütalaalarını sabah okuduk; İhyâ'da gördünüz, nasıl her şey Cenâb-ı Hakk'a bağlanıyor: |
He mentions the mouth, the eye, the ears, gynaecology, the stages of the baby in the mother's womb. |
Ağız üzerinde duruyor, göz üzerinde duruyor, kulak üzerinde duruyor, jinekoloji üzerinde duruyor, anne karnında çocuğun devri üzerinde duruyor. |
He says that it is impossible for these to be attributed to nature and secondary causes. |
Bütün bunların esbaba ve tabiata verilmesinin mümkün olmadığını söylüyor. |
According to his own age and in the language of the different knowledge of the time, to show people the Divine Essence, to direct peoples' horizons towards the knowledge that God sees them. |
Kendi çağına göre, değişik ilimlerin o gün ifade ettiği şeylerin dilini kullanarak, o günün insanlarına Zât-ı Ulûhiyeti gösterme, O'nun tarafından görülüyor olma ufkuna insanları yönlendirme, O'-nun ta-ra-fın-dan gö-rü-lü-yor ol-ma uf-ku-na in-san-la-rı yön-len-dir-me. |
Indeed in this age, the matter is to guide people to faith. |
Evet, bu çağda, esas, imana yönlendirme mevzuu. |
For there is serious destruction and tremors being experienced in regards to this matter. |
Çünkü imanda ciddî kırılmalar ve sarsıntılar yaşanıyor. |
Those who say, 'I believe' have in fact not even believed. |
"İnandım" diyen insanlar bile esas inanmış değil: |
They are up to their throats in luxury and pomp. |
Bohemlik yaşıyor gırtlağına kadar. |
They are up to their throats in banditry. |
Haramilik yaşıyor gırtlağına kadar. |
In regards to the pleasures and delights of this world, they have surpassed Amenophis, surpassed world tyrants. Robbing people blind and simultaneously living like pharaohs, dictators and tyrants. |
Hayatın zevk u sefası açısından Amnofis'in çok ötesinde, dünya tiranlarının çok ötesinde, fırsat ele geçince milleti soyup-soğana çevirme ve aynı zamanda firavunlar gibi, diktatörler gibi, tiranlar gibi yaşama. |
But to not give up Islam to anyone. |
Ama Müslümanlığı da kimseye vermeme. |
In fact, to say, 'political Islam' and such. |
Hatta "Siyasî İslamiyet" filan deme. |
They say, 'political Islam.' |
"Siyasal İslamiyet" diyorlar. |
Yes, I will cut it here and say something: |
Evet, burada kesip bir şey söyleyeyim: |
By God, it is a lie. I swear to God, it is a lie. I swear to Lord, it is a lie. |
Vallahi yalan, billahi yalan, tallahi yalan. |
If Islam was to truly appear. If they said, 'It has appeared from behind Mount Qaf and is coming,' those people who appear to have claimed Islam as their own would say, 'What kind of walls do we need to build to keep this out of our country? |
O (dinin hayata hayat kılınması/İslamiyet) gelmeye kalksa, "Kaf dağının arkasından çıktı, o geliyor" falan dense, bugün onu sahiplenmiş gibi görünen insanlar, "Acaba nasıl surlar/setler oluşturmalıyız ki, o, bizim memleketimize gelmesin. |
How convenient that we are able to mislead the nation with this, able to manage, and use it as our argument to realise our ambitions through these. |
Biz ne güzel milleti bununla kandırıyoruz, idare ediyoruz böyle; onu bir vasıta, bir argüman olarak kullanıyoruz, emellerimizi onun sayesinde gerçekleştiriyoruz. |
By means of this we are able to travel with 50 to 100 protected vehicles. |
Onun sayesinde zırhlı arabaların ellisi ile, yüzü ile seyahatler yapıyoruz. |
Purchase numerous aircraft. |
Uçak üstüne uçaklar alıyoruz. |
Construct buildings with thousands of rooms. |
Bin odalı, iki bin odalı yerler yapıyoruz. |
Owing to this. |
Onun sayesinde. |
Consequently, we say 'reputation', 'pride' and 'honour.'" These people in important positions of power in the government. |
Dolayısıyla 'İtibar.' diyoruz, 'Onur.' diyoruz" derler; kocaman bir devletin önemli bir yerinde bulunan insanlar. |
From this aspect I can make an oath. |
Bu açıdan da yemin ediyorum: |
They have no affiliation, not even in the slightest. |
Alâkaları yok, zerre kadar alakaları yok. |
If they did, their faces would be pointed towards the ground; they would act with the consideration that God is watching their every action. They wouldn't allow even a grain to be used that belongs to the people, with the consideration that they will be questioned for this in the afterlife; if they did they would be going from door to door and asking for forgiveness. |
Zerre kadar alakaları olsa, yüzleri yerde olur her zaman; Allah tarafından görülüyor olma mülahazası ile hareket ederler; millete ait arpa kadar bir şeyin kursaklarına girmesine meydan vermezler; bir arpanın hesabını verecek olma mülahazası ile öbür tarafa gitmek istemezler; demişler, etmişler ise şayet, kapı kapı dolaşırlar, "Hakkını helal et" derler. |
Yes, they have none of this. |
Evet, bunların hiçbiri yok. |
Yes they have none of this, and its best to say, 'none of this', its best to say no to these types. |
