Dogmalar Savaşı Yaşıyoruz
Siz, etrafınıza ördüğünüzün kozadan uçuş ile, Türkiye'nin kendi etrafına ördüğü kozasından uçuşu arasında, bir paralellik görüyor musunuz?
Bir paralellik olduğu söylenebilir. Yapacağınız işlerde Türk toplumu, idaresi, hariciyesi, istihbaratı, maliyesi, devlet çizgisiyle eğer aynı çizgide olmazsa bir şey yapamazsınız. Hiç olmazsa yapılanlara köstek olunmaması gerekir. Devlet bünyesinde, sırf düşüncenizden dolayı, yaptıklarınızı istemeyenler ile karşılaşabilirsiniz. Fakat genelde Türkiye'nin iç ve dış politikalarında bir değişme olmaya başlamıştır. Önceleri ülkemiz bunları değişik ad ve unvanlarla kırdı, deldi. Mesela Kıbrıs'a müdahale yaptık. Oysa o güne kadar söylediğimiz bir sulh sözü vardı. Hiç olmazsa o söze sadık kalmak için, "Kıbrıs Barış Harekatı" dedik. Ne var ki bu harekat, 70 seneden beri ısrarla ve hassasiyetle kurulmağa çalışılan bir düşünceyi apaçık olarak deldi. Şimdilerde söylenen sözler de bu istikamettedir. Bir generalden, geçmişte de bu tür sözlerin bahis mevzuu olduğunu dinlemiştim...
Kimdi bu general?
İsmini vermeyeceğim... Bizzat fakirin olduğu yerde bahsetti. 1932-33'te Mc Arthur (Japon-Amerikan savaşından sonra, Japonya'da kalıp orayı şekillendiren Amerikalı general) Türkiye'ye gelmiş ve Atatürk ile görüşmüş. Atatürk ona diyor ki: 'Aslında biz Lozan'da adaları da istemiştik. Bu adalar bizim beka ve devamımız için çok önemlidir. Süleymaniye, Kerkük, Musul, Türk Devleti'nin devamı için, jeopolitik açıdan çok önemlidir. Türkiye'nin Romanya, Bulgaristan ile münasebetleri kulak ardı edilmemelidir..." Demek ki biz sulh dedikten beş-on sene sonra bile, değişik mülahazalara sahibiz. Buhranlar belli ölçüde aşıldığı zaman Kıbrıs Harekatı ile gerçekleştirilen düşünce, bir ölçüde, teklif olarak ortaya atılıyor. Bu mesele delinmeli, deniliyor. Ve şimdilerde bu mesele iyice su yüzüne çıktı. Saraybosna mevzuunda hem ordu, hem devlet cephesinde çok farklı şeyler konuşuldu ki, bir şey olmazsa bile, işin doğrusu bunlarla milletin gönlü fethedildi.
Özellikle dış politikada, metazori de olsa, bir değişim mi yaşanıyor?
Bütün bu gelişmeler, aynı zamanda devlette belli bir evolüsyonun yaşandığı imajını uyandırıyor. Devletin belli bir noktaya geldiğini gösteriyor. Orta Asya başta olmak üzere, bir çok ülkeye, eğitim ve kültür hizmeti götürülmeye çalışıldı. Devletle çatışarak bir yere gidemezdiniz. Devlet, hariciyesini, ticarî ataşelerini arkanıza salar, inceden inceye hesaba çekerdi. Orada hasbi, fedakar, maaşını almadan çalışan insanlar, bir de 'Nerden geliyorsun, neden geliyorsun, değirmenin suyu nerden geliyor...' gibi mülahazalarla töhmet altına alınırdı. Nitekim bazı yerlerde bu yapılıyor. Demek devletin de, bu çok yüksek gayeleri gerçekleştirmek için, belli bir kıvama gelmesi lazım...
Gelindi mi bu kıvama?
