11 Eylül Sonrası İslam ve Terör Arasındaki İlişki Bütün Dünyada Çok Tartışıldı. Bu Konuda Ne Diyorsunuz?

Burada sırası gelmişken terör vakıasına temasta da fayda mülâhaza etmekteyim. Önce hemen şu noktayı belirtmeliyim ki, Allah'ın gönderdiği din, bunun adı ister Yahudilik, ister Hıristiyanlık, isterse İslâm olsun, terörü, bırakın emretmeyi, ona müsaade etmesi bile düşünülemez. Bir defa, Allah nazarında hayat çok önemlidir. Bütün varlık, hayatı netice vermek üzere programlanmıştır. Hayat, bir şeyi her şeye mâlik kılan ilâhî bir sırrın adıdır. Hayatsız bir cisim, dağ da olsa yetimdir ve çevresiyle münasebeti, oturduğu saha ile sınırlıdır. Buna karşılık, hayatdar bir cisim, bir bal arısı bile olsa, bütün yeryüzüne 'benim bahçem' diyebilir, bütün çiçeklere dostları nazarıyla bakabilir. Hattâ onun, güneşten havaya, ondan da insana kadar daha pek çok varlıkla alışverişi ve münasebeti vardır. Dolayısıyla hayat, Cenab-ı Allah'ın bütün isimlerinin temerküz noktası ve hepsinin bir arada tecelli mihrakıdır. Hayata böylesine önem veren Allah, gönderdiği din ile, onu korumayı, korunması gereken beş aslî değerden biri saymıştır. Öyle ki, İslâm, her bir insan ferdini, başka varlıklara göre bir tür olarak gördüğü için, tek bir insanı öldürmeyi bütün insanları öldürme, tek bir insanın hayatını kurtarmayı da bütün insanların hayatını kurtarma olarak kabul etmiştir. Ayrıca, hak konusunda, 'hakkın küçüğü büyüğü olmaz' diyerek, ferdin hakkı ile toplumun hakkını eşit görmüş, bunlardan birini diğerine feda etmemiş, o kadar ki, 'bir gemide dokuz cani, bir masum bulunsa, o masum orada oldukça, dokuz caniyi cezalandırmak için o geminin batırılamayacağı' hükmünü getirmiştir.