Hiçbiri olmadığına göre, bunlara esas teşkil eden şey de "hiç yok" demektir; bunlara esas blokaj teşkil eden şey yok demektir. |
Another aspect of chivalry is when one faces their own ego, and is critical of their own self. |
Fütüvvetin diğer bir buudu olarak, "hazm-ı nefs", bir insanın kendi nefsi ile yüzleşmesi demek, kendisini yerden yere vurması demek. |
As expressed by Bediüzzaman and attributed by the Honourable Umar, 'Question yourself before you are questioned'. |
Yine Hazret'in ifade ettiği ve üzerinde durduğu gibi, Hazreti Ömer efendimize müsned bir beyanda, "Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz" denir. |
As mentioned in the latest articles (from the Çağlayan magazine), what is meant by facing or questioning oneself is like a tanner hitting pieces of leather on the ground. |
(Çağlayan Dergisi'nde) son yazılıp çizilen şeylerde ifade edildiği gibi, insanın kendisiyle yüzleşmesi, kendisini debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi vurması. |
When speaking of virtues, it is appropriate to have such a mindset, as such, to say, |
"Fazilet" filan dendiği zaman da esasen "Allah Allah. |
'How do they ascribe this virtue to me?' |
Benim nereme yakıştırıyor bunlar bunu?" demesi. |
'I do not admire myself, and I'm not accepting of people who admire me' says Bediüzzaman, 'I do not like myself'. |
"Ben, kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum" diyor çağın insanı; "Ben, beni beğenmiyorum." |
The Pride of Humanity, the one creation was created in respect of, says: |
İnsanlığın İftihar Tablosu, yüzü suyu hürmetine varlık yaratılmış fakat diyor ki: |
'I am the son of a woman who ate raw meat.' |
"Ben, çiğ et yiyen bir kadının çocuğuyum." |
When people stood top greet him, he said, 'Do not stand up for me as the Persians do'. |
Kendisine ayağa kalktıkları zaman, "Acemlerin, büyüklerine ayağa kalktığı gibi kalkmayın" diyor. |
He warns those that stand up to greet him. |
Kendisine ayağa kalkmak isteyenleri uyarıyor. |
Compare this to the pharaohs... |
Şimdi firavunların haline bir bakın. |
They consider those who do not stand and praise to be treacherous, they consider it to be disrespectful and would possibly defame others and leave the place if they were greeted thus. |
İnsanlar ayağa kalkmasalar, alkışlamasalar, ayakta alkışlamasalar, kendisine ihanet sayıyor, sitem ediyor, başkalarına hakarette bulunarak belki de bulunduğu yeri terk edip gidiyor. |
Such people are those that couldn't contain their egos and their carnal self is at despicable heights. |
Bunlar, nefsini sindirememiş insanlar, nefsini konumlandırması gerekli olan yerde konumlandıramamış insanlar demektir. |
Those who do not hold onto generosity, chastity and lack an understanding of trustworthiness and mercy are truly not human. |
Ve o "kerem"e sahip olmayan, o "iffet"e sahip olmayan, o "emanet" duygusuyla serfirâz olmayan, o "şefkat" ile pâyidar olmayan, öylesine "hazm-ı nefs"te bulunmayan kimseler, insan değildirler esasen. |
Those who are not 'human' in this regard will have no spiritual chivalry, because chivalry encompasses several beautiful traits. |
Böyle "insan" olmayan kimselerde fütüvvet ve fetâlık hiç bulunamaz; çünkü pek çok güzelliği özünde toplayan bir halita şeklinde vasfediliyor, fütüvvet. |
Especially, the Honourable Ali is referred to as the epitome of bravery and heroism. |
Özellikle Ashâb-ı Kehf ve Hazreti Ali, yiğitlik timsali olarak anlatılıyor. |
They were indeed like that. |
Öyle idiler. |
They challenged the whole world. |
Meydan okudular. |
And when they understood that they could no longer resist, they migrated for the sake of God. |
Başa çıkamayacaklarını anladıkları zaman da hicret ve gaybubet ettiler. |
Essentially the great Messengers also did this. |
Esasen enbiyâ-ı ızâm da öyle yapmış. |
For them to hide in a cave unseen is not something that can be pre-planned. |
Onların gidip şerirler tarafından bulunamayacakları bir mağaraya tahassun etmeleri, istiğrap edilecek bir şey değil. |
The noble Moses from the Pharaoh |
Seyyidinâ Hazreti Musa da Firavun'dan. |
I do not want to use the word 'fled' |
"Kaçtı" tabirini onun hakkında kullanmak istemiyorum. |
Albeit the Qur'an uses that expression. |
Vakıa Kur'an, "kaçtı" tabiri kullanıyor: |
It says; |
Kendi diyor: |
'Then I fled from you when I feared (living together with) you (any longer), but (since then) my Lord has granted to me sound, wise judgment, and has made me one of His Messengers' (Ash-Shuara, 26:21). |
"Sizinle beraber bulunmaktan korkup kaçtığım için, Rabbim bana hâkimiyet lütfetti ve beni mürselînden kıldı" (Şuarâ, 26:21). |
Just as God describes him in this way, so too can he. |
O, kendi hakkında öyle diyebilir; Allah da O'nun hakkında bu tabiri kullanabilir. |
