The Youth and Being Entrusted

Many years ago I met with John O'Connor. Çok eski yıllarda John O'Connor ile görüşmüştüm.
He was worried, 'The youth are turning away from God, the Prophets and places of worship'  "Gençlik, yeni nesiller mabetten, Allah'tan, peygamberden uzaklaşıyor" diye serzenişte bulundu.
He even went to the extent of saying something not fitting his calibre as a knowledgeable person: Hatta o seviyedeki terbiyeli adama yakışmayacak bir söz söyledi:
'I would not want to be God's position in this situation.' "Bu durum karşısında Tanrının yerinde olmayı hiç istemezdim."
Intending to adjust his comment out of courtesy, I said 'It is not fitting for a cardinal who has dedicated his life to this job to talk about the Divine Being in this manner.' Ben, nezaketle, onun o düşüncesini tadil etmeye matuf, "Ömrünü tamamen bu işe vermiş bir kardinalin, bu mevzuda, Ulûhiyet hakkında böyle demesi çok şık düşmedi" dedim.
He said, 'You are right, I made a mistake.' "Çok haklısınız" dedi, "hata ettim ben."
He was a very courteous man. Çok terbiyeli bir adamdı.
Yes, in this part of the world the youth are turning away from places of worship. Evet, buradaki gençlerin mabetten uzaklaşma halleri var.
I say this because: Şunun için dedim bunu:
When someone came here he insistently told us: Buraya birisi geldiğinde ısrarla bize şöyle dedi:
'Beware of being assimilated here. "Aman burada asimilasyona karşı dikkatli olun.
Do not melt away and become lost in this society. Bu toplum içinde erimeyin.
Protect your own values. Kendi değerlerinizi koruyun.
Others who have come before you lost their identity in American society.' Sizden evvel münferit gelen değişik toplumlar, burada Amerika toplumu içinde eridiler."
He said this and persistently recommended us to stay where we are, to keep our identity. Böyle dedi, dert yandı ve bize yerimizde durmamızı, değişmememizi ısrarla tavsiye etti.
I think if you stay where you are and you are determined to stand against assimilation... Zannediyorum, siz sıkı durursanız, değişmezseniz, asimilasyona karşı kararlı bulunursanız.
While being a member of society... Tabii bu toplumun bir ferdi olarak, birer ferdi olarak esasen.
American society... Amerika toplumu artık.
It does not matter where you come from; from now on you are a member of American society. Siz nereden gelirseniz geliniz, bu önemli değil; artık bundan sonra siz bu Amerika toplumu içinde, Amerika toplumunun birer ferdisiniz.
Nobody should fail to become a member of society, but protecting your own values is something else. Onda kusur etmemek lazım ama herkesin kendi değerlerini koruması da ayrı bir mesele, detayına kadar.
There is no need to contradict ourselves. Kaçamak bir şey yapmamak lazım:
'If we observe our prescribed Prayer next to these people, they might think differently of us. "Biz namazlarımızı bunların içinde kılarken, şöyle düşünürler, böyle düşünürler.
So it's best that we don't observe the prescribed Prayer when we are next to them. En iyisi, bunlar ile beraber olduğumuz zaman, namaz kılmayalım.
As women, if we wear out headscarves, they will treat us differently.' (This is a contradiction). Tâife-i nisâ (kadınlar) olarak, başımızı kapatırsak, onlar bir tavır alırlar." (Bunlar kaçamaktır.)
Whereas if hold fast to our values and at the same time respect their religious and national values, it would be more genuine. Oysaki kendi değerlerimize sımsıkı bağlı olmanın yanında, aynı zamanda onlara, onların değerlerine, dinî değerlerine, millî değerlerine saygılı olursak, daha inandırıcı oluruz.
Being secretive will scare people and cause them to ask, 'What are these people up to?' Kaçamaklar, insanları ürkütücü olur; "Ne çeviriyorlar, ne fırıldak peşindeler?" falan derler.
We must be ourselves and this does not mean disrespect their values.  Bence ne isek, onu ortaya koymalıyız; fakat o şekil, esasen onların değerlerine saygılı olmaya da mâni değildir.
I might have mentioned this in the past. Belki bunu daha evvel de, Fakir, âcizâne arz etmişimdir.
Me mentioning this might have no value. Ee benim arz etmem de bir kıymet ifade etmeyebilir.
You know better than me as you are on the field;  Sizler benden iyi biliyorsunuz, bu işin içindesiniz; 
may God make your efforts worthy of thanks. Cenâb-ı Hak, sa'yinizi meşkûr etsin.
In the 1960's, I organised my third retreat camp in Izmir. Ben, 1960'lı yıllarda, İzmir'de üçüncü kampı yaptım.
But during that camp, there were not as many people as there are here now. Fakat üçüncü kampta bile bu kadar insanımız yoktu ve bir tek yerde kamp yapılıyordu.
This is a success and benevolence that God has granted you as a response to your effort. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın sizin sa'y ve gayretinize ihsan ettiği bir başarı, bir lütuftur.
Yes, in my own Muslim majority country... Evet, kendi ülkemizde, Müslüman olan insanlar.
I was in charge of the Kestanepazarı boarding house and it had two hundred students. Ben idareci idim Kestanepazarı'nda; oranın iki yüz talebesi vardı.
That means I was unsuccessful there as well! Demek ki onu da götürememişim.
There were students from other cities in attendance; we used to camp in tents.  Dıştan gelenleri vardı; çadırlarda bir kamp yapılıyordu.
But now, God has blessed us with the opportunity to organise retreat programs in modern conditions where everyone can participate.  Fakat Cenâb-ı Hakk ihsan etti; şimdiki kamplar herkesin iştirak edeceği şekilde, modern şartlara uygun; yeme, içme, yatma.