Devletin, belli ölçüde, o kıvama geldiğini söyleyebiliriz. Türkiye'nin potansiyel finans kaynaklarının, eğitim kadrosunun belli bir kıvama gelmesi tevafuku gibi... Ben bunları hep, ihtimal hesapları içinde, trilyonda bir diyerek izah etmeye çalıştım. Belli bir dönemde açılma oldu ama, mesela eğitim rehberleriniz olmasaydı bunları yapamazdınız. Açılıp da kimle kapacaktınız? İhtimal hesabı deyin bunu bir kenara koyun. Asya'da çözülme olmasaydı yapamazdınız. Bu üç tevafukun bir araya gelmesi ihtimal hesaplarına göre kaç binde bir ihtimalle gerçekleşir... Bunu ancak matematikten anlayan iyi kavrayabilir. Bütün bunların hepsini Allah (cc) manzara-ı âlâ'dan bakan, muhit ilmiyle, öyle bir planlıyor ki, vakt-i merhunu gelince bunlar yavaş yavaş tahakkuk ediyor. O açıdan devletin kıvamı, bu mevzuda destekleyici rol oynamıştır. Devletle uyum da bir rol oynayacaktır. Hizmetinize zemin teşkil eden hususlarda beğenmediğiniz yanlar olabilir, düşüncelerinizin gelişip daha mükemmel hale gelmesi beklentiniz olabilir, demokrasi böyle değil, şöyle olsa ümidiniz, düşünceniz olabilir... Bütün bu farklı kanaatleriniz hali hazırdaki zemini değerlendirme açısından, körü körüne devlet düşmanlığı yapmanızı, devletle çatışmacı bir tavra girmenizi gerektirmez. Kendi devletinizi bir düşman gibi göremezsiniz. Bu çok yanlış olur. Benim kanaatime göre devlet-millet uyumu, hele bu zamanda, çok, çok önemli bir faktördür...
Neden bu kadar önemli?
Bir milletin, hatta milletlerin, insanlığın, yeniden, topyekün dirilişi, dünya çapında bir imaj değişikliği bahis mevzu. Artık çok farklı tarz-ı telakkiler söz konusu. Böyle bir dönemde devletle uyumun önemi olmaz mı? Bir meseleye takıldınız diyelim bunu nasıl çözeceksiniz? Elbette ki bu uyum ve böyle bir uyum talebinde sizinle uyuma hazır olan devlet yapısı, felsefesi, millilik ruhu, bu hizmetlerde çok önemli rol oynamıştır. Bugün çok değişik platformlarda, milli güvenlikten, parlamentoya, MİT'den, bürokrasiye çoğunluk itibariyle pek çok samimi vatan evladı, yapılan işleri alkışla karşılıyor. Elbette ki, her meselede aynı çizgide olmayabilirsiniz, farklı düşünebilirsiniz. Sizin millet itibarı, millet değeri, millet kredisi dediğiniz şeyler farklı, onlarınki farklı olabilir. Olabilir ama, fasl-ı müştereklerde var. Bu fasl-ı müşterekler paylaşıldığında daha önemli hizmetler verileceği kanaatindeyim.
Trilyonda birlik bir ihtimal hesabının sonucunda, bu neticelerin oluştuğunu belirttiniz. Bu isabetlilik 'emperyal bir vizyonun' sonucu mu?
Kelimenin lügat mânâsının endişelendirici yanını mahfuz tutmak kaydıyla, emperyal bir vizyondan bahsedilebilir. Emperyal kelimesi; eskiden imparatorluk, şimdilerde demokrasi, cumhuriyet unvanı altında birilerinin verdiği iktidar mücadelesini çağrıştırır. Güç, kuvvet, ezme, sömürme ve dünyanın değişik yerlerinden elde edilen ürünlerden pay almayı hatırlatır. Oysa bizim mülahazamız çok farklıdır. Yeni ifadesiyle söyleyecek olursak meselenin hümanizm buudu daha derindir. İnsanî buud dediğimiz hususta, tamamen Hz. Ruh-u Seyyidül Enam'dan ve İslamın ruhundan kaynaklanmaktadır. Mevlana'nın, Yunus'un, Ahmet Yesevi'nin, Şah-ı Nakşibend Hazretleri'nin izinden gider. Bizim oralara gidişimiz; çıkar, menfaat, hegamonya, sulta kurma veya ekilmeyen, biçilemeyen yerlere sahip olma meselesinden ziyade, bir götürme, taşıma mülahazasına kilitlidir. Bir insanlık mesajı sunuluyor. Muhammedi ruh sunuluyor... Burada anti parantez şunu da belirtmek isterim. Papa'nın son bir kitabı var; 'Ümidin Eşiğini Aşarken'. Geneli nazar-ı itibare alındığında, diyalog derken bile, İslam'ın iğnelendiğini görüyoruz. Hatta çuvaldızlar saplandığını görüyoruz. Şefkat derken, diş göstermeler, seviyorum derken, ısırmalar... Şimdiye kadar hümanizm adı altında veya başka telakkilerle, insanlığa çok acı çektirildi... Şimdi siz insanlığa çektiği bu acıları dindirebilme adına, bir birşeyler götürmeye çalışıyorsunuz...