Terör İslamî Gayede Vasıta Olmaz

İkinci olarak, İslâm, Müslüman fertlerin hareket ve faaliyetlerinde hedefin meşru olmasını şart koştuğu gibi, bu hedefe giden yolun da meşru olması gerektiğini hassasiyetle vurgular ve meşru bir hedefe gayr-ı meşru yolla gidenlerin maksatlarının aksiyle tokatlanacaklarını hatırlatır. Bu açıdan diyebiliriz ki, terör, herhangi bir İslâmî gayeyi gerçekleştirmede asla vasıta olmaz. Kaldı ki İslâm, bir insanlık realitesi ve beşer tarihinin en göze çarpan bir vakıası olmasına rağmen, savaşı da hoş görmemiş, onu, evveliyetle müdafaa maksadına bağlamış, sonra da, bizzat Kur'an'da geçen 'fitne katilden beterdir' prensibi çerçevesinde, savaşları ve temelde savaşa yol açan kargaşaları, düzensizlikleri, zulmü, bozgunculuğu önlemek için meşru saymış; saymış ve onun için insanlık tarihinde ilk defa çok önemli sınırlamalar ve prensipler getirmiştir. 'Allah korkusunu sakın kalbinizden çıkarmayın. Unutmayın ki, Allah'ın tevfîki olmadan hiçbir şey yapamazsınız. İslâm'ın huzur ve sevgi dini olduğunu daima hatırlayın. Rasûlullah'ın (sav) cesaret, yiğitlik ve takvası sizin için daima model olmalı. Ekili tarlaları ve meyve bahçelerini çiğnemeyin. Mabetlerde yaşayan rahiplere, keşişlere, kendilerini Allah'a vermişlere saygı gösterin ve onları incitmeyin. Sivilleri öldürmeyin, kadınlara karşı münasebetsiz davranmayın ve mağlûpların duygularını yaralamayın. Yerli halktan hediye kabûl etmeyin. Askerlerinizi, yerlilerin evlerinde barındırmaya kalkmayın. Beş vakit namazınızı sakın ola ki geçirmeyin. Allah'tan korkun ve unutmayın ki, ölüm, herhangi bir zamanda, savaş cephesinden binlerce mil uzakta bir yerde de gelip sizi bulabilir. O halde, daima ölüme karşı hazır olun.' gibi emirler, tarihte hemen bütün İslâm devlet başkanlarının cepheye gönderdikleri komutanlara hatırlattıkları prensipler olarak tarihe geçmiş ve aynen tatbik edilmiştir. Mecbur kaldığında, ancak bir devletin, belli prensipler çerçevesinde uygulayabileceği savaşı, fertler veya örgütler başlatamayacağı gibi, kuralsız, insanlığın korunması gereken değerlerine yönelik ve tamamen emniyeti yok edici terör hadisesinin de İslâm'da yeri olmayacağı açıktır. Bu bakımdan, terörist hakîki bir Müslüman olamayacağı gibi, Müslüman da terörist olamaz. Müslüman terörist olamaz; çünkü İslâm, dünyada en ağır cezayı, insan hayatına ve insanların emniyetine kasdetmeye; Âhiret'te en ağır cezayı da Allah'ı inkâr ve O'na şirk koşmakla birlikte, yine insanı öldürmeye vermiş, kasden cana kıyanların Cehennem'de ebedî kalacakları tehdidinde bulunmuştur. Karşılığında böyle bir cezanın konduğu bir fiili, bir insan Müslüman iken ve üzerinde iman-İslâm sıfatları varken katiyen işleyemez. Dolayısıyla, ne teröristin hakîki Müslüman, ne de Müslüman'ın terörist olması mümkün değildir.

İslam Dünyasının Sorunları

Bununla birlikte, gerek İslâm dünyasında, gerekse başka yerlerde eğer terör hadiseleri var ise ve devam ediyorsa, önce bunun sağlıklı bir teşhisi yapılmalı, sonra da bu teşhise göre tedavi cihetine gidilmelidir. Bu noktada, İslâm dünyasında bazı ferdlerin teröre bulaşması ya da bulaştırılmasının ve dünyada terörün ciddî bir problem olmasının başlıca sebepleri olarak şunlar söylenebilir:

1. İslâm dünyası, 20'nci yüzyıla mazlumlar, mağdurlar ve sömürgeler diyarı olarak girmiş ve bu asrın ilk yarısı, 19'uncu asırdan da devam etmek üzere, İslâm dünyasının hemen her tarafında kurtuluş ve istiklâl savaşlarına sahne olmuştur. Bu savaşlarda İslâm, daima halkı birleştiren ve harekete geçiren önemli bir faktör vazifesi görmüş, bu savaşlar, istilâcı güçlere karşı verildiği için, İslâm ile millî istiklâliyet ve kurtuluş aynîleşmiştir. Daha sonra bu dünyada millî devletler teşekkül edince, bu devletler pek çok yerde halkı ile uyuşamamış, iyi bir eğitimle halka İslâm'ı asıl hüviyet ve mahiyetiyle öğretmek gerekirken, halktan kopuk ve onun değerlerine, geleneklerine ters hareket etmiş ve bu, İslâm'ı, idarelere karşı halkın elinde bir dayanak, bir sığınak haline getirmiştir. Dolayısıyla da İslâm, çok defa bir ideoloji olarak algılanmaya başlamıştır.

2. İslâm dünyasının pek çok yerinde halktan kopuk, halkı aşağılayan ve oligarşi hakimiyeti manzarası arz eden idareler, ülkelerinin refahı için çalışmaktan ve halk-devlet kaynaşmasını sağlamaktan çok, kendilerinin ve mensubu bulundukları ailelerin, hanedanların ayakta kalması için çalışmış, bunun için de halk nazarında zalim ve menfur bir konuma düşmüşler; fakir ve eğitimsiz halk kitleleri de kendi idarelerine karşı düşman hale gelmişlerdir.