This might come off as strange to you, but I was the cook during the first two camps we organised. Size tuhaf gelir de mesela, ilk iki kampta yemeği de ben yapıyordum.
Food for sixty, seventy or one hundred students... Altmış talebe, yetmiş talebe, yüz talebe; yemeği de ben yapıyordum.
Yesterday someone reminded me; Dün de birisi hatırlattı, 
I tried to relax them with my words:  latife-vâri söyledim:
When I used to make rice pudding, I used to sit in front of my tent with a pot. Sütlaç yaptığım zaman, çadırımın önünde oturuyordum; kazanla getirip koyuyorlardı.
The students used to grab their bowls and come to my tent.  Kepçeyi elime alıyordum, onlar da kendi çanaklarını ellerine alıp geliyorlardı.
I used to serve them rice pudding and say, 'Drink milk and send blessings and greetings to the Messenger of God' peace and blessings be upon him. Ben onların çanaklarına birer kepçe sütlaç atıyordum; "Süt iç; Allah Rasûlü'ne salât u selâm oku"(sallallâhu aleyhi ve sellem) diyordum.
They used to like this. Onların da hoşuna gidiyordu:
Modernisation allows this to occur more easily today. Modernizasyon, bu meseleyi daha bir yaşanır, daha bir yapılır hale getiriyor.
Both parents and students do not feel worried anymore. Ne anne ne baba ne de talebeler bu mevzuda ürkmüyorlar, irkilmiyorlar.
All praise be to God. Elhamdülillah.
And so many people... Bir de bu kadar insan.
It is not only happening here;  Ama bu bütünü değil bu işin; 
our friends are holding similar programs in different states;  değişik eyaletlerde arkadaşlar aynı programı yapıyorlar; 
my current students went to different places to join these programs. buradaki, halkadaki arkadaşların her birisi de bir yere gitti, hâlâ gidiyorlar, bir yerlere gidiyorlar.
I think it is very important to exhibit and display the beauty of Islam and the religious system brought by the God's Messenger, peace and blessings be upon him. Ee bence Müslümanlığın güzelliğini, Allah Rasûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdiği din sisteminin güzelliğini burada sergileme, burada gösterme, çok önemli bir şey.
Indeed, these people, your friends... Evet, sizin bu insanlarınız.
Young, old; junior, senior... Genç, ihtiyar, küçük, büyük.
Some are middle school students, some are high school students and others university students. İşte zannediyorum ortaokul talebesi, bazıları lise talebesi, üniversite talebesi, sizin dediğiniz gibi.
I feel an instant connection with some of them. Bazen gözümün ısındığı insanlar da var.
Not everybody may be at the same level; but the synergy and spirit they have may align everybody at the same point. Belki herkes o kıvamda o işe hâhişkâr olmayabilir; fakat o sinerji, herkesi o çizgiye getirebilir.
Being together... Beraber olma.
The obligation of observing the prescribed Prayers in congregation. Namazın cemaat ile kılınmasının meşruiyeti.
Ahmad ibn Hanbal considers congregation as a fundamental principle of the prescribed Prayers. Hatta Ahmed İbn Hanbel gibi bir âlimin "Namazın rükünlerinden" sayması onu.
He is of the opinion that the congregation is necessary to conduct the prescribed Prayers. Ve onun bir diğer kavli de onun vâcib olması, cemaatin vâcib olması.
I believe that standing shoulder to shoulder in congregation, feeling that excitement, passing of the excitement of the Prayer from one person to the next and leaving the Prayers with a heightened synergy is very important. Zannediyorum o cemaatteki omuz omuza verme, o heyecan teâtisi, heyecanın ondan ona, ondan ona geçmesi ve bu sayede çok ciddî bir sinerji ile geriye dönme mevzuu çok önemli.
In the words of the Honourable Sage Bediüzzaman; forming a line of Prayer, followed by another line, followed by another, and another... Hazreti Pîr'in ifadeleri içinde, siz burada böyle halka olduğunuz gibi, hani buradaki halka gibi, arkada da bir halka, arkada da bir halka, arkada da bir halka.
These lines and circles would continue until the Lote-tree of the Utmost End; until the circle of the angels. Bu halkalar devam ediyor ta Sidretü'l-Müntehâ'ya kadar; meleklerin halkasına kadar devam ediyor.
Everything you say is also uttered by the angels; what you say with a weak voice is echoed as though from an enormous chorus: Dediğiniz her şeyi, onlar da diyor; sizin âcizâne dediğiniz şeyin yerine, esasen koskocaman korodan bir ses gibi çıkıyor orada:
'My Lord! "Allah'ım.
Personal servanthood is not sufficient. Tek ubudiyet ne demek; 
As united servants of You, we, all the people within this circle serve You, and seek Your help for the sake of our servanthood.' Congregation means handling this matter in such a sublime manner. biz hepimiz bu halkalar içindeki insanlar olarak Sana kullukta bulunuyoruz ve o kulluk adına da yardımı yine Sen'den istiyoruz" deme gibi meseleyi gayet ulvî şekilde ele alma mevzuu; cemaat.
This matter should not only be analysed in terms of the prescribed Prayer. Şimdi bu meseleyi sadece bir namaz açısından da ele almamalı.
Congregations form during the Prayers; and can change forms in the Friday and Eid Prayers, playing around with their formats. Hani namaz kılarken oluyor cemaat; Cuma'da, bayramda ayrı bir şey oluyor, formatla oynamak suretiyle.
God forbid, let us not call it 'playing around with the format'; it is the will of the All-Just God. Haşa ona formatla oynama demeyeyim; fakat Cenâb-ı Hakk'ın takdiri.
The Friday Prayer is different, so is the Eid Prayer, some blessed nights and the five Daily Prayers. Şimdi Cuma başka, bayram başka, bazı mübarek geceler başka, günde beş vakit başka.