Bu yönüyle, yeni bir vizyon mu sunulmuş oluyor?
Bizler evrensel bir mesajın hizmetkarlarıyız. Şu anda bir vizyon var. Ben şahsım adına, ona sahip çıkmada da bir beis görmem. Çünkü vizyon bir yönüyle vitrin, görüntü demektir. Görüntü yanımız da bir zaaf olarak her zaman ifade edilebilir. Ama arkadaşlarım da, bu işe gönül verenlerde, vizyondan ziyade bir 'olma' esastır. O olma görünmeden çok farklı ve güçlüdür. Bu tashihi yapmamız gerekiyor. Gerçekten belli bir konuma gelinmiştir. Yeni bir dünyaya açılmamız bahis mevzudur. Merhum Necip Fazıl'ın bir duası vardır. Çocukluk zamanımızda bizi boğulmadan kurtaran Hz. Bediüzzaman, Nureddin Topçu, Osman Yüksel ve daha sonraki durum itibariyle Sezai Karakoç Beyler, bizim için, kurtarıcı simit olmuşlardır. Biz onlara, annemizin tertemiz memeleri gibi ağzımızı dayadık ve o musluklardan kana kana beslendik... O hep dua eder: "Allah bir de bu cemaatle bize, falso yaşatmasın" der. Ben bu duaya vefatından 12 sene sonra, 'Allah bir de bu cemaatle bize falso yaşatmasın' diyerek amin diyorum...
Yeni bir imaj mı doğuyor?
Zannediyorum şu anda oluşturulan görüntü, çok ciddi bir ümit kaynağı ve aynı zamanda yanlış bir imajı değiştirmeye vesile olmuştur. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın yemekli bir toplantısında veya değişik mahfillerde bir takım düşüncelerin aktarılması imkanı oluştu, ama hiç kimse bunu bir şahsa veya önde görünenlere vermesin. Ki verilmedi de... Genelde bir maşeri vicdanın, bir hissiyat-ı umumiyenin tercümanı olması açısından toplumumuz, ortak bir hissiyatın, düşüncenin tercüme-i hali olarak bildi. Bugüne kadar farklı bir Müslümanlık imajı vardı. Hâlâ da devam ettirilmeye çalışılıyor. Hususi ile sürekli bu anlayış manipüle ediliyor. Yakınımızdaki bazı devletlere atıf yaparak... 'Vurursun, kırarsın, kesersin, metazori ile hakkı kabul ettirir, senin gibi düşünmeyenleri yok edersin...'
Bu yanılgı nereden kaynaklanıyor?