3. İslâm dünyasında da, başka milletlerde de terörün temelinde hep fakirlik, cehalet ve eğitimsizlik olmuştur. Pek çok yerde kabile ve aşiret düzeni aşılamamış ve bu tür yerlerde halkın büyük çoğunluğu, bir zaman ülkelerini istilâ etmiş bulunan Batılı gelişmiş ülkeleri, kendi başlarındaki idarecilerin hâmileri ve destekçileri olarak görmüş, dolayısıyla ülkelerinde maruz bulundukları mağduriyet ve mazlumiyetten birinci derecede bu ülkeleri sorumlu tutmuşlardır.

4. Bugün, dünyada umumi kabûl gören demokrasi, temel insan hakları, bilgi ve eğitimin yaygınlaştırılması, ekonomik refah; üretim, tüketim ve gelir dağılımında sınıflar oluşmasına meydan vermeyecek şekilde eşitlik, hakkâniyet, adalet gibi değerler, ne Müslüman ülkelerde, ne de Üçüncü Dünya denilen diğer bölgelerde hiçbir zaman tam gerçekleşmemiştir. Şüphesiz bir bir durumdan birinci derecede sorumlu olanlar, yine o ülkelerin idarecileri ve onların destekçisi, hattâ idareye vaziyet etmelerinde en önemli yardımcıları olarak görülen gelişmiş Batılı ülkelerdir. Dolayısıyla, her ne kadar bu ülkeler bu kabil değerlerin şampiyonluğunu yapsalar da, Üçüncü Dünya ülkelerinin halkları nezdinde samimi bulunmamakta ve bu değerlerin istismarcısı olarak değerlendirilmektedirler.

5. Bugün, daha önce kısmen ve kısaca temas edildiği üzere, bilhassa haberleşme ve seyahat vasıtalarının olabildiğince gelişmesi sonucu büyük bir köy ölçüsünde küçülen dünyada artık, herkes herkesin ve her ülke diğerinin komşusu durumundadır. Bu münasebetler arasında, çok küçük azınlığı teşkil eden bazı komşuların refah içinde yüzmesi, buna karşılık büyük ekseriyetin fakir, hattâ çok fakir olması, bu fakirliğin en önemli sebeplerinden biri olarak, daha hassas yollarla ve örtülü şekilde devam ettiğine inanılan beynelmilel koloniyalizm veya sömürgeciliğin görülmesi; bunlardan ayrı olarak, aynı büyük çoğunluğun pek çok temel ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz bulunması, şüphesiz bu çoğunlukta kin, iğbirar ve düşmanlık duygularının gelişmesine yol açmıştır.

6. Ayrıca günümüzde, en azından kanun kadar kanunsuzluğun da âdeta bir kanun haline geldiği bir vakıadır. Hemen her ülkede olduğu gibi, yolsuzluklar, aldatma, kolaydan kazanma arzusu, bencillik, ferdiyetçilik, beynelmilel kumar, başta esrar ve silah olmak üzere, beynelmilel kaçakçılık ve bütün bunların vücut verdiği mafya teşkilatlanmaları, bunlar gibi, birbirleriyle öldüresiye rekabet içinde bulunan büyük holdingler, tröstler ve karteller, bütün bunların besledikleri kanlı katil ve kaba kuvvet temsilcisi fedaî grupları, terörizmin beynelmilel bir hâl almasında, asla göz ardı edilmemesi gereken bir diğer önemli faktör olsa gerek.