By means of making them different, they all have a unique taste and pleasure;  Bunlar bir de böyle değiştirilmek suretiyle her birisinin kendine göre bir tadı, bir halâveti var esasen; 
they are like different types of spiritual nourishment. mânevî gıda gibi bunlar.
Those who deem these as nourishment over time will taste this nourishment,  Ve onları birer gıda gibi duyanlar da zamanla duyuyorlar ne demek olduğunu; 
they would know what I mean. onlar bu dediğim şeyleri de anlarlar.
But we try to provide the same taste of spiritual delight to those who share the same path with us; our people, our youth, our friends, our supporters and our sympathizers. Fakat biz aynı zamanda insanımıza, gençlerimize, kardeşlerimize, dostlarımıza, taraftarlarımıza, sempatizanlarımıza, bizimle aynı yolda yürüyenlere, aynı güzergâhı takip edenlere aynı zevki, aynı ruhânî zevki, aynı ruhânî hazzı tattırıyor, tattırmaya çalışıyor ve duyurmaya çalışıyoruz.
You are raising them like architects, those who will take over jobs you are doing today in the future. Evet, bugün sizin yaptığınız şeyleri gelecekte yapacak bu arkadaşları birer mimar gibi yetiştiriyorsunuz.
You are not letting others say, 'What will happen after you?' "Sizden sonra ne olacak?" falan dedirtmiyorsunuz.
Whatever those, who will come after us, say will happen. İşte bu arkadakiler ne diyorsa, o olacak.
Yes. Evet.
In this respect, their ideal state, developing their true form, shows that this responsibility, this trust will never be abandoned, with God's permission and grace. Bu açıdan onların kıvamı, tam formlarını kesp etmeleri, Allah'ın izni-inayeti ile, o emanetin hiçbir zaman sahipsiz kalmayacağını gösteriyor.
Ethics and qualities are crucial. Ahlak ve evsâf çok önemlidir.
Our noble Prophet states: 'God does not look at your form, rather at your heart and deeds'. Bir hadis-i şerifte, "Allah sizin suretlerinize bakmaz; asıl, kalblerinize (ve amellerinize) bakar" buyuruluyor.
When saying, 'God does not look at your form', not looking at your shape, nature, physiognomy or external appearance. "Allah (celle celâluhu) sizin suretlerinize bakmaz" derken, bunu, şeklinize, mahiyetinize, fizyonominize, boyunuza, posunuza, edâ-endamınıza, yüz takallüslerinize, bakışlarınızdaki büyüleyiciliğe bakmaz şeklinde anlamak gerekir.
He does not look at these. Bunlara bakmıyor.
Another narration says, 'God, may He be glorified and exalted, looks at your heart and your deeds.' Diğer rivayet, "Allah, sizin kalblerinize bakıyor ve amellerinize bakıyor (celle celâluhu)."
That is what He evaluates. Sizi değerlendirme kategorisinde ele alırken, ona bakıyor.
In this respect, all the attributes of a believer might not be worthy of a believer. Şimdi bu zaviyeden, esasen her mü'minin her sıfatı mü'min olmayabilir.
They claim to 'believe' but they have not been granted with 'exalted morals.' May God protect us from it, they have no relation to worship and obedience. "Mü'minim" diyor fakat "ahlâk-ı âliye"den nasibi yoktur, hafizanallah; ibadet ü taat ile alakası yoktur.
They would say, 'I believe in God,' or the likes of it, however they would not have any diligence in strengthening or evaluating this connection. Böyle, "Allah'a inandım" falan diyordur ama o mevzuda, münasebetini güçlendirme/değerlendirme mevzuunda herhangi bir gayreti de yoktur onun.
At the same time, they lie, they slander. Aynı zamanda yalan söyler, iftira eder.
Just as many of today's journalists and people in the media fly from one contradiction to another, from one lie and slander to another. Hani günümüzde bir kısım jurnallerin, medya mensuplarının hep yalan söyledikleri, iftira ettikleri, tenakuzdan tenakuza (yani zıt şeyden zıt şeye, birbirine ters şeyler içinde ondan ona) uçtukları gibi.
To fly from one to the other;  Ondan ona uçmaları, ondan ona doğru kanat çırpmaları; 
these are things that happen often in our time and these are all attributes of an unbeliever. bunlar günümüzde çok yaşanan şeyler ve bunların hepsi kâfir sıfatı.
To cultivate a dislike for these attributes; to rather develop the desire to be the perfect human, to possess the feeling of life through righteousness and direction is very important. Bunlara karşı insanlarda bir nefret hissi uyarma; daha doğrusu kâmil insan olma, doğruluk ile, istikamet ile yaşama duygusu hâsıl etme çok önemlidir.
There is a Turkish proverb. Hani bir Türk atasözü vardır, 
Those who are familiar with Turkish culture would know but those born and raised here may not remember. Türk kültürüne vâkıf olanlar bilirler ama burada doğmuş, burada neş'et etmiş olanlar hatırlayamayabilirler:
They say, 'The liar's candle burns until dusk.' "Yalancının mumu, yatsıya kadar" derler.
Well slander is the same, defamation is the same, division is the same, and gossip about one another is also the same. Ee iftira da öyledir, birini karalama da öyledir, ayrıştırma da öyledir, birinin gıybetini etme de öyledir.
Unethical attributes and habits of the likes that we term 'evil conduct' are all a few steps away from disbelief. Bunun gibi ne kadar "mesâvi-i ahlak" diyeceğimiz, kötü ahlak, kötü huy varsa, bunların hepsi böyle birkaç adım küfre yakın şeylerdir.
May God protect us from it, if one repeats these without much care, one day, without realising they will find themselves right in the centre of it. Hafizanallah, insan umursamadan bunları tekrar edip duruyor ise, hiç farkına varmadan bir gün "cup" diye onun göbeğinde kendisini bulur.