Kasıt olabilir, cehalet olabilir... Mesela ilk dönem itibariyle Mustafa Akkad Çağrı filminde Hz. Halidi Ebu Süfyanla yanyana otururken şöyle konuşturur: "Bunca şeyi gördüm, biraz inandım ama, hâlâ içimde bazı şüpheler var..." der Ebu Süfyan. Halidde yeni Müslümandır, heyecanını henüz aşamamıştır ve Ebu Süfyan'ın bu sözlerine karşılık: "Senin kafanı alırsam hiç bir şüphen kalmaz" der. Bilal hemen imdada yetişir, der ki:"Yapma ya Halid! Bazı insanlar için belki bir seneye, bazı insanlar için bir haftaya, bazı insanlar için bir güne, bazı insanlar için belki bir dakikaya ihtiyaç vardır. Bir dakikada uyanır gerçeği görürler...' Fert planında İslamiyet namına sert çıkışlar yapanlar olabilir, ama bu ferdidir. İnsanların mizaçları, tarz–ı telakkileri bunda etkili olabilir, ama İslam asla bu tür şeylere müsade etmez. İslam insanlığa huzur ve barış vermek için gelmiştir... Şimdi öyle bir İslam imajı oluşturdular ki, eğer bir insan senin gibi düşünmüyorsa kellesini alır gidersin, herkes senin gibi düşünür, senin gibi yaşar. Bu şimdiye kadar Batı'nın İslam dünyasına karşı tavrıydı. Ve bu bizim sırtımızda bir kambur gibiydi. Cezayir'deki Sudan'daki mü'min, terörizme bu mülahazadan dolayı mahkum edilmişti. Çok kötü bir imaj uyarılmıştı. Zannediyorum dokuz asır çok mükemmel, esnek, engin bir anlayış içerisinde kitap ve sünnetin sevgi, müsamaha anlayışına uygun olarak yorumlar yapmış olan milletimiz, yine bu mevzudaki o engin ufku, müsamaha ve toleransı ile bütün dünya Müslümanlığının sırtındaki kamburu kaldırdı. Ve bu şimdi, Amerik'da, Fransa'da, İngiltere'de değişik lobilerde görüşülüyor. Dilerim, sesin daha iyi çınlayacağı, önemli platformlarda, seviyeli insanlar, bu düşünceleri ifade etsinler de maşeri vicdan, bir kere daha bununla irkilsin. Bir kere daha kendine gelsin ve bu ses bir kere daha dünyada ma'kes bulsun...
Bu noktada "Türkiye Müslümanlığı" tabirini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu tabiri kullanmak belki İslamın evrenselliği ile çelişir gibi gözükebilir. İslam topyekün insanlığın dinidir. Zaten öyle olmasaydı kendi örf ve âdetlerini korudukları halde, Türk milleti seve seve İslamiyete girmezdi. İsmail Hamdi Danişmend'i okuyanlar çok iyi bilirler; "10-11. asırda bin çadır birden Müslüman oldu"der Danişmend. Burada bir meseleye de anti parantez temas etmek istiyorum. Aslında Müslümanlar Semerkant'a, Taşkent'e, Buhara'ya hicretin 80. senesi girdiler. Öyle olmasa 3. asra gelindiğinde Buhari'ler, Müslim'ler, Tirmizi'ler yetişmezdi. Hicreti seniyyenin 50. senesi Sindabad'a girdiler. Bu dönem çok erken sayılır. Ama demek ki o ilk mücahidler oralara girdiler, o ülkelerin dilini öğrendiler. Müslümanlığı neşrettiler. Aradan yarım asır geçti ve Asya bütünüyle İslamın karşısında teslim–i silah etti. O dalga oradan küçük Asyaya, Anadolu'ya aktı...
'Türkiye Müslümanlığı' tabiri tam da bu süreçte mi meydana çıkıyor?
Türkler o dönemde Müslümanlığı, hiç diriğ etmeden kabul ettiler. İslam onlara hiç ters gelmedi. Bazıları, İsmail Hamdi Danişmend başta olmak üzere 'Şamanizmin kaynağı Hz. İbrahim'e dayanıyordu' der. Hz. İbrahim'in dini de, hem Müslümanlar, hem de yahudiler tarafından paylaşılır. Efendimiz geçmiş peygamberler arasında duygu düşünce yaklaşımları itibariyle, kendisini Hz. İbrahim"e benzetir. Gerçekten temel prensipler açısından, böyle bir yakınlık, yaklaşmayı sağlamış olabilir. Ama, aslında milletimiz çok saf, çok samimi, çok nezihti. Necip Fazıl merhumun sık sık ifade ettiği gibi: "Gerçek Türklük, seviyeli Türklüğe, Müslümanlık sayesinde ulaşmıştır." Eğer Türk milleti, Türk milleti ise bu ancak Müslümanlığı sayesinde olmuştur. İslamiyeti fıtratına çok uygun buldu ve oldu. Yani İslamın evrenselliği, Türk milletinin kendi örfünü, adetini korumasına karşılık, islamiyeti kabul etmesine mani teşkil etmemiştir. Türk milleti çok erken Müslüman olduğu için, sadece Buhariler'den bahsediyoruz. Ama, bizim fıkıhta imamlarımız, mesela Türkiye'deki Mültek-a Ebhur sahibine, Molla Hüsrev'lere, Dürer'lerin, Gurer'lerin yazarlarına, Molla Gürani'lere kadar hepsine tesir eden, 'Sadr-u şehid'lerdir, 'Merginani'lerdir. Yani hep Asya'da yetişen insanlardır...
