İslam'da Reform ve Türk Rönesansı

İslam Kavga Dini Değildir

Türkçe'nin dünya dili olmasını mı isterdiniz?

Onu da istemezler. Sizin bir ölçüde yaklaşmanızı, birlikte hareket etmenizi istemezler, onlar da rahatsızlık hasıl edebilir. Bence bu açılımlar yapılırken, onun da hesap edilmesi lazım. Ben şahsen öyle bir yerde onları rahatsız etmemek için Türkçe konuşmam.

İran'a gittim, orda Afganistan'ı soruyorum, İran diyor ki: Afganistan İslam değildir, doğru Müslümanlık benim ki. Onlar olmadığından o kadar bağnazlar. Türkiye'de soruyorum Türkler diyor ki: Afganistan İslam değil, İran hiç İslam değil, doğru İslam bizimkidir. Herkes kendine doğru diyor. Ama Batı'dan bakıldığında sanki hiçbir farkı yok, onlar yekpare bir İslam görüyor. Acaba bunun için ne düşünüyorsunuz. Bir de acaba Batı'nın bakışı değişirse de bu değişim ne kazandırır?

Batı'nın bu mevzudaki mülahazası çok eskilere dayanır. Zannediyorum ilk defa İslam'la karşılaştıkları zaman, ordular değil, orduların başındaki komutanlar değil de, o dünyayı düşüncesi ile idare eden insanlar İslam gerçeğini alıp tahlil edeceklerine, İslam'a karşı peşin fikirli davrandılar. Onunla İslam'a savaş ilan ettiler. Esas İslam'ı temel dinamikleri, temel esaslarıyla inceleselerdi. Zaman ve şartların yorumu onda değişiklikler yapmış, Afganistan'daki şeklini, İran'daki şeklini doğurmuş. Bu şekillere, Suudi Arabistan'daki şekline, Suriye'deki şekline takılıp kalmamalı. Meselenin bir diğer yönü, biraz kilisenin bağnazlığından kaynaklanan yanlış anlamalar da var. Gerçi, kilisenin bu asrın başında belli ölçüde yumuşadığını görüyoruz; bu yumuşamanın gelecek adına da önemli şeyler vaat ettiğini söyleyebiliriz. Batılı mütefekkirler, araştırmacılar, oryantalistler meseleyi ele alırken, Hıristiyanlık–Müslümanlık, biz ve onlar şeklinde yaklaşınca, kusur bulma da hazır oluyor, karalama hazır oluyor. Bu mülahaza, Batı'nın doğruyu ve Doğu'yu görmesine mani oldu.

Bunun için ne yapmak lazım? O ayrı bir mesele. Meselenin bir de Müslümanları ilgilendiren tarafı var. Müslümanlar, bulundukları şartlara göre, biraz kendi hissiyatlarına göre, biraz kendi çıkarlarına göre –ki, Türkiye'de son dönemlerde yaşanan şeylerde bu husus görülebilir– İslam'ı yorumlamışlar. Yani heva-heves İlahiyat'ın yerini almış gibi, doğru düşüncenin, doğru mülahazanın yerini almış gibi. İnsanlar kendi hissiyatlarını mantık zannediyorlar, muhakeme zannediyorlar ve ona din diyorlar. Bu hissiyat din etrafında ise, ona din diyorlar. Dolayısıyla saldırıyı bile dinin bir gereği sayıyorlar, düşmanlığı dinin bir gereği sayıyorlar.

Ben burada şunu arz etmek istiyorum. Bu hoşgörü mülahazalarının bahis mevzuu edildiği bir yerde eskiden beri şöyle veya böyle beraberliğimiz olan bir dostumuz, bir yakınımız –bize birtakım iyilikleri de olmuş olabilir– dedi ki, "Havayı çok yumuşatıyorsunuz, insanların içindeki elbuğzu fillah, Allah için nefret etme hissini içimizde yıkıyorsunuz" dedi. Ortada ne duvar kalıyor, ne uçurum kalıyor. Oysa ki, bu bir yanlış anlamadır. Kâfir dediğimiz insanlara karşı tavır esasen küfür sıfatına karşıdır. Put düşüncesine karşıdır, müşrikliğe karşıdır, onunla birlikte gelen gayr-i ahlakiliğe karşıdır. Küfür sıfatına karşı olmak başkadır, şahıslara karşı olmak başkadır… Bu ikisi birbirine karıştırılıyor.