7. Belki bütün bu saydıklarımdan daha önemli olarak, bütün dünyada dinin, dinî değerlerin, maneviyatın ve dine dayalı ahlâkın ciddî ölçülerde aşınmış/aşındırılmış olması, terörizmin de, insanlığı tehdit eden daha başka büyük içtimaî rahatsızlıkların da en önemli kaynağını oluşturmaktadır. Dünya, manevî bir buhran geçirmektedir; insanlığın bütün aslî dayanakları bir bir yıkılmış ve çökertilmiştir. Bunalım felsefeleri, satanizm, her gün bir yenisi türeyen, temelde materyalist, natüralist, görünüşte sahte manevî akımlar ve bunların vücut verdiği sözüm ona tarikatlar, intiharlar.. evet bunlar yıllardır dünyamızı sıtmaya tutulmuş gibi sarsan birer büyük sârî hastalık durumundadır. Ümidini yitiren, geçmişi büyük bir mezar, geleceği dipsiz bir boşluk olarak gören ve yaşamayı manâsız bulan insanlar hakkında, neden intihar ediyorlar, neden insan öldürüyorlar, neden uyuşturucu kullanıyorlar gibi sorular sormak 'tecâhül u ârifâne'den değilse kör bir cehalettendir.

8. Bu mevzuda söylenebilecek son söz şu olsa gerek: Bugüne kadar terörizmin bütün milletler tarafından, hattâ Birleşmiş Milletlerce dahi kabûl edilmiş ortak bir tarif ve tavsifinin yapılmamış olması ciddi bir eksikliktir. Hangi hareketler terörizme dahildir, hangileri değildir; kim teröristtir, kim terörist değildir? Bu soruların cevabını herkes kendisine göre vermektedir. Bazısı için terörist olan, bir başkası için hürriyet savaşçısı, kimisi için idealist savaşçı olan, daha başkası için terörist kabul edilebilmektedir. Eğer beyneymilel sahada terörizme karşı bir mücadele verilecekse -ki, bu mevzuda mutlaka samimi bir mücadele verilmelidir- önce, en azından BM'ce kabul edilmiş bir terörizm tarifinin yapılması elzem görülmektedir. Bu yapılabildiği takdirde, herkesin kabul edebileceği ve kimsenin kimseyi suçlamayacağı bir terör mücadelesi beynelmilel meşruiyet kazanacak ve belki de bu, terörizmin önlenmesinde önemli bir ilk adım teşkil edecektir.

Dünyamızdaki asıl mühim problemler veya bunların sebepleri olarak zikrettiğimiz bu hususlardan sonra, herhalde onların çözümleri üzerinde durmak gereksizdir. Çünkü problemlerin teşhisi, bizzat onların çözümünü de ihtiva etmektedir.

İçtimaî Hayatın Ana Dokusu

İçtimai hayatın ana dokusu din, kanun, hikmet ve kuvvet üzerine oturur. Dinsiz bir insan ve toplum uzun süre ayakta kalamayacağı gibi, başkalarına faydalı da olamaz. Aslında, biz kabul etsek de etmesek de din, bizim dışımızda tesbit edilip, hayatımıza katılmış en esaslı bir unsurdur. Biz, iradeyle serfirâz en mükemmel varlıklar da olsak, hayatımızı çevreleyen ve mahkûmu bulunduğumuz çok önemli unsurlar vardır. Meselâ, dünyaya gelip gelmememiz, ne zaman geleceğimiz ve dünyadan ne zaman ve nereden alınacağımız, bütün bunlar bizim dışımızda tayin ve tesbit edilir. Aynı şekilde, annemiz ve babamız başta olmak üzere aile ferdlerimiz, neş'et ettiğimiz yer, ırk, renk ve fizikî yapımızın tayin ve tesbitinde de bizim hiçbir dahlimiz yoktur. Dahası vücudumuz dahi tamamen irademiz dışında çalışır; acıkmamıza, susamamıza, uyumamıza mani olamayız. Temel ihtiyaçlarımızla birlikte, onları tatmin etme yol ve vasıtaları gibi hususlar da tarafımızdan tesbit edilmiş değildir. Yeme ve içme gibi en basit günlük faaliyetlerimizde bile bizim hissemiz, yiyecek ve içeceklerimizi temin için çalışma ve yiyip-içme azminden ibarettir; yani, bu konuda da müdahalemiz ancak 100'de 1 nisbetindedir. Demek oluyor ki biz, istesek de istemesek de bir takım cebrî şartlarla muhat bulunuyoruz. Din de, aynen bu cebrî şartlar gibidir. Biz kabul etsek de etmesek de din, bizim için maddî ihtiyaçlardan daha öte bir manâ ve ehemmiyet arz eden manevî ihtiyaçlarımızı, yalnızca kendi adına değil, maddî hayatımızla birlikte, ferdî, ailevî ve içtimaî hayatımızı tanzimde çok önemli bir yeri bulunması hasebiyle yerine başka hiçbir şeyin konamayacağı en aslî bir unsurdur.