Asya'da yetişen bu insanlar İslamiyet'i nereye taşıyor?
Denilebilir ki Müslümanlık, Mekke'de, Medine'de zuhur etmiş, Afrika'dan çıkmış bir yol takip etmiş, Asya steplerine doğru bir konak kurmuş, dinlendikten sonra, Küçük Asya'ya, Anadolu'ya gelmiştir. Bütün dünya Müslümanlığa, haremeyni şerifeyne bağlılıklarıyla medyundur. Bizim ikinci bir medyuniyetimiz vardır, Asya'yadır...
(Kısa bir sessizlik oluyor ve Hocaefendi'nin gözleri doluyor...)
Bu gün yaşanan Asya çıkışının bir esprisini de şöyle ifade ediyorum ben: Borç ödemeye geldik... Doğru haremeyni şerifeyne yöneleceğiz ama, ister hadiste, ister tefsirde, ister fıkıhta, isterse hicri 4 ve 5. asırda gerçekleştirilen rönesanstan dolayı, biz Asya'ya çok şey medyunuz. Erken bir dönemde dine sahip çıkılmış, dinin yoruma açık kısımlarında delillerimiz açısından kitap, sünnet, icma-i ümmet, kıyas-ı fukaha'ya uygun bir telakki geliştirilmiş. Kıyaslarda bir toplumun ahlakının, psikolojik yapısının, sosyo-ekonomik durumun müessiriyeti inkar edilemez. Sosyal yapının müessiriyeti inkar edilemiz. Türk milleti içtihada açık yanları, kitabı, sünneti böyle yorumlamış. İcmaı öyle anlamış. Bu açıdan da başka milletlerden farklı olarak, hele böyle hep büyük devletlerle de idare edildiğinden, devlet olmaya da açık çok farklı bir yelpazeye ulaşmış. İşte bu manada 'Türkiye Müslümanlığı' tabiri uygundur kanaatindeyim. Bunun bir diğer yanı da Müslümanlık bizde kitabın, sünnetin yanında İslam'ın ruhî hayatına açık, tasavvufa açıktır. İslam'ıni ruhi hayatının ele alınmasının yanısıra, fünun-u müsbeteye de ayrı bir bakışımız olmuş. Bütün bunlar müşterek, beraber gelişmiş. Ve biz fıkıh medreselerinin, mekteplerinin yanında, sürekli tekke ve zaviyeleri beraber görmüşüz. Bu da tabii olarak bir farklılık getiriyor.
İslam dünyasının diğer bölgelerinde böyle bir beraberlik yok mu?
Zannediyorum diğer islam milletleri bu mevzuda hep kapalı yaşamışlar. Dolayısıyla da Müslümünlığı yaşarken bile belli ölçüde bağnazlığın bahis mevzu olduğu söylenebilir. Benim Amerika"da, Avustralya"da, Batı âleminde, Arap dünyasında gördüğüm şu oldu; öyle sert bir anlayışları var ki, bu anlayışla devam ettikleri müddetçe Müslümanlık adına değişik milletlerden hep tepki alacaklardır. Çünkü sürekli teferruatın kavgasını veriyorlar. Mesela bizzat başımdan geçen bir misali arzedeyim.