But when it comes to us, to those whom we keep in high regard and emulate we say that they have 'departed from a troublesome place and migrated in the cause of God to a purer place where they could fulfil their role'. |
Ama bize gelince, baş tacı edeceğimiz o insanlar hakkında, "O belalı, musibetli, zift bir yerden fonksiyonunu/misyonunu edâ edebileceği daha nezih bir yere hicret etti" dememiz lazım. |
When speaking of the noble Prophet Moses, it is appropriate to say, 'He has migrated in the cause of God to fulfil a greater role'. |
Seyyidinâ Hazreti Musa hakkındaki "ferre" kelimesini naklederken de "Daha önemli bir yerde misyon edâ etmek üzere hicret etti" demek uygun. |
Similarly, the Pride of Humanity has migrated in the cause of God. |
İnsanlığın İftihar Tablosu da hicret etti. |
He entered the dominion of Thawr, and to those behind him said 'do as I have'. |
Sevr sultanlığına girdi; arkadakilerine "Böyle yapın" dedi. |
Prophet Moses did the same. |
Hazreti Musa öyle yaptı. |
Our master Prophet Jesus did the same. |
Seyyidinâ Hazreti İsa öyle yaptı. |
John the Baptist did the same. |
Hazreti Yahya öyle yaptı. |
Some were caught. |
Ama bazıları ele geçti. |
The Qur'an states, 'They martyred the Prophets'. |
Kur'an Kerim ifade ediyor; "Peygamberleri öldürüyorlardı, şehit ediyorlardı" diyor. |
They were prosecuting those who spoke the truth. |
Bir şey anlatan insanları şehit ediyorlardı. |
Perhaps those that weren't killed escaped because their people were destroyed, like Prophet Noah, Prophet Hud, Prophet Salih and Prophet Lot. With the will and command of Almighty God. |
Belki öldürülmeyen insanlar da o kavimler helak olduklarından dolayı -Hazreti Nuh gibi, Hazreti Hûd gibi, Hazreti Sâlih gibi, Hazreti Lût gibi- işin içinden sıyrılmışlardı, Cenâb-ı Hakk'ın izniyle, emriyle, sıyânetiyle, inâyetiyle, riâyetiyle, hıfzıyla, kilâetiyle, hısn-ı hasîniyle. |
When the Pride of Humanity migrated in the cause of God to the dominion, the cave of Thawr. |
İnsanlığın İftihar Tablosu da öyle hicret ederken, Sevr sultanlığına. |
I will not say, 'sought refuge' because his entrance made the place sacred. |
"Sığındı" da demeyeceğim; esasen girdi, orayı kutsallaştırdı. |
The cave was awaiting him. |
Mağara, O'nu bekliyordu. |
The place he entered turned into a sultanate. |
Oraya girdi, orası bir sultanlık oldu. |
If you go there and rub the dust and soil of the place on your face it is worth it. |
Gitseniz, tozuna-toprağına yüzünüzü sürseniz, değer. |
Now the real topic is of the Seven Sleepers, or the Companions of the Cave. |
Şimdi asıl mesele, Ashâb-ı Kehf. |
The Companions of the Cave cannot cope with the assaults of Decius. |
Ashâb-ı Kehf de Dakyanus'un şerriyle başa çıkamıyorlardı. |
He used to crucify one person a day, each day. |
O, her gün bir insanı çarmıha geriyordu, her gün bir insanı çarmıha geriyordu. |
These people who left and sought refuge in the cave were also people of rank and in their kingdom. |
Oradan ayrılan ve gidip mağarada tahassun eden insanlar da saraya mensup insanlar idi. |
Particularly, Yamlikha also called by other names was directly one of the advisers and princes in the palace. |
Başkalarının başka isim ile yâd ettikleri, başta "Yemliha" dediğimiz zat, doğrudan doğruya saraydaki prenslerden, şehzâdelerden birisiydi. |
Still they were not given the right to live. |
Ama bunlar, iflah edilmediler, orada bile yaşama hakkı verilmedi. |
And a shepherd called 'Constantine' followed them as well. |
Ve bir de bunlara bir çoban takıldı; "Kefeştetayyuş" falan diyorlar, biz öyle diyoruz. |
Hamdi Yazır changed some of these names and the Persians also mention them with different names in their books. |
Hamdi Yazır bazılarının ismini değiştiriyor; İranlılar da farklı olarak sayıyorlar bunları, çevirdikleri dizide. |
We call them 'Yamlikha, Maximian, Malchus, Martinian, Dionysius, Serapion, Constantine and the dog Qitmir'. |
Biz, "Yemliha, Mekselina, Meselina, Mernuş, Debernuş, Şâzenuş, Kefeştetayyuş" ve bir de "Kıtmîr" diyoruz. |
Was that all of them? |
Hepsi bundan mı ibaretti? |
The Qur'an states: '(Instead of reflecting on the lesson to be learnt from the People of the Cave, people concentrate their interest on the details of the event.) Some will say they were three, the dog being the fourth among them; and some will say they were five, the dog being the sixth. |
Kur'an-ı Kerim, "(Ashâb-ı Kehf ve kıssasının verdiği dersler üzerinde düşüneceklerine, insanlar bizzat hadise üzerinde yoğunlaşıp ayrıntılara girecek ve) kimisi, 'Üç kişiydiler, dördüncüleri köpekleriydi.' diyecek; daha başkaları, 'Beş kişiydiler, altıncıları köpekleriydi.' diyeceklerdir. |
All guessing at random at (something related to) the Unseen' (Al-Kahf, 18:22). |