That is why the Pride of Humanity, peace and blessings be upon him, says: Onun için İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:
'When one commits a sin, for example tells a lie, writes a lie, defames someone with lies and slander, a stain appears on their heart.' "İnsan, günah işlediği zaman, diyelim ki yalan söylediği zaman, yalan yazdığı zaman, yalan ile iftira ile birini karaladığı zaman, kalbinde bir leke meydana gelir." 
When we say heart we mean the spiritual dimension of the 'cone shaped' organ, pumping blood within us. "Kalb" derken, içimizde kan pompalayan o "sanevberî" organın melekûtî buudu.
Our predecessors would say this in old medicine, shaped like a pine cone. Eskiler böyle derdi eski tıpta, anatomide; sanevberî, çam kozalağı demek.
By God, it is not even like a pine cone; it is way more perfect than that.  Vallahi, çam kozalağı gibi de değil; o kadar mükemmel ki.
Stored within that heart are so many functions. Onun da kendi içinde, o anatomi ile o kadar değişik misyonu/fonksiyonları falan var ki.
When taken into consideration, it is a brief summary of the universe Bunlar nazar-ı itibara alınırsa, kâinatın bir hülasası.
(This was a side note). (Bu antrparantez idi.)
There will emerge a mark, with each mark that appears on the heart, more will be invited to form. Orada bir leke olur, leke meydana gelir ve kalbde meydana gelen her leke, başka bir lekeye çağrıdır, aynı zamanda.
Consequently, there will come a time when one will become deaf to the truth, unbothered by evil. Dolayısıyla zaman gelir, artık o, hakkı hiç duymaz olur; fenalıktan da rahatsızlık duymaz; eder eyler, yine kalkar zil takar oynar.
Yes, to be certain and steadfast in your opinion regarding this matter, to protect our values, and not be distant to them, with God's consent.  Evet, bu mevzuda kararlı durmak, kendi değerlerimizi korumak; uzaklaşmamaya bakmak kendi değerlerimizden, Allah'ın izniyle.
In this way, over time, this will become a part of their original disposition, just as how eating, drinking and sleeping are a necessity, one will naturally do those things as well without much effort. Böylece insan bir gün onları tabiatının bir derinliği haline getirmiş, içine o kadar sindirmiş olur ki, yemek gibi, içmek gibi, uyumak gibi diğer beşerî ihtiyaçlar gibi, garîze-i beşeriyeler gibi, onları da hiç o mevzudaki emirleri düşünmeden yapmaya başlar.
By even not considering the commandments, as part of one's nature, almost instinctually, always moves towards that direction, being unaware. O mevzudaki emirleri nazar-ı itibara almadan, tabiatının gereği olarak, âdetâ bir içgüdü ile hep o istikamete sürüklenir, farkına varmadan.
The Prayers we perform, fasting, everything... O bizim kıldığımız namaz, oruç, hepsi.
Such things no longer need reminders or pushing, rather they have become habits, needs.  O mevzudaki emirleri nazar-ı itibara alarak, o dürtü ile onlara gidiyor değiliz; belli bir alışma artık, belli bir ihtiyaç.
For example, someone who isn't familiar with the Night Vigil, if they were to perform it for five to six months consistently and when they skip a day, I am assuming they will make up for it as if they have missed an obligatory Prayer.  Mesela hiç Teheccüd bilmeyen bir insan, o Teheccüd'ü beş-altı ay kılsa, bir gün kaçırsa, zannediyorum kalkar onu kaza eder.
I believe this. Evet, inanıyorum buna.
Similarly, if they skip a supererogatory Prayer, they will question themselves saying, 'Why?' Aynen onun gibi, bir Evvâbîn'i kaçırsa, "Yahu niye?" der.
This doesn't include the five Daily Prayers; rather the optional or supererogatory deeds. Hani beş vakit namaz değil; nafile, "zevâid" diyoruz buna.
All this becomes a means for closeness to God. "Kurb-i Nevâfil"e vesile oluyor bunlar.
God Almighty states in a Prophetic tradition: Kudsî hadiste Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
'If one has succeeded in their obligatory Prayers and supererogatory Prayers, I will be the eye with which they see, the ear with which they hear, and their walking legs.' "Farzları yapar, nafileleri de yaparsa, gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum."
These are allegorical expressions,  Bunlar da müteşâbih ifadeler; 
indeed, He means, 'I will engage in greater correspondence with those who engage in these'.  yani, artısı ile mukabelede bulunurum, mukabelede artısı ile bulunurum" diyor.
And just like this, if people engage in an act regularly, it will slowly become part of their nature. Aynen bunun gibi, o işi yapa yapa tabiatının bir derinliği haline gelir; artık hep yapmaya durur onu.
And this applies to both acts of good and evil. Kötülükler de öyledir, iyilikler de öyledir.
Your loyal friends travelled to different parts of the world.  Dünyanın değişik yerlerine, sizin vefalı arkadaşlarınız, açıldılar.
With only their bags in their hands, they migrated. Ellerine çantalarını aldı, oralara öyle gittiler.
'Any worldly expectations will leave deeds belonging to the afterlife in a dire state; it will even affect worldly actions.  "Dünyevî herhangi bir beklenti, âhirete ait işleri, hatta dünyevî işleri bile, akîm bırakır."
But they did not expect anything for this life or the next. Ama onlar, dünyevî beklentiye de uhrevî beklentiye de girmediler.
They said, 'Let us go to the four corners of the world to spread the message of our noble Prophet, peace and blessings be upon him.  "Dünya kardeşliğini dünyanın dört bir yanına duyurmak için, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mesajları içinde duyurmak için, önümüze neresi çıkarsa oraya gidelim" dediler.