Hanefi fukahasına göre farz namazından sonra tesbihat yerine, nafile namaz kılmak daha evladır. Çünkü nafile de olsa, namaz kılmak evrad-u ezkarın önünde gelir. Dolayısıyla da bizim Hanefi düşüncesinin hakim olduğu yerde genelde farz kılındıktan sonra nafile namaz kılınır, sonra tesbihat yaparlar. Bu tamamen teferruata ait bir meseledir. İmam Şafii, İmam Malik gibi kimseler de derler ki, 'Farzlardan sonra ilk önce tesbihat yapılmalı, sonra nafile namaz kılınmalı.' Benimle Harem-i Şerif'te bu yüzden bir Arap Müslüman kavga etti. Başka bir yerde bir Batı ülkesinde buna benzer teferruata ait bir meselede adam beni bayağı ırgaladı. Şimdi şayet, teferruata ait bir meselede bile anlayış bu kadar sertse, başkalarına Müslümanlığı nasıl anlatacağız? Bu türlü hadiselerin onlarcasına rastladım, hep dedim ki; 'Keşke Müslüman Türk'ün inandığı manada bir Müslümanlığı buralara getirebilsek. Bu adamlar buralarda bu bağnaz düşünceyle hareket ettikleri müddetçe Müslümanlığa fayda değil, zarar getirirler' Bu anlayış Efendimiz'in emrettiğine de muhaliftir. O buyuruyor ki 'Müjdeleyin, ürkütmeyin, kaçırmayın' bu adamlar kaçıracaktır. 'Kolaylaştırın, zorlaştırmayın' aksine bunlar ta'sir edecekler, tenfir edecekler, tebşir etmeyecekler. Bu açıdan şartlı ve izahlı olarak 'Türk Müslümanlığı' tabiri doğrudur. Ama İslam'ın evrenselliği açısından bir Türk Müslümanlığı deyince, bir Kürt Müslümanlığı, bir Fars Müslümanlığı, bir Arap Müslümanlığı çıkar. Bu noktada da işi karıştırmış oluruz...
Ayrımı etnik temele göre mi, yoksa sosyolojik temele göre mi yapmak gerekiyor?
Meselenin sosoyolojik bir temeli var, bir o kadar da tarihsel yanı var. Bu bizi aşar... Ne yapalım ki kaderin cilvesi olarak, bu millet, Müslümanlığa çok erken sahip çıkmış, İslamiyet'in değişik ilimlere açıldığı bir dönemde, hatta tekke ve zaviyesi ile inkişaf ettiği bir dönemde bu millet, bu dini hakkıyla temsil etmiş ve çok önemli bir varidat bırakmış. Bu yönüyle de meseleye tarihi açıdan bakılabilir. Bazen tarihi hadiseler insanlığın sırtında bir kambur gibidir. Onu atıp kurtulmak ister. Bazen bir şeref gibidir boyunda taşınan madalya gibi... Biz onunla iftihar ederiz.
Biraz önce sosyolojik vetireden bahsettiniz. Bu çerçevede Türkiye'nin, İran veya Cezayir olması söz konusu mu?
Buna bir Sudan, bir Bangladeş, hatta Pakistan'ı da ilave edebilirsiniz. Öncelikle oralarda ki toplumun memnun olduğu genel durum, farklı şekilde aksettirildi ki, hemen her yer hakkında, aynı hüküm verilsin. Bir zemin hazırlandı. Türkiye Cezayir olur mu, olmaz mı? Bu meseleye farklı yaklaşımlar olabilir. Birilerinin ifade ettiği gibi ki, bunlardan bir tanesi Bülent Ecevit'tir; 'Türkiye'de aynı zamanda laik yobazlarda var...' Laikliğe bu şekilde yaklaşmak epey bir cesaret meselesiydi de, ama şimdilerde, bir çokları söylüyor. Korunup- kollanması biraz itidale bağlı. Eğer laikliği seven, muhafaza etmek isteyenler itidallerini koruyamazlarsa zannediyorum, laikliği kendileri yıkarlar. Her kesimin yobazı olduğu gibi laikliğin de yobazları var. Tekkeden, medreseden de çıkmıştır. Laik yobazlar da olmuştur. Yobazlık kelimesini çok kullananlardan birisi de merhum Necip Fazıl'dı. 'Ham softa, Kara yobaz' derdi. Ve bu arada 'Küfür yobazı' tabirini kullananlardan birisiydi. Bu tabirlerin yakışıksız olup olmadığı tartışılabilir. Şimdi meseleye böyle taasupla yaklaşanlar, kendi düşüncesinden başka, hak kabul etmeyenler, hatta kuvveti, hakkın yerine koymak suretiyle, çılgın kuvvetle herşeyi yapmağa çalışanlar var. Bazıları da öyle yapıyor. Ve tabi çok hak, hakikat, mantık ve muhakeme gümleyip gidiyor bunun karşısında. Çünkü kuvvetin en müsamahasız olduğu saha mantık, muhakeme sahasıdır...