Bunların yaptıkları, gaybı taşlamaktan ibarettir" (Kehf, 18:22) buyuruyor. |
And finishes with the last statement: 'They were seven, the dog being the eighth.' |
Fakat "Bazıları da, 'Yedi kişiydiler, sekizincileri köpekleriydi.' diyecektir" beyanında sükût ediyor. |
'The end of discourse defines its conclusion.' |
"Ma'rız-ı beyanda sükût, hasrı ifade eder." |
Now when we approach the topic with this perspective, the correct number of companions seems to be seven, eight with the dog. |
Şimdi bu espriye bağlı olarak meseleye yaklaştığımız zaman, biraz "yedi" olduğu doğru gibi görünüyor, köpek ile beraber (sekiz olması) doğru gibi görünüyor. |
Perhaps, what happened in reality is that, they were seven, eight with their dog in the first place and then others might have had joined them afterwards. |
Belki bunların aslı, önemli rehgüzârları, rehberleri, rehnümâları yedi tane idi, sekizincisi köpekleri idi orada ama daha başkaları da gelip sonradan sığınmış olabilirler. |
As the verse states that 'God knows their number better'. |
Çünkü hemen orada "Onların adedini Allah bilir" diyor. |
In one sense, our judgement of 'Defining them as seven, eight with the dog' with the perspective of 'the end of discourse defines its conclusion.' |
Bir yönüyle o, "Ma'rız-ı beyanda sükût, hasrı ifade eder" deyip meseleyi "Demek ki yedi idi, sekizincisi köpek idi." |
This last statement defeats all judgements. |
Hükmümüzü de deliyor gibi, sonraki beyan onu deliyor gibi oluyor. |
Yes, the Companions of the Cave lived so that others may live. |
Evet, bunlar da yaşamalarını yaşatma meselesine bağlı olarak değerlendirdiklerinden dolayı. |
'It is worth living if we can spread His Majestic Name to the world. |
"Eğer O'nun nâm-ı celîlini dünyaya duyurursak/duyurabilirsek, yaşamaya değer. |
From now on, our only pain is making His Name heard. |
Bundan sonra gözümün ağrısı, O'nu duyurmak. |
Let us live if we can make His Name heard. |
O'nu duyurma var ise, biraz daha yaşayalım. |
There is no point in living if there are no chances of spreading His Name.' |
Yok, O'nu duyurma meselesi söz konusu değilse, yaşamanın da anlamı yok." |
Did you understand this? |
Anladınız değil mi bunu? |
As a matter of fact, we also see the reflection of these considerations: |
Nitekim bu mülahazaların yansımalarını da görüyoruz: |
When they come back to life, they take a look. |
Bir gün onlar hayata erdiklerinde, yeniden geriye döndüklerinde, bakıyorlar. |
How many years have elapsed? |
Ne kadar sene sonra? |
309 years. |
Üç yüz dokuz sene. |
That many years later, all of the people of that province gather there, their subsequent children and progeny. |
O kadar sene sonra, dirildiklerini gören insanlar, o bölgenin bütün insanları -torunu, torununun torunu, torununun torunu seksen yaşında- geliyorlar oraya. |
They look and see so many people have embraced belief. |
O da kendi kızıyla geliyor oraya, görüyorlar onları; dünya kadar insan iman etmiş. |
'It seems the mission is complete; and there is no point in us living any longer, we can pass away'. Thus they close their eyes one final time to the world, and open them to the next world. |
"Demek ki maksat hâsıl oldu artık, bizim yaşamamızın anlamı yok; biz, öbür tarafa göç edebiliriz" dolayısıyla bir daha gözlerini açmamak üzere yumuyorlar; bu dünyaya gözlerini yumuyor, öbür dünyaya gözlerini açıyorlar. |
Besides, they had been gazing at the next world with one eye anyway- glancing at this world only briefly with only their left eye. |
Zaten onlar bir gözleriyle hep öbür tarafa bakıyorlardı, sol gözleriyle dünyaya nîm-i nigâhta bulunuyorlardı. |
Such were the Companions of the Cave. |
Ashâb-ı Kehf, öyle idi. |
The Honourable Ali is referred to as the epitome of bravery and heroism. |
Hazreti Ali, yiğitlik timsali olarak anlatılıyor. |
He is the true representative of chivalry. |
O da fütüvvetin gerçek temsilcisi; onda da şüphe yok. |
During his time, he encountered many different corrupt ideas. |
Kendi döneminde değişik bâtıl düşünceler karşısına çıkmıştı. |
He had to deal with serious troubles similar to those of the Haruris in Harura who were strictly rationalist, to ISIS, to Boko Haram, to Murabiteen, the Kharijites and the like. |
Harûrîlerin Haravra'da bâtıl düşünceleri, her şeyi zâhire hamletmeleri gibi, bugünkü IŞİD gibi, Boko-Haram gibi, Murâbıtîn gibi, daha önce de aynı türden yaşamış insanlar gibi, Hariciler gibi, meseleleri zâhire hamleden kimselerin çok ciddî gâileleri ile başbaşa kalmıştı. |
The Honourable Sage Bediüzzaman considers the following in relation to the place of the Honourable Ali: |
Bir yerde Hazreti Pîr-i Mugân, şem'î tâbân fâikıyetleri ifade etme adına bu meseleyi değerlendiriyor: |