İkincisi, karşı olma, tutma gibi hususlar, belagat ilminin prensipleri ile ifade edecek olursak, hakikat de olabilir, mecaz da olabilir. Mesela, insanın bir kötü tavrına karşı olursunuz. Bu karşı olma işin mecazi yanıdır. Hakiki yanı ise, onu o kötü tavrından kurtarmayı gerektirir. Sevgi de böyledir. Kalpte hakiki sevgi olursa, düşmanlık mecazi olur. Sevgi, sevdiğinizdeki beğenmediğiniz yönlerin izalesini gerektirir. Bu meselenin esprisi bilinemediğinden dolayı zannediliyor ki, Müslümanlar bir taraf olup, ötekilere karşı sürekli içlerinde kin duyacak, nefret duyacak, kıskançlık hisleri ile oturup kalkacak. Bunu dini bir vazife olarak yapacaklar. Bunu bizzat rencide olacağım bir üslupla ifade etti orda. Belki buna benzer şeyleri orda da arz ettim. Niye böyle düşünülüyor diye, daha başkaları da rahatsız oldu orada.

Bunun gibi, zannediyorum İslam dünyasında da değişik yerlerde his ve heves kısmen fikir suretine girmiş. Dini de his ve heves olarak ele alıyorlar. Yani, ilahi çerçeve içerisinde değil, mantıkla ölçerek, tartarak değil. Günümüzde Kur'an'ın iyi bir yorumcusu diyor ki: "Kur'an insanlığa sunduğu kanunlarını, prensiplerini kurallarını akla tescil ettirmiştir. Onun akılla çelişen herhangi bir kaidesi yoktur." Şimdi siz meseleyi hisle hevesle ele alınca, tabi hidayet kaynayıp gidiyor aradan. Herkes kendi hevasına ve hevesine uyuyor, onun kavgasını veriyor.

Bir taraftan Batılılar'ın öyle bir bakışı var, bir diğer taraftan da dinin böyle şahısların heva ve heveslerine göre yorumlanması var. Mutlaka burada dinin bazı kuralları da yaşanıyor, bizim Türkiye'de yaşanıyor, Suudi Arabistan'da yaşanıyor, İran'da da yaşanıyor… Yaşanıyor ama, heves öncelikli, his öncelikli yaşanıyor. Allah'ın emirlerinin marziyat, yani Allah'ın hoşnutluğu ambalajıyla ele alınması lazım. İnsan meşruları yaparken bile, acaba Rabbinin bu mevzuda mülahazası, bakışı nedir diye bakması lazım. Çünkü niyet, seyyiatı hesenata, hasenatı da seyyiata, yani kötülükleri iyiliğe, iyilikleri kötülüğe çevirir. Yani, iyi diye bir şeyi yaparsınız, yeri değilse, mevsimi değilse, o anda onu yapmak gerekmiyorsa, bunda Allah'ın rızası yok demektir. Bu şekilde iyilik yapma kuşağında kötülük yapmış olursunuz. Nazik hususlar bunlar.

Batılı'lar bir kere İslam'a peşin fikirli yaklaştılar. Onları fikirleri ve kanaatlerinde, bu düşüncelerinde teyit edecek hadiseler de sürekli cereyan ediyor.

Neyi beklerseniz onu bulursunuz kabilinden…

Biraz öyle bakıyorlar, öyle görmek istiyorlar. Ama biri çıkıp Cezayir'de doğru budur diyor, bir şey yapıyor... Suriye'de bir başkası aynı şeyi yapıyor. Filipinler'de Moro Cephesi'nde daha başkası kendine göre bir şey yapıyor, Bangledeş'te, Keşmir'de de bunun gibi şeyler oluyor... Batılılar, "Gördünüz mü, biz demiyor muyduk?" diyor. Kilise, "Gördünüz mü?" diyor. Hatta Budistler, "Gördünüz mü?" diyor. Bizim arkadaşlarımız ilk Budist rahiplerle karşılaştıklarında, rahiplerin tepkisi, "Şu harp eden din mi?" diyorlar, öyle bakıyorlar. Harbi zaruretler gerektirebilir. Dolayısıyla, o mevzuda kanun–kural olmalıdır. Şartlar savaşı zaruri hale getirirse? Fakat, savaş kanunsuz kuralsız olmamalı. Haçlılar, İncil'de savaşla alakalı böyle bir kural olmadığından dolayı kanunsuz kuralsız zulümler yaptılar. Filistin'e giderken yetmiş bin insanı ormanlarda astılar. Herkesin bildiği, tarihçe sabit bir vakıadır bu.