Hak, kuvvet veya iktidar ve adalet ilişkisini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bizim ölçülerimiz de; kuvvet hakktadır, hak kuvvette değildir. Ama kuvvetin ceberrutu, bunun da ötesindedir. O akl-ı selime karşı da asidir. Mükemmel mantığa karşı da asidir. Onu ele geçirenler akılla mantıkla, muhakeme ile diyalogla, münasebetle, daha başka insani değerlerle halledebilecekleri problemleri, kaba kuvvetle halletmeyi düşünür. Dolayısıyle bunların hepsini kulak ardı ederler. Böylece çok insani değerler kulak ardı edilmiş olur. Son asır itibariyle en çok yaşadığımız da budur. Cezayir'deki meselede budur bence. Orda bir toplum problemi vardır. Bir kesim Allah-Peygamber demiştir. Bazı söz ve düşüncelerde zamanlama yapılmış mıdır-yapılmamış mıdır? Bu gelecekte oradaki felsefi tarihçileri ve sosyologları meşgul edecektir. Ayrıca ele alınabilir. Fakat beri planda, hakkı kuvvette gören, mantığı, muhakemeyi silen ve her şeyi kuvvetle halletmeye çalışan kaba kuvvet, orada kendisini çirkince göstermiştir. Sonra da bu kaba kuvvete, hak izafe edebilmek için, karşı taraf terörist ilan edilmiştir. Yani meseleye şartlar açısından mı bakmak gerekiyor?
Nerede bu şekilde kuvvet öndeyse, hak kuvvetin vesayetindeyse, bir kısım dayatmalar, kabuller, biraz da kutsanarak, sırlılığa girerek, büyü halini alarak, topluma empoze edilmişse, böyle de neticeler oluşmuştur. Bu açıdan her yerde aynı komplikasyonlar bahis mevzu olabilir. Buna isterseniz paradigmanın, enigmaya dönüşmesi diyebiliriz. Bir kısım dayatmacı kabuller, bu laiklikte de olabilir... Mesela kilise dayatmıştır; Eb (baba), Ümm (anne) ve Ruh'ül Kudüs... Eb'i anladık; akıl, mantık, kitap kabul etsede,etmese de Ümm'ü de anladık. Onların itikadına göre ilah, (Ruhül Kudüs) diyelim ki bu Hz. Mesih'tir, onun gerçek formuna ulaşması için, bir anaya girmesi gerekiyordu. Yani bir hulul, ve ardından Mesih halinde zuhuru... Pekala bunu nasıl anlayacağız? Bizim için problem değil bu. Kur'an açısından biz bu meseleyi izah ediyoruz. 'Fetemessela leha beşeren seviyya' Fakat bu bir sırdır, büyüdür. Kilise bu ön kabulü, daha da sırlaştırarak, hususiyle belli dayatmalarla toplumun herkesimine kabul ettirme gayreti bu meseleyi bir yönüyle enigmaya dönüştürür. 'Bu bir sırdır, büyüdür, aklınız ermez, kabullenmek zorundasınız, onun gücü zaten büyüsündedir, sırrındadır...' gibi yaklaşımlarla insanlara dayatılır. İnhiraf ettirilmiş bir din olan Hristiyanlık için bu husus söz konusu olduğugibi, Brahmanizm'de de vardır, Yahudiliğin Hz. Üzeyir ile irtibatlı yanında da vardır. Hatta Fars Şii'liğinin imamlarında ve İmam-ı Muntazır'ın da da aynı mülahazalar bahis mevzudur. İşin garibi, çok tuhafı, bir kısım pozitivistler de aynı düşüncenin tesirinde. Onlar da cumhuriyete, laikliğe bir büyü üfleyerek, manipüle ederek, kutsarcasına, toplum, maşeri vicdan, bu işlerde bu kadar sır, büyü olursa saygı duyacaktır gibi düşüncelerle, bu anlayışa giriyor...