And this then turned into something so sweet.  Sonra bu, öyle tatlı, öyle şeker-şerbet bir şey oldu ki.
I remember that period, and the times when names were picked out of a cap and now, so many people go to different places of the world, so many that their names would not fit into a cap anymore.  Ben o dönemi de hatırlıyorum, daha sonra makineden kuraların çekildiği dönemi de hatırlıyorum; böyle külahın içine sığmayacak kadar, her sene çok değişik yerlere insan gitti.
I am still astounded; they went, they opened schools. It's been 20 years, 40 years.  Hayret ediyorum; gittiler, okullar açtılar; yirmi sene oldu, otuz sene oldu, kırk sene oldu orada.
At the same time, they planted seeds on a platform of love, and were welcomed by everyone.  Aynı zamanda sevgi zeminine otağlarını kurdular; herkes tarafından hüsn-ü kabul görmeye başladılar.
Consider that many people have dedicated their lives to enmity, and have been consumed with destruction. Düşünün ki, günümüzde bir kısım düşmanlığa, kine, nefrete hayatını programlamış insanlar, senelerden beri açık-kapalı tahribat için uğraşıyorlar.
The candles and lights those beautiful young people lit are still burning, illuminating the world. Arkadaşlarımızın, o genç arkadaşlarımızın, çiçeği burnunda delikanlıların gittikleri yerlerde tüttürdükleri o ocaklar, tutuşturdukları o mumlar hala pır pır yanıyor, o cihanı aydınlatıyor.
Despite their evil actions, their actions only affected 10% of your initiatives.  Tahribatlarına rağmen yüzde on nispetinde ancak tesirleri olabildi.
As you know, destruction is easy. Oysaki tahrip, kolaydır.
Just as the Honourable Sage Bediüzzaman says: Hani diyor ya Hazreti Pîr-i Mugân, Şem'-i tâbân:
One child can destroy a whole building with a single bomb. Bir çocuk, kocaman bir binayı, içine bir bomba atar, harâb eder.
But constructing such a place requires ten or twenty years. Fakat böyle bir binanın yapılması, on sene, yirmi sene ister.
Especially if you decide 'to ornament it with the original patterns', interior designs would even take longer than that. Hele "Eski deseni tam işleyeceğiz" falan deyince, orada iç dekorasyonu falan da düşününce, zannediyorum çok zamanınızı alır sizin.
Now, people, whose purpose in life is destruction, spent tremendous amounts of money all around the world; but with God's permission and grace, they were able to realise just 10 per cent of their intentions. Şimdi, meslekleri tahrip etmek olan insanlar, etek etek para döküyorlar dünyanın değişik yerlerinde; fakat, Allah'ın izni-inayeti ile, tahrip düşünceleri ancak yüzde on nispetinde tesirli olabildi.
God bestowed His many favours upon us; Cenâb-ı Hak, çok değişik şeyler lütfetti; 
with His permission, these are references as to what else He will offer in the future. inşaallah lütfettiği şeyler, lütfedeceği şeyler adına en önemli referanstır.
God has never abandoned people who walked and progressed on His path. Allah, Kendi yolunda yürüyenleri ve belli kazanımlar sergileyenleri, hiçbir zaman o yolda yüzüstü bırakmamıştır.
He always multiplied His blessings.  Bir verdiğini iki vermiş, iki verdiğini üç vermiş.
He says: Öyle diyor:
'When My servant comes closer to Me, I take a step closer to him.' "Kulum, Bana bir karış gelirse, Ben ona bir adım giderim."
This is an analogy; God, rather, is figuratively exempt from taking steps. Mukabeledir bu; Allah, adım atmaktan münezzehtir, mukaddestir.
'If He takes one step towards Me, I will come strolling towards him. "O, bana bir adım attığı zaman, Ben, gezerek gelirim ona.
If he comes strolling towards Me, I will come running to him.' O, gezerek gelince, Ben, koşarak."
Whatever you do, He will approach you from all angles to return His favour and respond with His bounties. Hep sizin yaptığınız şeyin önünde ve üstünde bazı şeyler ile mukabelede bulunuyor, karşılığını veriyor.
You do one, He responds with ten; you do ten, He responds with 100. Bir yapıyorsun, on veriyor; on yapıyorsun, yüz veriyor.
God expresses this as such in a Prophetic tradition. Kudsî hadis-i şeriflerinde, Cenâb-ı Hak, öyle ifade buyuruyor bunu.
In this respect, whatever service you devote yourself to, your duties and responsibilities towards Him will never go to waste. Bu açıdan da ister dünyevî hizmetleriniz, isterse O'na karşı vazife ve sorumluluklarınız; bunların hiçbiri boşa gitmez.
However, no one, including the great Prophets, was rewarded on this path unless they suffered. Ama Enbiyâ-ı ızâm dâhil hiçbir kimse de esasen bu mevzuda bazı şeyler çekmeden umdukları şeylere nâil olamamışlardır.
The blessed words of the noble Prophet are the greatest of words; as He is the master of humankind, and his words are the master of words. O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek sözleri, sözlerin efendisidir; kendisi insanlığın efendisi, sözleri de sözlerin efendisidir.
He states:  Buyuruyor ki:
'Paradise is surrounded by things that people (by their nature) find distasteful and difficult. "Cennet, mekârih ile (tabiatının muktezası olarak insanın çok da hoş karşılamayacağı şeyler ile) kuşatılmıştır.
And Hell is surrounded by people's animalistic emotions, carnal desires, tendencies to eat, drink, sleep, and other desires of the flesh, and humanity's pursuit of these.' Cehennem de insanın şehevî duyguları, garîze-i beşeriyesi, yeme-içme-yatma gibi istekleri, daha başka cinsî arzuları ve onların arkasından koşmaları ile kuşatılmıştır."