Meseleye sadece bu açıdan bakıp karar vermek, yani İslam'ı müspet veya menfi manâda savaşla, kavgayla özdeşleştirmek yanlış olur. Ama gel gör ki, dünyada cereyan eden hadiseler onu böyle görüp, böyle değerlendirmek isteyen insanların kanaatlerini teyit ediyor gibi oluyor. Bir kısım dikkatsizler ne zaman kime nasıl davranacaklarını bilmiyorlar… Yani bir üslup yanlışlığından ötürü yanlış şeyler yapılıyor ve işin doğrusu İslam çok kötü gösteriliyor.

Terörle, Dünyada Felakete Ahirette Cehenneme Varılır

İran, Cezayir özellikle son dönemde terörist İslam diye örnek gösterilen yerler. Orada yaşananlar İslam'a bir imaj biçiyor.

Örnek gösteriliyor da, Cezayir'de durum biraz farklı. Cezayir'de bizde olduğu gibi önce biraz demokrasiye yol açıldı. Demokratik yollarla gelenler gelsin dediler. Sonra onun önünü kestiler. Ben derim ki, baştan o imkânı vermeselerdi; inanan insanların, muhafazakârların, din diyenlerin iktidar olmasına fırsat vermeselerdi. Verdikten sonra yaptıkları demokrasi adına, demokrasi havarileri için ciddi bir ayıptır. Bu şekilde davranınca ne olur? Hisler tahrik edilir; tahrik olanlar bazı şeyler yapabilirler, bazılarını da entelijans servisleri yapar, onlara mal ederler. Cezayir'deki terörün farklı boyutları var. Orada bir-iki tane hissiyatı feveran etmiş insan bir yanlışlık yapıyorsa ki, Müslümanlık'ta, hatta Müslümanlık hesabına insan öldürmek diye bir şeyden bahsetmek mümkün değildir. Terörizm kadar Müslümanlığa ters başka bir şey olamaz. Kur'an-ı Kerim kasten, haksız yere bir insanın öldürülmesini bütün insanların öldürülmesine denk tutmuştur. Ve Kur'an'ın İbni Abbas'la başlayan pek çok yorumcusu, insan öldürenin ebedi cehennemde kalacağı şeklinde hüküm çıkarmışlardır. Siz Müslümanlık adına bir şey yapacaksınız, sonra kendi felaketinizi hazırlayacaksınız. Ebedi Cehennem'i hak edecek bir şey yapacaksınız. Bunu Kur'an'ın ruhu ile, dinin ruhu ile telif etmek mümkün değildir.

Demek ki, bir kısım hissiyatı feverana hazır insanlar tahrik ediliyor. Bir de, büyük ölçüde zannediyorum Türkiye'de olduğu gibi, çok defa çok masum bir İslami topluluk içinden birkaç tanesi sıyrılıyor, toplumu tahrik ediyor, sonra büyük bir hadise cereyan ediyor. Cezayir'deki hadiselerin bir başka boyutu da budur. Keşke bütün bunlara fırsat verilmeseydi! Şimdi aklı başında insanlar her şeyi sadırlarına sinelerine çekmeli, sil baştan deyip, yeniden bir demokrasi mülahazasıyla inanan insana da düşündüğünü yaşama hürriyeti, kazanma hürriyeti tanınmalı, şimdiye kadar yapılan yanlışlar yeniden bir kere daha gözden geçirilmeli. Terörle hiçbir yere varılamaz. Bir şeyin üzerine parmak basalım: Müslümanlık esasen terörle hiçbir yere varamaz. Terörle varılsa varılsa dünyada felakete varılır, ahirette cehenneme varılır.

Cezayir'de kadın yazarlara ölüm fetvası çıkartıldı, çoğu aydın öldürüldü.

İslami bir ülkede dahilde vuruşma ve sürtüşme olmaz. Bir yerde cezaya müstahak bir insan bile olsa, ona karşı ceza verme mahiyetinde bir şeyler yapıp, üzerine topla tüfekle gittiğiniz zaman çok masumlar zarar görür. Milli serveti tahrip edersiniz, masum bir aileyi öldürürsünüz, çoluk çocuğa tecavüz etmiş olursunuz. Sadece cani cinayetiyle cezalandırılmış olmaz. Masumlar zarar görmüş olur; bu, İslam'la telif edilemez bir durumdur. Böyle bir durumda herkes, kendi inancının, ideolojisinin, etnik farklılığının katılığına sığınır.