The fact that such issues did not arise, or did not grow out of hand during the rule of the Honourable Abu Bakr, Umar, and Uthman (especially in his earlier years) in one sense points to their superiority. |
Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Osman (hususiyle onun sadr-ı evvelinde) dönemlerinde o türlü problemlerin olmaması, onların problemleri yatıştırma, problemlerle başa çıkma mevzuunda bir fâikıyetlerini gösteriyor; bir rüchâniyetleri var. |
However, on the other hand, a man such as the Honourable Ali was required during the time that the Gog and Magog first surfaced, so that he could deal with it. This points to his virtue and status. |
Fakat bir yönüyle de Hazreti Ali efendimizin rüchaniyeti var; kendi dönemindeki -âdetâ Ye'cûc ve Me'cûc'un öncü kollarının ilk defa ortaya çıktığı o dönemdeki- hercümerçlere karşı "Ali gibi birisi olması lazımdı ki dayanabilsin." |
He says: |
Şöyle diyor Hazret: |
'In a society that contained the seeds of 73 different groups/schools of thought, intense tribulations, a hero with courage and foresight, the might of the Hashimites and the family of the Prophet, and a blessed strength, such as the Honourable Ali was needed. |
"Sonra inkişaf eden yetmiş üç fırka efkârının esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisatın zuhuru zamanında, Hazreti Ali gibi hârikulâde bir cesaret ve feraset sahibi, Hâşimî ve Âl-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzım idi ki, dayanabilsin. |
And yes, he was resilient. |
Evet dayandı." |
Here, in this respect, the one who wasn't preferred is better than the one chosen. |
Şimdi burada da mercûh, râcihe tereccüh ediyor. |
During his rule. |
Onun döneminde. |
During the Honourable Abu Bakr's time, many incidents of treason occurred, however during the time of the Honourable Ali, they used the language of the Qur'an and Sunnah to support their arguments and dissent. |
Vâkıa, Hazreti Ebu Bekir döneminde irtidat hadiseleri var; fakat Hazreti Ali efendimiz döneminde, onun karşısına çıkanlar meseleyi Kur'an argümanlı, Sünnet argümanlı ele alıyorlardı. |
Just as it is so in our day and age, there were many Muslim-looking hypocrites who came across them and of whom many people were deceived by. |
Günümüzde olduğu gibi, Müslüman görümündeki taylasanlılar, onun karşısına çıkmışlardı ve dolayısıyla bunlara aldananlar çoktu. |
But they could not compete against him; he continued on with his mission. |
Fakat orada başa çıkamadılar onunla; o, misyonunu devam ettiriyordu. |
In the end, they stabbed him in the back; on the way to the mosque. |
Ne var ki, bu defa arkadan hançerlettiler onu; mescide giderken hançerlettiler. |
May God protect us, they saw him as the leader of the dissension; when they realised they could not succeed him, they resorted to such measures. |
Hâşâ ve kella, onu "fitnenin başı" gibi görüyorlardı; başa çıkamadıklarını anlayınca, bu defa öyle. |
You know how they make spells and magic on your friends that they wish 'death' upon? |
Hani bir arkadaşınıza "Ölsün" diye elli defa ölümüne büyü yaptıkları gibi. |
What does this show? |
Bu neyi gösteriyor? |
That they do not find the sedition and dissension that they have undergone enough, with their grudge and rancour. |
Onların yaptıkları fitne ve fesadı yeterli bulamamalarını ve hınçlarını. |
They engage in casting such spells due to the idea 'let us murder this person so that this matter will be solved once and for all'. |
"Bunu öldürelim de tamamen meseleyi kökünden kurutalım" mülahazasındandır, elli defa büyüye teşebbüs etmeleri. |
It may work, it may not. |
Tutar, tutmaz. |
This is like what they tried on the Prophet as well. |
Bu aynı zamanda bir "şey"in, İnsanlığın İftihar Tablosu'na yaptığı gibi. |
The idea that the matter will be solved if we cast spells on him. |
"Şayet büyü ile O'nu devirirsek, dolayısıyla çözülme olur" mülahazası. |
Consider this. |
Bakın. |
A husband and wife... |
Karı-koca; biri o, biri de onun hanımı, aynı zamanda. |
Not finding the persecution they already put them through enough. |
Bu, bir yönüyle, yaptıkları mezâlim karşısında onu yeterli bulamama. |
To hurt someone they believe in power, at the top. |
Meseleyi, tepede gördükleri birini. |
This is associating partners with God essentially. |
Bu da şirk esasen. |
There is no top or bottom; those in this circle are on the same level. |
Tepesi-mepesi yok; bu daire içinde herkes düz seviyede, herkes aynı seviyede. |
Those of whom have gathered in a 'Qur'anic rationalism', believed in the truth of something, believed in the brotherhood of humankind, far beyond the values of Humanism; these are people who are striving to make a reality of these beliefs on Earth. |
"Kur'ânî makuliyet" içinde bir araya gelmiş, bir şeyin doğruluğuna inanmış, "insanlık kardeşliği"ne inanmış, Hümanizmin çok ötesinde ve üstünde bir şeye inanmış; yeryüzünde onu gerçekleştirmeye matuf hareket eden insanlar. |