Din, hayatımızı bazı yönleriyle tanzim etme prensipleri olan kanunları tesbit ve tatbikte de son derece önemli bir yere sahiptir. Çünkü, kanunlar ve onları tatbik, bizatihî hedef değildir; onlar, insana ve cemiyete hizmet ettiği ölçüde değerlidirler. Dolayısıyla, kanunları yaparken, her şeyden önce bütün hususiyetleriyle insanı çok iyi tanımak, onun aslî fıtratını nazara almak; ayrıca, parçaları şuur ve irade sahibi insanlar olan cemiyeti, onun bütün ihtiyaçlarını ve bu ihtiyaçları giderme yollarının vasıtalarını, hem bu bütünün atomları mesabesindeki insanların ferd ferd kendi aralarındaki münasebetleri yanında cemiyetin şahs-ı manevîsi ile olan rabıtalarını da çok iyi bilmek gerekir. İşte, insanı ve insanlardan meydana gelen cemiyeti tanımada din, farklı bir önemi hâizdir. Çünkü, insanı yaratan da, dini vaz' eden de Allah'tır; bu açıdan, insanı ve cemiyeti tanımada dinin faydası, hiçbir zaman göz ardı edilemeyecek derecede yüksektir.

Dinin Toplum Düzenindeki Önemi

İkinci olarak, kanunları uygulamada kuvvetin inkârı mümkün olmayan bir önemi var ise de, kuvvetten daha öte dinin önemi de inkar edilemeyecek seviyededir. Çünkü din, insana, kendisini sürekli gören, kontrol eden, sadece her yaptığından değil, düşündüğü her şeyden ve bütün niyet ve maksatlarından haberdar olan, Kendisinden hiçbir şeyin gizlenemeyeceği bir Zât'ın varlığına iman temeli üzerine oturur. Ve bu iman, insanda çok fıtrîdir ve her zaman kendini hissettirecek şekilde onun vicdanında meknîdir. Ayrıca din, insana, dünyada kanundan, hükümetten, kuvvetten kaçmak mümkün olsa da, Allah'ın görmesi ve işitmesinin dışına çıkmanın mümkün olmayacağı esasından hareketle her ferde, dünyada bütün yaptıklarından sorumlu olup, bunlardan dolayı bir başka dünyada sorguya çekileceğini ve bu sorguda kazanıp kaybetmesine göre ebedî saadet veya cezayı hak edeceğini de öğretir. Doğrusu, insanı eğitmede ve onu kötülükler değil, iyilikler ve faziletler manzumesi haline getirmede, bu inancın yerini beşerî hiçbir şeyin doldurması düşünülemez.

Üçüncü olarak, din ve onun bilhassa ahlâk kaideleri, insanı eğitmede, yine yerini beşerî hiçbir şeyin dolduramayacağı bir ehemmiyeti hâizdir. Bu ahlâk kaideleri, tarih boyu bütün insanlarca kabûl edilen, kimsenin karşı çıkamayacağı, zamana da mekâna da meydan okuyan kaidelerdir. Bunların insanda gerekli tesiri yapması, yine dinî inanca ve onun yaşanmasına bağlıdır. Kanunları gerektiği gibi uygulamada ve onlardan arzu edilen neticeyi almada, bu ahlâk kaidelerinin yeri ve insanı eğitmedeki önemi asla inkâr edilemez.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.