To surpass these, and bear the former, those things that appear distasteful and difficult will render such rewards to people.  İşte onları aşma, onlara katlanma, o "ikrâh" kelimesinin işaret ettiği insanların zorlanarak yapacağı şeyler, insana öyle şeyler kazandırır ki.
Because of this, by its nature, 'The worst trials befall the Prophets, and then, in order, those close to God according to their ranking'.  Onun için, hani onun bir gereği sanki, "Belanın en çetini, en zorlusu, peygamberlere; ondan sonra da derecesine göre Allah'a en yakın olanlara."
At this time, the chance of straying, of individuals losing their way is very great. Şimdi, kayma zemininin çok güçlü, çok tesirli olduğu bir dönem.
And in a foreign land... Böyle yabancı bir ülke.
The culture, values, etc. Burada görenek, gelenek falan.
These can take great tolls on a person's spirit.  Bütün bunlar, insanların ruhlarında çok ciddî tahribat yapar.
Notwithstanding all of these, the one who remains upright, confident, and true to their values, upstanding, a raised sculpture of their very spirit, I think would be worthy of such favour in the sight of God, we cannot comprehend.  Böyle bir şey olmasına rağmen, kendi değerleri ile dimdik, bir âbide gibi hep ayakta duran bir insan, ruhunun âbidesini her zaman dimdik ayakta tutan bir insan, zannediyorum, nezdi-i Ulûhiyet'te öyle şeylere erer ki, aklımız ermez bizim bunlara.
Such was the case of the great Prophets. Enbiyâ-ı ızâm da öyle olmuş.
Let me give an example. It is a small occurrence but significant as it pertains to the noble Prophet, peace and blessings be upon him.  Hani çok küçük bir örnek ama meselenin O'na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait olması itibarıyla çok kıymetli bir örnek:
In Mecca, until the age of 40, they used to call our noble Prophet, 'The Trustworthy '. Mekke-i Mükerreme'de Efendimiz'e kırk yaşına kadar "Emîn; en doğru insan" diyorlar.
They solved a lot of problems by consulting him and appointing him as their mediator.  Çok meseleyi, O'nun hakemliğine müracaat ederek çözüyorlar.
In fact, you may remember the incident involving the placement of the 'Hajaru'l-As'ad' (the Most Auspicious Stone) when they were restoring the Ka'ba. Hatta Kâbe-i Muazzama'ya Hacerü'l-Es'âd'ın konması hadisesini düşünebilirsiniz.
I say 'As'ad' (auspicious). 'Aswad', as it is also known, means 'black'.  Ben "Es'âd" (mutlu, en saadetli) diyorum; "esved" siyah demektir.
That blessed stone still resides in a corner of the Ka'ba, the corner at the start of the circumambulation. O saadetli taş hâlâ Kâbe'nin köşesindedir; tavafa başlama noktasındaki köşededir o; kapıya da yakındır, 
It is also close to the door of the Ka'ba. Kâbe'nin kapısına da yakındır.
A dispute arises. Onu yerine koyma mevzuunda tartışma yaşanıyor; 
Each tribe wants the honour of having their member to place the stone to its designated place.  her kabile kendinden birinin koymasını istiyor.
The various tribes of Mecca would bicker and fight with each other, which often led to war. Benî Teym, Benî Adiyy, Benî Hâşim, Benî Mahzûm çok defa birbirleriyle cedelleşirlerdi; cedelleştiklerinde de onu tam maddî bir kavga ile noktalarlardı.
The bickering would end with casualties. Noktalı virgül değil, noktayı koyarlar; birbirlerinin canına okurlardı orada.
Once again they are at this point, in a dire situation, ready to fight if they are not pleased. O zaman da böyle çaresiz kalıyorlar; neredeyse yine herkesin eli kılıcın kabzasında, bir şey yapacaklar.
The Pride of Humanity was 20 to 25 years old at that time, young but had proven himself to the Meccans: İnsanlığın İftihar Tablosu -zannediyorum o zaman yirmi, yirmi beş yaşlarında, daha genç yaşında kendisini öyle tanıttırmış:
The Trustworthy. Emîn.
They say, 'Look, Muhammad, the grandson of Abdul Muttalib is coming. Let us ask him'  "Ha işte Muhammed, Abdulmuttalib'in torunu geliyor, O'na soralım" diyorlar.
He immediately gives sage advice: O da hemen orada onlara bir akıl veriyor:
'Place a large piece of cloth under the rock, something made of cloth. "O taşı, böyle bir serginin içine koyun; battaniye gibi bir şeyin, battaniye sözünü ben diyorum, bir sergi gibi bir şeyin içine koyun.
Let the heads of each tribe hold a part of the cloth and raise the rock into its place.' Bu kabilelerden her biri onun bir köşesinden tutsun; onu götürsün oraya koysun."
'What a wise solution!' declare the Meccans. Mekkeliler, "Yahu ne güzel isabet ettin" diyorlar.
They call him 'The Trustworthy', and ask for advice from him on various matters. Çok mevzuda fikir danışıyorlar kendisine, "Emîn" diyorlar.
They know as someone whom which evil has not made an impression on his heart. Gözlerinin içine yabancı, çirkin bir hayal girmemiştir; öyle tanıyorlar.
Their enmity and hatred come after he declares his Prophethood. Düşmanlıkları Peygamberlik geldikten sonra.
He stands up to Lat, Manat, Uzza, Is'af, Naila and the other idols. Lât, Menât, Uzzâ, İs'âf, Nâile putları karşılarına çıkıyor onların, 
They think they are important, but they are petty things. onları bir şey zannediyorlar; özür dilerim, kıvır-zıvır, 
They think the things they make with their hands important. kendi elleriyle yaptıklarını bir şey zannediyorlar.