These aren't the types to wither away with the death of such and such, with God's consent. |
Bunlar, falanın-filanın ölmesi ile dağılacak gibi değil, Allah'ın izniyle. |
But the others, they see other people like themselves. |
Fakat onlar, kendileri hakkında öyle düşünüyorlar; "Âlemi nasıl bilirsin? |
They attribute the gifts of God to other humans, falling into disbelief. |
Kendin gibi" dolayısıyla, şirke girerek, Allah'ın lütfunu/ihsanını şahıslara mal ediyorlar. |
As a side note: |
Yine, antrparantez: |
You know when it was said that 'he had one jacket', then one of them came out and said, 'what one jacket?' |
Hani "Tek ceketim var" filan deyince de kalktı birisi dedi ki, "Ne tek ceketi? |
He supposedly has a single jacket.' |
Tek ceketi varmış." |
I do not remember a time in my life where I knowingly lied; I don't even remember saying half a lie. |
Hayatımda bilerek yalan söylediğimi hatırlamıyorum; yalanın yarısını bile söylediğimi hatırlamıyorum. |
I will mention later, I even consider something being interpreted in a different manner as a thing that could be a sin for myself. |
Hatta -az sonra anlatacağım- yıllar önce târiz (bir sözün görünürdeki anlamından farklı bir mana kastedilerek kullanılması) olarak dediğim bir şeyde bile, "Acaba günah oldu mu?" endişesini taşıyorum. |
So up until now, I believe, someone has been confirmed lying three hundred times, confirmed three hundred separate instances of contradicting himself. |
Ee şimdiye kadar birisinin -zannediyorum- üç yüz tane yalanını, üç yüz tane de tenakuzunu, yan çizmesini, yanar-dönerliğini tespit ettiler, üç yüz defa. |
When I was being searched for, I was visiting friends who were completing their military duties. |
Ben arandığım dönemde, askerlik vazifesini yapan arkadaşları ziyaret ediyordum. |
When I was in the military barracks, there was a moment. |
Askerî kışlada olduğum öyle bir an, biri geldi. |
A soldier was walking in front of me; passed by a few times, looking at my face. |
Böyle önümde geziyor; bir öyle geçti, bir de böyle geçti, yüzüme baktı. |
After-all I was being searched for; my name and photo were on all the billboards. |
Ee ben aranıyorum, billboardlarda resmim var, ismim de yazılı. |
He was a soldier; I went to visit a soldier friend in the army barracks. |
O, asker; ben de askerî kışlada asker ziyaret ediyorum. |
He looked at me and asked, 'Are you Fethullah Hodja?' |
Baktı; "Sen Fethullah Hoca mısın?" dedi. |
I was squirming not to lie; I thought if I replied 'I'm not' it would be a lie; if I confirmed 'I am', they would arrest me, so instead I replied, 'By God, people look so alike to one another'. |
Ben yalan söylememek için kıvrandım; "Şimdi, 'Değilim.' desem yalan olacak; '...ım' desem, bu defa da hemen derdest edecekler" düşüncesiyle, "Vallahi" dedim "İnsanlar birbirine çok benziyorlar." |
All humans have a mouth, nose, eyes, ears; some of them happen to look quite identical. |
Hepsinin ağzı var, burnu var, gözü var, kulağı var; bazıları da birbirine çok benzer. |
Even such an insignificant lie has always made me uncomfortable. |
Yalanın meâriz nev'inden bu kadarı bile beni rahatsız etmiştir. |
Till this day I am still in discomfort; I wonder, 'What else could I have said in that moment?' |
Hâlâ sindiremiyorum içimde; "Acaba orada başka ne diyebilirdim ben?" |
Our master Prophet Abraham broke all of the idols with an axe and then hung the axe on the biggest idol. |
Seyyidinâ Hazreti İbrahim, bir baltayla putları kırdı ve sonra baltayı en büyük putun boynuna astı. |
When they asked him 'Who did this to our gods?', he pointed at the biggest idol and replied, 'This is the biggest of them, |
Kendisine "İlâhlarımıza bu işi kim yaptı?" diye sorulunca da, büyük putu gösterip, "Belki o yapmıştır. |
Ask them, if they are able to speak!' (Al-Anbiya, 21:63). |
Büyükleri o, ona sorun" (Enbiyâ, 21:63) dedi. |
'Maybe he committed it.' |
"Belki o işledi." |
He is referring to himself. |
Kendini kastediyor. |
Some change the words here. |
Buraya, vakıf koyanlar da var. |
He says, 'This is the biggest of them all.' |
"Büyükleri de işte şu" falan diyor. |
However, please forgive me, the fools think that Prophet Abraham is referring to the idols. |
Ama -bağışlayın, bağışlayın, bağışlayın, lütfen bağışlayın- enayiler zannediyorlar ki, o, putları kastetti. |
'The biggest one committed it.' |
Onu, onların büyükleri yaptı." |
So they understand it as though the biggest idol did it, he says, 'Maybe he did it. |
Onlar öyle anlasın, o da "Belki o yapmıştır. |
The biggest of them is a fool, just like all of you.' |
Büyükleri de şu enayi, sizin gibi" filan diyor onlara. |