Batı da bu terör hareketlerine sığınarak İslam'ı değerlendiriyor. Daha önce de haçlı seferlerinde karşı bir din olmasına sığınılmıştı, asrımızda da sığınır mı sığınırsa kaybı ne olur?

Şu anda değişik sığınmalar içinde olduğu söylenebilir. Fakat Batı ile temas belli bir dönemde mürşitler yoluyla, yani Müslümanlar'ın abdallarıyla, delileriyle, pirleriyle yaptıkları türde olursa, zannediyorum hüsn-ü kabul görebilir. Ama ordularla giderseniz, Batı'nın karşısına güçle giderseniz, tahrik ederek giderseniz, biz buraya geldik, bir mahalle tesis ediyoruz, burada bir cami yapıyoruz, yanında bir Kur'an kursu yapıyoruz derseniz, onlarda size karşı bir gerilim hasıl edersiniz. Ama duygu ve düşünce dünyanızı arka plana çekerek, İslam'ın çok önem verdiği insanlığımızla bazı şeyleri onlara gösterirseniz zannediyorum, Batılılar da nihayet insandırlar, kapılarını belli ölçülerde aralayacaktır ve eskiden gösterdikleri huşuneti, sertliği göstermeyeceklerdir zannediyorum.

O bakımdan ben, AB'ne girmeyi de biraz öyle gönülden arzu etmiştim. Çünkü daha masum bir bir araya geliş, daha masum bir entegrasyon, onları endişelendirmeyecek şekilde bir birlik beraberlik. Bu birlik ve beraberlik içinde kendimizi anlatma fırsatını bulabilirsek, hiç olmazsa kendisini anlatmak isteyen insanlar kendilerini anlatma fırsatını bulabilirlerse, tarihi hatalar kendi tarihsellikleri içinde kalır. Belki yeni bir bakış zaviyesi ile yorumlanabiliriz. Bunlar bir beklentidir, ümittir. Ama biz sertlikle gidersek, onları tahrik edersek, burada yer yer gördüğüm gibi, camiler çok masum yerler olduğu halde, onlar bile toplumun içinde, eski ifadesiyle birer tahrik unsuru halinde arz-ı endam ederse, rahatsızlık unsuru olabilirler. Yani, onların rahatsızlık duyabileceği şeylerden biraz geri durmalı. Daha sonra demokratik kurallar içinde dini haklar talep edilebilir… Bu iş için bir cami gerekli ise, dinimizi öğrenme yeri gerekli ise, o da istenebilir. Tatlı yaklaşımlar içinde olunmalı.

Kısaca, İslam dünyasının kaybettiği üslubunu yeniden kazanması lazım. Halihazırdaki üslubu gözden geçirmesi ve onu sorgulaması lazım. Yoksa bir dönemde dinlerine sığınanlar, bu gün kuvvete sığınabilirler. Medeniyetlerine sığınabilirler, yüksek teknolojilerine, sanayilerine, geniş imkânlarına sığınabilirler ve o zaman da İslam dünyasını ezerler. Ve yine, biz ve ötekiler olarak kalır gideriz. Batı'da hâlâ vahşet yanlısı insanlar vardır. Ama büyük ölçüde Batı'da bir medenileşme süreci yaşanıyor. Medenileşme gayretleri var. Onun için de bu medenilere bir şey anlatmak düşünülüyorsa, ilim yolunun, akıl yolunun, mantık yolunun seçilmesi gerekiyor. Dayatma yolunun değil. Benim dediğim haktır, senin dediğin batıldır, gel bu batıldan vazgeç, benim dediğim hakka teslim ol şeklinde yaklaşmak bence yanlıştır.

Sizinle konuşmak istediğim bir konu daha var: çok kadınla evlilik meselesi. Benim ilgimi şu çekti. İslamcı denilen kesim çok kadınla evliliğin Kur'an'ın keyfiyetinde olduğunu, o yüzden de kabul edilmemesinin söz konusu olamayacağını öne sürüyor. Tabii ki bunun ahlaki bir şey olduğunu söylediler. Ya da savunma durumunda da şöyle savundular. "Canım işte siz ötekiler, yani laik kesimdekiler de birden çok kadınla ilişki kuruyor" dediler. Yani burada çok garibime giden şey, adam İslamiyet adına, laik kesimde eleştirdiği aynı kriteri kendisi için kullanıyor. Ortak ahlaki değerlerimiz mi yok?