It is this that leads to enmity appearing in their hearts. Dolayısıyla O'na karşı düşmanlık duyguları tetiklenmiş oluyor.
But, for 13 years... Ama on üç sene.
Imagine, 13 years... Düşünün on üç sene.
Especially when they were left in a state of boycott in the valley outside of Mecca for three years... Hele o üç sene Şi'b-i Ebî Tâlip'te boykot var ki.
Boycott... Boykot.
Much like the evil done by the Pharaoh-like people to women, to children being locked up, the killing of some, those forcefully made to flee their nations today. Aynen günümüzdeki Ferâinenin, kadınları, çocukları zindanlara koyup, bazılarını öldürüp, bazılarını âdetâ yurt dışına kaçsın diye zorlayıp yaptıkları mezâlim gibi.
The same has happened over the past few years. İki-üç senedir, dört senedir aynı şeyi yapıyorlar orada.
Many die of hunger in that valley. Çokları acından ölüyor.
At the end of the third year, the edict hung on the Ka'ba, was ripped by the heads of two strong tribes. Nihayet üç senenin sonunda o fermanı, bir de Kâbe'nin duvarına ferman asmışlar, iki güçlü kabilenin reisi yırtıyorlar; 
They came to the Ka'ba and ripped that edict. Kâbe'ye geliyorlar, o fermanı alıp yırtıyorlar.
'A person cannot treat their own citizens, friends and family in such a manner', they said. "İnsan, kendi vatandaşına, arkadaşına, kardeşine bu zulmü yapmaz" diyorlar.
We do not know what reward God has prepared for those who suffered there, we cannot pass judgement, but it is very significant for the Prophet, our mother Khadija, Abu Talib and all of the Respected Companions. Tabii onlara Cenâb-ı Hak ne sevap ihsan eder, onu bilemeyiz; hüküm vermeyelim fakat öyle bir şey İnsanlığın İftihar Tablosu, Ebu Tâlib, Hatice (Hadîce) validemiz ve Ashâb-ı Kiram için çok kıymetli oluyor.
Our mother Khadija, if all the mothers on the Earth came together, they would not have the worth of her. Hatice validemiz, anaların anası; dünyanın bütün anaları bir araya gelse, onun ifade ettiği kıymeti ifade etmez.
She stands up for and supports our noble Prophet from the first moment that revelation comes to him. Efendimiz'e daha vahyin ilk faslında sahip çıkıyor.
She saves him from loneliness. O'nu yalnızlıktan kurtarıyor.
She is mother Khadija. Bu, Hatice validemiz.
The blessed one... Mübarek.
Khadija means 'the one who is born early', the one who comes to the truth early, before others. Hadîce'nin manası da "erken doğan"dır, hakikate erken uyanan, varlığı erken idrak eden demektir.
Yes, the boycott ends but the enemies still do not remain idle. Evet, bozuluyor o boykot ama yine rahat durmuyorlar.
Finally, they decide to take the life of our noble Prophet, peace and blessings be upon him. Nihayet Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem), hâşâ ve kellâ, öldürülmesine karar veriyorlar.
God commands for him to migrate. Cenâb-ı Hak da Hicret emri vermiş.
Some have already gone to Medina, the Luminous City. Medine-i Münevvere'ye gidenler gitmişler.
He migrates under the most difficult conditions. O da çok ağır şartlar altında hicret ediyor.
God protects him on that path. Allah koruyor o upuzun yolda.
450 to 500 kilometres, if you do not have a mule or horse, it will take days. Dört yüz elli kilometre, beş yüz kilometre kadardır ama at ile, katır ile, yaya giderseniz, bu, günler alır.
With the risk of capture always apparent... Ve her zaman yakalanma ihtimali vardır.
He is not left alone on the road. O, yolda bile sıkıntı çekiyor.
When he gets to Medina, he then faces the Battle of Badr and Uhud, in the second year, and the battle of the Trench in fifth year. Oraya gidiyor; haydi, Bedir harbi; Uhud harbi, ikinci senesi; beşinci senesi, Hendek savaşı.
They come to Medina with twenty thousand troops for the Battle of the Trench, they pitch camp there. Hendek savaşında bile yirmi bin insan ile geliyor, orada otağlarını kuruyorlar.
They come with the plan to lay waste to the whole Medina, the Luminous City. Bütün Medine-i Münevvere'yi yerle bir edecekler.
The Battle of the Trench occurs in the fifth year after the Migration. Evet, Hendek savaşı beşinci Hicrî yılda.
13 years in Mecca, 5 years in Medina, 18 out of a total of 23 years of Prophethood, only 5 years remain.  On üç sene Mekke'de, beş sene de Medine-i Münevvere'de; on sekiz sene; yirmi üç senelik peygamberlik döneminden beş sene kalıyor geriye.
He still does not get a break in that time either. Hoş, ondan sonra da rahat olmuyor ya.
Then the Romans come, the Persians arrive, the battle at Hunayn, archers with their evil bows, they do not leave him alone. Bu defa bakıyorsun bir Romalılar geldi, bir İranlılar tehdit etmeye başladı, bir Huneyn'deki insanlar, bunlar yaman okçular, onlar geldiler; orada da yine rahat bırakmıyorlar.
Constantly, one comes and another goes; one comes, another goes. Sürekli biri gidiyor, öbürü geliyor; biri gidiyor, öbürü geliyor.
(The conversation continues as the picture on the electronic screen is being read.) (Bu sırada elektronik ekrana yansıyan tablonun okunmasıyla devam ediyor sohbet.)
Yet, do not worry; Ama endişe etmeyin;
'The dawn broke already, festivity of lights are on the horizon "Şafak çoktan söktü, ufukta ışık cümbüşü
Darkness losing its voice, light is breathing Zulmetler hırıltıda, soluk soluğa nurlar
Slowly disappears the fog and smoke on our horizons Çözülüyor bir bir ufkumuzdaki sis-duman
And a new spring arrives everywhere.' Ve sökün söküne her yanda yeni bir bahar."