However, on the day of judgement at the Supreme Court, at the lofty place of justice, when those who gather around him with the desire for intercession, he will reply, 'Due to that incident I cannot be of help. |
Fakat mahşerde, mahkeme-i kübrâda, ma'dele-i ulyâda etrafına "Şefaat" diye gidenlere, "O meârizimden dolayı ben yapamam. |
I was involved in such a taunt.' |
Öyle bir târizde bulundum ben" diyor. |
Because in a way, this is a different form of lie. |
Çünkü o, bir yönüyle hilaf-ı vakinin urba değiştirmiş şeklidir. |
We are believers, we believe like this. |
Biz, mü'miniz, meseleye böyle inanıyoruz. |
However, if some people lie a few times every day, |
Ama birileri her gün birkaç tane yalan söylüyorsa. |
'How do you view others to be? |
"Âlemi nasıl bilirsin? |
Like yourself', this is the spiritual chivalry of that side; you become full of that chivalry. |
Kendin gibi" bu da onun fütüvveti; fütüvveti ile serfirâz olsun. |
Yes, a young and chivalrous man who has dedicated himself to God's cause. |
Evet, fetâ. |
They would address the Honourable Ali as 'chivalrous'. |
Hazreti Ali'ye "fetâ" demişler; Hazreti Ali, fetâ. |
Let my soul be sacrificed for him. |
Ona canım kurban olsun. |
Ali is the symbol of bravery and fortitude. |
Ali, yiğitlik timsali olarak anlatılıyor. |
Within the conditions of their time and age, should the chivalry of an age reflect that time? |
Zamanın ve asrın şartlarının fütüvvete kendi boyasını çalması söz konusu mudur? |
It is always meant to be like that, however it is very difficult to achieve that peak and platform. |
Öyle olması lazım fakat o çizgiyi, o zirveyi tutturmak zordur. |
Achieving the level of the Companions of the Cave, Prophet Moses, Prophet Jesus or our master the Honourable Ali. |
Ne Ashâb-ı Kehf zirvesini tutturmak, ne seyyidinâ Hazreti Musa zirvesini, ne Hazreti İsa zirvesini, ne seyyidinâ Hazreti Ali zirvesini. |
It is impossible to reach their point. |
Bunları tutturmak mümkün değil. |
But this must be our aim; Prophethood, it is unattainable of course, but we must follow this path. |
Fakat hedefte o olmalı; nübüvvet, ulaşılmayan bir şeydir esasen; fakat hedefte o olmalı: |
'My Lord, bless us with their level of endeavouring on the path of the religion. |
"Allah'ım, bu mevzuda bize de o kadar gayret-i diniyye ihsan eyle. |
Let us do everything possible to carry Your Majestic Name to all four corners of the world.' |
Nâm-ı celil-i Sübhânîni dört bir yanda bayraklaştırmak için elimizden gelen her şeyi yapalım." |
Let them bark after us like animals; let us not even bat an eye. |
Havlayanlar, arkamızdan havlayıp dursunlar; onları kâle almayalım. |
As Ibn Hajar says: |
İbn Hacer'in dediği gibi: |
'If you throw a stone at every dog that barks, there would remain no stones on earth.' |
"Her havlayan kelbin ağzına bir taş atacak olsan, dünyada taş kalmaz." |
If you were to throw stones at all these deviants, there would be no stones left on earth. |
Eğer her bilmem ne yapan şeye bir taş atsan, yeryüzünde taş kalmaz. |
Let us walk straight on the true path, without batting an eye. |
Kâle almadan, doğru bildiğimiz yolda dosdoğru yürüyelim. |
Just as The People of the Cave did, just as the Honourable Abu Bakr did, just as the Honourable Umar did, just as the Honourable Uthman did, just as the Honourable Ali did. |
Ashâb-ı Kehf'in yürüdüğü gibi, Hazreti Ebu Bekir'in yürüdüğü gibi, Hazreti Ömer'in yürüdüğü gibi, Hazreti Osman'ın yürüdüğü gibi, Hazreti Ali'nin yürüdüğü gibi yürüyelim. |
This is also how it is today, but in accordance with the modern context. |
Günümüzde de böyle bu mesele; ancak zamanın şartlarına göre. |
Some have resorted to brute force in certain periods. |
Bazıları bazı dönemlerde kuvvet kullanıyorlar. |
As you can see, the People of the Cave did not resort to brute force. |
Ashâb-ı Kehf kullanmamış, gördüğünüz gibi. |
What did they do instead? They used the diamond sword of belief. |
Ne yapmışlar, imanın elmas kılıcını kullanmışlar. |
They used the diamond pillars of the mind and rationality. |
Aklın, mantığın elmas düsturlarını kullanmışlar. |
Bediüzzaman also emphasises using the 'Diamond principles of the Qur'an'. |
Çağın Sözcüsü de "Kur'an'ın elmas düsturlarını kullanmak" üzerinde duruyor. |
For, 'The sword has been sheathed' in this age. |
Bu çağda, "Maddî kılıç, kınına girmiştir." |
In some periods, people would confront you with swords. |
Bazı dönemlerde el-âlem, kılıç ile karşınıza çıkıyor. |
At such a time, the Honourable Ali strived against the Kharijites and Haruris that way. |
Benzer bir dönemde Hazreti Ali efendimiz, Hâricîlere karşı, Harûrîlere karşı öyle mücadele etmiş. |
That is how the Honourable Abu Bakr fought against the deviants. |
Hazreti Ebu Bekir ehl-i irtidâda karşı öyle hareket etmiş. |
But in contemporary society such things are buried deep under the ground and blocked off with huge boulders, never to be recovered. |