Siz de yer yer ifade buyurdunuz. Bize ait bazı hususlar şimdiye kadar çokları tarafından ele alındı ve tartışma konusu yapıldı. Allah, insanı kerim olarak yaratmıştır. İnsan daima iyi ve güzel olanı araştırır. Ama her zaman iyi ve güzeli bulamayabilir. Bazen Hakk'ı ararken batılla karşılaşabilir. Doğruyu ararken, bazen doğru olmayan, güzel olmayan bir şey eline geçebilir, başına gelebilir. Bence arama, ararken yanlışlara düşme biraz ilmin de yoludur. Gerçeğin de yoludur. Bunu yadırgamamak lazım. Belki durgunluğu yadırgamak lazım, duyarsızlığı yadırgamak lazım, aramamayı yadırgamak lazım, araştırmamayı yadırgamak lazım. Tehlikeli olan, insanı ve insani kabiliyetlerin inkişafını öldüren durgunluktur, duyarsızlıktır.

İnsanoğlu son asırlarda belli değerlerden uzaklaştı ve günümüzde doğruyu arıyor. Bunu yaparken, ne yazık ki, taraf oluyor, cepheleşmeler meydana çıkıyor. Keşke bu olmasa, biz ve onlar denmese; doğru hep bizde, yanlış hep onlarda anlayışına girilmese. Toplumun yapısındaki parçalanmayı kendi içimizde kapasak, iz bile bırakmasak. Bazı şeyleri ifadede, eskilerin ifadesiyle ben de 'diyk-i elfaz', yani 'kelime bulamama' zorluğu çekiyorum. Her iki taraf da zannediyorum, uzun zaman değerler kaybını giderme gayreti içinde. Herkes bir yere varmak istiyor. Bu bir yerde kendini bulacağına inanıyor. Tabii farklı noktalardan hareket edildiğinden dolayı farklı noktalara varılıyor. Bu da hâlâ bir kısım kutuplaşmaların devamına sebep oluyor, onu netice olarak veriyor.

Yani ahlaki kriterler açısından bir bölünmüşlük var. Bu da biraz garip değil mi?

Ortak ahlaki ve düşünce esasları tam kavranamadığından veya herkes için bunlar farklı olduğundan bölünmüşlük oluyor. Müştereklerimiz şu anda henüz tam kavranmış değil. Herkes meseleye bir yanından bakıyor, kendi doğruları ile bakıyor, öbür taraf da kendi doğruları ile bakıyor. Mutlaka her iki tarafta da doğrular var. Belli bir dönemde, bazıları herhalde kendilerini savunmak için dört kadınla evlenmenin cevazı üzerinde ısrarla durdular.

Ben burada bir espriyi arz etmek istiyorum: Bir defa, imam nikâhı kıyılarak, birden fazla kadınla evlenmenin Sünnet olduğuna dair Kur'an-ı Kerim'de ve hadislerde herhangi bir kayıt yoktur. Nisa Suresi'nde, hususi şartlar altında ancak cevazdan, ruhsattan bahsedilir ve bir kadınla evlilik adeta zaruret derecesinde teşvik edilir. Dolayısıyla kimse, dört kadınla evlenmeyi bir Sünnet'i yerine getirme şeklinde düşünemez; adeta dini bir emri yerine getirme iddiasında bulunamaz. Allah Resulü'nün evlilikleri bir çiledir ve ona hastır. Allah Resulü'nün birden fazla evliliği 55 yaşından sonra başlıyor. Çok yıpranmış bir insanın bu dönemden sonra öyle bir arzusunun bulunduğunu söylemek tarihi gerçeklere terstir. Bir şefkat abidesidir o, Allah ona hususi bir ruhsat vermiştir, bir şefkattir onunki. Hz. Ömer'in kızının kocası ölmüş. Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir'e "Kızımı al, ortada kalmasın" teklifinde bulunmuş. Hz. Ebu Bekir özür beyan etmiş. Aynı şeyi Hz. Osman da yapmış. Efendimiz (sav) ise, onu hane-i saadetlerine kabulle, burada izahı mümkün olmayan, yeri de olmayan pek çok maslahatı yerine getirmiş. Bu evlilikler, Efendimizin (sav) sırtında kambur gibi bir şeydir. Onca insanı incitmeden, üzmeden, adaletle, tam bir istikametle idare etmek, diyorum ki, peygamberliğine delil olarak yeterdi. Ama diğerlerine gelince; bir tane kadınla evlenmek esastır, zaruretler birden fazla evliliği gerektiriyorsa, kadınlar arasında adalet esastır. Kur'an, "Aralarında adaletle muamele yapamamaktan korkarsanız, bir tane yeter. Adalet için bu daha uygundur." diyor. Dolayısıyla, birden fazla evlilik Sünnet değildir, ibadet hiç değildir. Kimse zaaflarına dini bir kisve giydirip, sonra bunu bir sevap gibi sunmamalıdır. Bu dinin istismarıdır. Meselenin bir yanı bu.