They have suffered, they suffered. Çekmişler yani, çekmişler.
Some Turks use a word taken from Arabic; it is actually against rules of Arabic; they say, 'The believer suffers.' Bazı Türkler, Arapçadan alınmış bir sözü kullanırlar; esasen Arapça kaidelerine göre de aykırıdır o; اَلْمُؤْمِنُ بَلَوِيٌّ derler.
I mean if it will be true, one should say 'affliction'. Hani doğru olacaksa şayet, بَلِيٌّ demek lazım.
'The believer is someone who is exposed to hardship and afflictions; he is a person exposed to troubles.' "Mü'min, belâya maruz bir insandır; belâlı bir insandır mü'min."
The believer is not set free from afflictions.  Mü'min, belâdan âzâd olmaz.
I am someone who has an average, imperfect faith. Ben, yarım yamalak imanı olan bir mü'minim.
My only hope depends on being among yourselves. Evet, sadece ümidimi sizin içinizde bulunmaya bağlamışım.
When the God Almighty tells you, Sizlere Cenâb-ı Hak "Geçin.
'Go ahead. I am letting you cross the Bridge. Ben Sırât'tan geçme izni verdim size.
You can move on to the gates of Paradise; I am the one who lets people enter.' I will hang behind you: Cennet'in kapısına kadar yürüyebilirsiniz; girdirme izni Bana ait" buyurduğunda, ben de arkadan takılıyorum size:
'What a relief! "Oh.
How nice it is that I was among them on Earth.' Dünyada ne güzel bunların içindeydim."
During those great festivals, when the Ottoman sultans scattered feasts, blessings, imperial money, sometimes spongers, people who came without an invite, would attend those events. O ulûfe-i şâhânelerde, hani Osmanlı padişahlarının ziyafet, ikram, kese-i Hümayun dağıttıkları dönemde, bazen de tufeylîler, çağrılmadan gelen insanlar, iştirak ederlermiş.
They would say, 'Sponger, you come too', even though that person didn't have any right to be there, he was offered something as well. "Tufeylî, sen de gel" derlermiş; orada hakkı olmadığı halde ona da bir şeyler ikram ederlermiş.
Yes... İşte öyle.
Yes, but I honestly would not exchange this imperfect servanthood with sultanates of Paradise; I wouldn't even change with a sultanate in Paradise. Öyle ama bu yarım-yamalak Müslümanlığı ben hakikaten Cennet'teki sultanlığa bile değiştirmem; Cennet'teki sultanlığa bile değiştirmem.
Because, no matter how imperfect it is, I am in love with Him; I have said, "My Lord" for my Creator and 'the Pride of Humanity" for my noble Prophet. Çünkü yarım yamalak da olsa gönlümü O'na kaptırmışım; "İnsanlığın İftihar Tablosu ve Allah'ım" demişim.
The people of Erzurum have a prayer; just one line: Erzurumluların bir duası vardır; bir mısralık bir şey:
'A little pain, an easy death, complete faith, and the Qur'an.' "Az ağrı, âsân ölüm, tekmil iman, Kur'an."
This one line is a worry on its own, saying, 'You never know, I might get punished on the other end'; so let me add something to it: Bu mısra böyle tek başına endişe duyar, "Ne olur ne olmaz, yıpratırlar beni" diye; bir şey ilave edeyim:
'Ultimately, beatific vision of God, His good pleasure, and the blessings of Paradise.' "Nihayet rü'yet u Rıdvân, niam-ı cinân."
It's good, isn't it? İyi, değil mi?
There will be nothing else left to receive at that point. İnsanın alacağı bir şey kalmıyor artık.
So what if they took your place in Turkey, what would it matter? Yahu sizden Türkiye'de yerinizi almışlar, ne ifade eder, ne yazar ki?
What is this world that they care so much for? Onların dünya dedikleri şey nedir?
This worldly life... Dünya.
First of all, even its name suggests that it is contemptible. Bir kere adından belli; horlanacak şey.
It comes from a root word in Arabic meaning 'lowly'. "Denî" kelimesinden, "aşağı" kelimesinden.
Just as the Pride of Humanity expressed it, 'The world is a pile of carcasses, those that seek it, who chase after it are a bunch of kilab (dogs in Arabic).' I will hold back from saying this world in Turkish. İnsanlığın İftihar Tablosu'nun beyanı ile, "Dünya, bir cife yığınıdır; onun talipleri, arkasından koşanlar da kilâbdır." "Kilâb" kelimesinin Türkçesini söylemiyorum.
But do not dread, do not be weary, and do not fall into hopelessness. Ama yılmayın, usanmayın, ye'se düşmeyin.
For humanity has trembled many times, for everything has come to the brink of destitution many times, but by God's leave, they have repeatedly found their footing again and again. İnsanlık çok defa sarsılmış, çok defa her şey yokluk kertesine varmış; fakat yeniden, Allah'ın izniyle, derlenip toparlanmıştır.
Everything has once again found its place, humanity has repeatedly brought back things to their ideal state, and then forgotten about that fall, forgotten about their lapses all over again and buried them in the pages of history. Her şey aynı kıvama ulaşmış; insanlık her şeye eski kıvamını kazandırmış ve sonra o yıkılma, o çözülme dönemini bütün bütün unutmuş ve tarihe gömmüştür.
This will suffice you. Vesselam.
Pin It
  • Created on .
Copyright © 2024 Fethullah Gülen's Official Web Site. Blue Dome Press. All Rights Reserved.
fgulen.com is the offical source on the renowned Turkish scholar and intellectual Fethullah Gülen.