Ama günümüzde o türlü şeyler, tamamen kılıfına konmuş; buzdolabına da değil, toprağa gömülmüş; dirilmemek üzere de üzerine kocaman kayalar konmuş. |
The 'Qur'an' was conveyed, 'Sunnah' was conveyed, and 'explaining God through exemplary action and conduct' was conveyed. |
"Kur'an" denmiş, "Sünnet" denmiş, "Hâl ve temsil ile Allah'ın anlatılması" denmiş. |
The matter is tied to that, and never to other arguments. |
Mesele ona bağlanmış; onun dışında başka argümanlara hiç başvurulmamış. |
I believe that this is the spiritual chivalry that is essential today. |
Bence, günümüzün fütüvvetinin esası da budur. |
If we were also in a world like theirs, it would be our duty to act as Mus'ab and Ibn Jahsh did. |
Eğer öyle bir dönemde olsaydı, size de Mus'ab gibi, İbn Cahş gibi olmak düşerdi. |
'If only I had stood in front of Him like a shield.' |
"Keşke O'nun önünde olsaydım, kalkan gibi bulunsaydım." |
The poor soul before you has thought many times, 'If only I could have been there with Mus'ab, when his limbs were cut off, if only I could have raised my arms and neck.' |
Kıtmîr, çok defa düşünmüştür; "Keşke Mus'ab'ın yanında olsaydım, onun kolu-kanadı kırıldığı zaman, bu defa ben kolumu-kanadımı kaldırsaydım." |
But could I really have done all that? |
Ama acaba onu yapabilir miydim? |
As the Companions would say to the Successors, 'In those times, many would deviate in the face of very minute things, thank God for your situation.' |
Sahabenin, Tâbiîn'e dediği gibi, "O dönemde çokları çok küçük şeyler karşısında inhiraf ediyordu, halinize şükredin." |
God Almighty has not offered something that cannot be carried out in this day and age; no burden too heavy to carry has been put upon us. |
Cenâb-ı Hak, günümüzde taşınmayacak şey teklif etmemiş; teklif-i mâ-lâ yutak yok. |
If God wills, He will let us succeed in carrying this trust, without loading us with unbearable loads. |
İnşaallah, taşıyamayacağımız yükleri bize yüklemeden, bu emanetini taşımaya muvaffak kılar. |
And in doing so, we will represent the spirit of chivalry of this age, if God Almighty wills. |
Biz de çağın fütüvvet ruhunu böylece temsil etmiş oluruz, inşâallahu teâlâ. |
Those people in prisons can be viewed as such so long as they are not side-tracked. |
O hapishanedekilerine böyle bakılabilir ama çizgi kayması yaşamıyorlar ise. |
God, may He be glorified and exalted, considers that place, in a sense, as the dominion of the People of the Cave, the dominion of Thawr, the dominion of Hira, He pictures it as such; and grants the people in it with those values indirectly and relatively. |
Evet, Allah (celle celâluhu) orayı -bir yönüyle- Ashâb-ı Kehf'in Kehf sultanlığı şeklinde, Sevr sultanlığı şeklinde, Hira sultanlığı şeklinde değerlendiriyor, öyle resmediyor; içindekilere de zılliyet planında, izafiyet planında o değerleri lütfediyor. |
God is the All Graceful, He grants and blesses. |
Allah, Latîf'tir, lütfeder. |
We recite that Name; every day, 129 times, saying, 'O All-Subtle'. |
Biz de o ismi çekiyoruz; her gün, 129 defa, "Yâ Latîf" diye. |
'O Gracious Lord, whose grace has no limits and who grants His servants with blessings knowing their most secret needs. |
"Ey lütf u ihsanları hiçbir zaman kesilmeyen ve kullarının en gizli ihtiyaçlarını bilerek onlara nimetler yağdıran Latîf Rabbimiz. |
Make each blessing that you have granted us with a true benevolence about us and grace us in abundance. |
Başımızdan aşağı boşalttığın her nimeti hakkımızda hakiki ihsan kıl ve bize bolca lütufta bulun. |
You are the All Powerful; you possess strength and power and force; save us from being exposed to your wrath on the day of Judgement when everything gets scattered and everyone faces an irreparable loss.' We say, 'God is very kind to His servants'. |
Sen ki Kavî'sin; güç, kuvvet ve kudret sahibisin; her şeyin bozulup dağılacağı ve herkesin telafisi bulunmayan bir zararla karşı karşıya kalacağı kıyamet gününde bizi kahrına maruz kalmaktan kurtar." "Allah kullarına çok lütufkârdır" diyoruz. |
We remember Him as such; we are in line for the continuance of His blessings. |
O'nu öyle yâd ediyoruz; eltâf-ı Sübhâniyesinin dahasını beklemeye duruyoruz. |
(Let me finish with the words of the Honourable Sage Bediüzzaman that are suitable to my current state): 'O Lord! |
(Hazreti Üstad'ın şu anki halime muvafık sözüyle bitireyim.) "Yâ Rab. |
I am a stranger, I am lonely and weak, impotent, old and ill, and I have no choices at all; O God, I beg Your mercy, ask Your forgiveness, and I cry for help from Your Throne of Grace!' |
Garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvânem, alîlem, âcizem, ihtiyarem; bî-ihtiyarem, el'aman gûyem, afv cûyem, meded hâhem zidergâhet İlahî." |