Başkalarının Avukatı, Kendimizin Savcısı Olmak

Meselenin diğer yanı şudur: Dinde ruhsatlar vardır, azimetler vardır. Azimetler işin ağır yanını tercih etmelidir. Buna kimse zorlanamasa da, mesela biri kalkar içten bir coşma ile Rabbine karşı gönlündeki bir alaka ile, secdede bir kere daha O'nunla secdede bulunmayı isteyebilir ve bunu bir yönüyle yapabilir. Allah'ın o esnada ihsan edeceği şeyler açısından da bunu arzulayabilir. Ama, bir başkasının bir damla ibadetini, bir kelime-i tevhidini bir geceki yüz rekâtlık namazına tercih de eder. Esas şudur: Başkalarının avukatı olmak, kendimizin savcısı olmak. İnsanın kendisini sorgulaması. İşte, azimetle amel etmek demek, böyle bir sorgulama, işin ağırını yaşama, ferden zoru seçme, zora talip olma demektir.

Ruhsatlara gelince: Onlar, genişlik adına, rahatlık adına, Allah'ın tanıdığı kolaylıklardır. Bu mevzuda ayetler vardır, hadisler vardır. Sofilikte, tasavvufta, İslam'ın ruhi hayatını tercih edenlerde azimetle amel etmek esastır. Dinde poligamiyi tecviz edenler bunu bir ruhsat olarak görmüşler. Gerçekten bir zaruret hali olur. Savaş halleri olur. Pek çok kadın ortada kalır. Bunların hissiyatı vardır; meşru dairedeki zevklerin meşru çizgide tatmini için harama giden yolları tıkamak gerekir. Ayrıca, bilhassa kadınların dul ve bakıma muhtaç kaldığı dönemleri de nazara almak lâzım. Din, sadece bu asra değil, bütün asırlara hitap eder. Her asır, ondan kendine layık olanı ve gerekeni alır. Allah'a yaklaşma ve iyi Müslüman olma iddiasındaki bir insan ruhsatlardan çok azimetleri tercih eder. Bunu tasavvuf mektebinin önde gelen simalarından Şarani, "Dervişler azimetle amel etmeliler." diyor. Bir taraftan tasavvuf denecek, fikir denecek, öbür taraftan da gerçekten gerekli mi, ruhsatı kullanma şartları var mı, neyin tercih edileceği samimi olarak ve Allah rızası istikametinde etüt edildi mi, bütün bunlar nazara alınmadan, ruhsatlar son noktasına kadar kullanılacak ve bir de bunlar İslam'a ve kişinin Müslümanlığına ölçü olacak. Bu, olsa olsa, kabahate, kusura, beşeri zaaflara dini urba giydirmektir.

Kaldı ki, bazı meselelerde zamanın hükmü vardır. İnanmış bir insan, hayat arkadaşına farklı bir nazarla bakıyorsa, rica ederim, böyle birinin Müslümanlık için böyle bir şey yapıyorum demeye hakkı olamaz. İhtiyaçların giderilmesi bir 'def-i hacet' mesabesindedir.

Hayatın gayesi değildir. Müslüman saffet, samimiyet ve idealin temsilcisidir, Allah rızasından başka bir şey düşünmez. Bu bakımdan, kadınla erkek arasındaki münasebette ana dayanak şefkattir, hayat arkadaşlığıdır, yalnız dünya ile değil, ebedi ahiret hayatını da nazara alan bir yol arkadaşlığıdır. İnsanlığın neslinin devamıdır. Diğeri, buna dünyada verilmiş sadece bir ücrettir. Evlilik, fiziğe değil, öncelikle akla ve ruha dayanır. Sonra, zaman bazı şeyleri öne çıkarır, bazılarını geriye atar. Önem kazanan bazı emirler gereği, bazı emirler terk edilir. Savaşta oruç tutulmaz, seferde namaz kısaltılır.