Yani insanlar büyülü bir atmosfere sokularak, Cezayir'de olduğu gibi terörizm mi ediliyor?
Bu anlayış nerde oluşmuşsa, orada demokratik yollarla bile inanca gidildiğinde, din tercih edildiğinde, o türlü patlamalar, başkaldırmalar olacaktır. Onun için bu gerçeğe parmak basan askerleri liderlerden bir tanesi, Cezayir meselesiyle alakalı kendisine soru sorulduğunda dedi ki: 'Eğer Türkiye'de aynı vetire yaşanır, hadiseler o noktaya gelirse, Türkiye Cezayir'den bin beter olur...' Aynen bu tabirlerle, o günkü gazeteler, bu sözleri manşet yapmıştı. Bu belli bir düşünceyi ifade ediyor. Bir taraftan kutsanan, mukaddes sayılan bazı meseleleri, olduğundan büyük gösterme, bir taraftan da dayatmacı bazı meseleleri maşeri vicdana kabul gayreti var. Bu da gösteriyor ki, arzu ettiklerine, kendi çürük hendeselerine göre olmayan bazı şeyler zuhur edince, bu kazan kaldırmalar hep olacak, bu türlü komplikasyonlar yaşanacaktır. Bu kaçınılmaz bir şeydir. Bu açıdan 'Türkiye'de böyle bir şey kesinlikle olmaz' diyemeyiz. Olur dersek de belki acelecilik yapmış oluruz. Olması için gerekli olan faktörler, dışta, yani Cezayir'de, Sudan'da veya başka yerlerde mevcut olabilir. Ama oldurmasa, Allah oldurmaz. Çünkü öyle bir şeyin olması için, bazen basiretsizlik iktiza ediyor. Bazen bir kısım kuvvetleri hesaba katmama mülahazaları hakim oluyor. Teknik olunabilecek yerlerde duygusal hareketler söz konusu olabiliyor. Hak bir davaya, mübarek bir neticeye, batıl vesilelerle gitmenin yolları denenebiliyor. Diğer taraftan da, öbür kesimin bağnazlığı, müsamahasızlığı söz konusu oluyor. Oysa yapılması gereken herkesi kendi konumunda kabul etmektir. Faktörler mevcut olunca Karl Marks'ın nokta-i nazarından ifade edersek 'Şartlar aynı olursa, fiziğin kanunları gibi, aynı neticeler doğar.' Tabii bu cebri determinizmin bir neticesidir. Bu açıdan tarihi, sosyolojik, psikolojik ve siyasi şartlara bakmak gerekir...
Paradigmanın enigmaya dönüşmesi ortak bir dogmatizme mi yol açıyor?
Evet, tek taraflı değil. Zannediyorum, dogmatizmin karşısında olanlar da yeni doğmalar üretiyorlar. Bu söylediklerim zülfü yare çok dokunur, ama ben aynı zamanda zülfü ağyardan da çekiniyorum. İkisi de aynı şey. Halihazırda yaşadığımız, Türk insanının problemi, biraz doğmaların savaşı gibi bir şey oluyor. Bir dogmatik cephe başka bir dogmatik cepheyle savaşıyor. Hepsi katı şeylere bağlı, hepsi dayatmacı ve uçlar az olmasına, sivri olmasına rağmen, geniş halk tabanına bile müessir olabiliyor. Demek çığlıkları güçlü geliyor onlara. O zamanda müsadenizle bir espriyle meseleyi arz etmeğe çalışayım; uçlarda olmayıp, ortalarda olanlar ki, çoğunluğu teşkil eder, bunlara itidal düşer. Uçların ifrat ve tefritini bunlar tadil edebilirler. Edebilirler ve Türkiye'de başlayan bu hoşgörü ve diyalog, müsamaha vetiresini devam ettirirler.
- tarihinde hazırlandı.