Çok evlenme Müslümanlığa bir leke oluyorsa ve İslam'dan uzaklaştırmaya sebep oluyorsa, bir Müslüman'ın buna yol açmaya hakkı olamaz.

Caminin Yanına Cem Evi Yapalım

Sizin Orta Asya'da Latin alfabesinin kabulünde çok önemli bir rolünüz oldu.

Gelecekte şu veya bu şekilde en azından bazı hususlarda birlikte hareket etme düşünülüyorsa, birbirimizi daha yakından tanımamız gerektiği düşünülüyorsa, bir alfabe birliği çok önemlidir dedim. Bir de İran'ın, Suudiler'in menfi tesirlerinden uzak kalabilmek için bu ülkelerin birbirleriyle aynı şeyi yazıp, aynı şeyi okumalarının, hatta imkânı varsa belli bir kesimin aynı ağzı, aynı aksanı kullanmasının çok önemli olduğunu söyledim. Onlar da buna sıcak baktılar. Fakat, alfabe değişimi gibi aceleye getirilmemesi gereken bir meselede acele davrandılar. Bazı sesleri ifade edecek harf bulamadılar, yakışıksız harfler yerleştirdiler. Oysa ki, kendi ağızlarına göre bizdeki alfabe alınabilir, bazı sesler için ise yeni harfler ilave edilebilirdi. Alfabe meselesi, hemen çabucak halledilecek bir mesele değildi. Belki ilerde bu konuda yeni reform veya düzeltmelere gidilebilir.

Rusça'da yayımlanmış çok zengin Türk araştırmaları da var. Biz bu kaynaklara çok uzağız henüz. Etimolojiden, Anna Ahmatov'un oğlu ünlü arkeologun çalışmalarına kadar çok zengin bir birikim belki bize böylece ulaşır.

Bir açıdan, o da bir zenginlik sayılabilir. Slavlığın, Çarlık Rusyası'nın, komünizmin, menfi tesirlerinin yanı sıra, kendilerine bir kısım katkıları da olmuş olabilir. Bunların menfi tesirlerine karşı koymak için yaptıkları bazı şeyler vardır, bu şekilde sağladıkları birikimleri vardır. Bizim ise, ayrı bir dünyada, Batı'ya açık bir dünyada farklı bir değişim karakter ve sürecimiz vardır. Büyük devlet olmanın şiarlarından bir tanesi de zengin kültürlü olmaktır. Türkiye tek başına bu zenginliği karşılamayabilirdi. Fakat Asya'daki kültür birikimi, Türkiye'deki farklılık, bunların karışımı, meczi zannediyorum ayrı bir zenginlik, ayrı bir derinlik olacak bizim için. Bu da kendi kendine mi olacak, insiyaklarla mı o noktaya gideceğiz, bilemiyorum ve kestiremiyorum da, fakat istikbal öyle görünüyor. İmkân olsa da, Türkmenistan ve Özbekistan gibi ülkelerde de aynı durum olsa; dış baskılardan kurtulmanın yolu biraz da bundan geçiyor. Bu, Kur'an harflerinin, Kur'an alfabesinin öğrenilmemesi demek değildir. Ama bir milletin millet olarak, ilmi ve teknolojik bakımdan zengin bir dünyada Kiril alfabeleri ile ayakta kalıp, büyümesi çok mümkün görünmüyor.

Orta Asya edebiyatını, kültürünü hiç tanımıyoruz. Oradan kendimize ait öğrenecek çok şey var.

Çok az şey biliyoruz, çok az. Mesela, onlarda bizdeki Yunus Emre'ye benzer bir Mahdum Kulu var. Bu zat hakkında hemen hiçbir şey bilmiyordum. Edebiyattan anlamasam da, okuma merakım var. Ancak 1990'dan sonra bu zatın divanını elde edebildim. Baktım Yunus Emre gibi düşünüyor. Bu zat abideleştirilmiş. Daha nicelerini de bilmiyoruz. Manas Destanı'nı bile yeni yeni duyup öğreniyoruz.

Bizde bunu en yakın temsil eden Alevi kültürü, onlar da bunu kentlerde kaybettiler.

Belki bizim de bütün toplum olarak bazı yanlarımız itibariyle rötuşlanmamız lazım. Tasavvufun yaptığı budur. Bizim yontulup, şekillendirilmesi gereken yanlarımız olduğu gibi onların da (Aleviler'in) bazı yanlarının yontulması, şekillendirilmesi lazım. Alevilik üzerinde hususi araştırma yapan tanıdığımız insanlar var. Onların mütalaalarına bakılınca, hakikaten Alevilik ayrı bir zenginlik kaynağı oluşturuyor. Bence o kültür Sünnilik mülahazasıyla kaldırılıp bir kenara atılmamalı, değerlendirilmeli. Belki Aleviler, Alevilik mülahazası ile değişik düşüncelere sığındılar. Bu sığınmanın bedeli de çok pahalı oldu onlar için. Şimdi bütün bunlardan sarf-ı nazar ederek, biz ve onlar aramızda yeniden bir millet olmanın gerektirdiği birliği, kardeşliği tesis edersek, zannediyorum o kültür akışı, intikali kendi kendine gerçekleşecektir. Yani birbirimizi zenginleştirme imkânı doğacaktır. Birbirimizi bu şekilde tanıma da ayrı bir marifettir.

Birbirimizin iç dünyalarına ve ruhi derinliklerine inmek, yine karşılıklı istifade adına meselenin ayrı bir boyutu. Bu birliktelik ve zenginlik için, onlar da Sünniler'e açılmalı. Halihazırda bu mesele bazı kesimler itibariyle hâlâ istismara açık gibi. Yani, niçin bazı aşırı sol akımları önemli ölçüde onlardan bazı kimseler temsil ediyor? Bizim milletimize ne olmuş ki! Bu millet ve bu ülkenin devletinin bazı eksiği gediği varsa, bu hepimiz için bir derttir. Halk için de bir derttir. El ele verip bu yanlışı düzeltelim. Bu Türkiye'yi kendi kendimize yeterli hale getirelim, akıllıca paylaşalım ve beraberce yaşayalım, istifade edelim. Böyle daha makul, hem milletin kalıcılığına hem de bizim kalıcılığımıza yardımcı olabilecek bir yol varken, böyle çok küçük mülahazalara saplanarak onlarla bir yere varılacağını vehmetmek, eğer birileri tarafından bir şeyler vaat edilerek bir iğfal değilse şayet, bir kandırma değilse, en azından büyük bir saflıktır diyeceğim. Bu millet köklü bir millet, sürekli medeniyetler kurmuş bir millet, her zaman engin kültürü olan bir millet. Batı'nın istifade ettiği kaynak olmuş bir millet

Bu mevzuda da yine başa döneceğim. Belki hoşgörü ve diyalog Türkiye'de değişik kesimler arasında hayati bazı şeyler vaat etmektedir, fakat Aleviler'le aramızdaki suni aysberglerin eritilmesi adına çok daha yararlı olacak gibi.

Aleviler'in sözlü kültür geleneğinin temsilcisi olduğunu söylersek?

Bir de fakirin o mevzuda bir teklifi olmuştu. Alevilik vicahi kültüre dayanıyor. Bunun kitabileşmesi, ilmi bir sıfat ve kimlik kazanması için cem evlerine Alevi kaynaklarını koyalım demiştim. Çünkü atadan evlada intikal eden şeyler aynen intikal etmeyebilir. Bunun için, lokalleriniz olsun, eğitim merkezleriniz olsun, okuma salonlarınız olsun… Buralara Hacı Bektaş Veli'nin Makalât'ını koyalım, Mevlana'nın, Yunus Emre'nin Niyazi Mısri'nin eserlerini koyalım. Yani siz kimleri, hangi şahısları seviyorsanız, onların kitaplarını koyalım ve Alevi kültürü; vicahi, yani ağızdan ağza aktarılan bu kültürü kitabi kültüre çevirelim ki kalıcı olsun. Oturup konuştuğumuz zaman anlaşabileceğimiz bazı koordinatlar olsun. Yoksa öbür türlü zemin çok kaygan olur, kaymalar olur, anlama zorluğu yaşanır.

Benim düşünce ve teklifim bu oldu. Hattâ cem evlerine destek olunmasını, mesela Tunceli'deki tanıdıklarıma tavsiye ettim, yardımcı olun dedim. Ortak okul projesi İzmir Narlıdere'de düşünüldü. Orada eskiden senatörlük de yapmış Dedeler'den birisi ile çok sevişiriz. Onunla, cem evi yapalım, yanına da cami yapalım diye görüştük… Osmanlı hoşgörüsü; kilisenin yanında cami, caminin yanında havra… Bunların hepsi yaşanmıştır ve bunlar çok sevindirici olmuştur. Selim akla, mantığa dayanmayan sertlikleri, huşunetleri kırmada bunlar çok önemlidir.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.