İslam ve Dogmatizm
İslam'ın dogmatizme karşı tavrı nedir?
Usulcülerin; 'Mutlak zikir kemaline masruftur' anlayışıyla meseleye yaklaşırsak, dogmatizm; nassları, hiç bir ihtimale yer vermeyecek şekilde, olduğu gibi kabul etme meselesidir. İslamiyet ise, hususu ile Hanefi mezhebi vesayetinde gelişen anlayış ve yorumlar, çok engindir. İslam'da bu anlamda dogmatizm olmaz...
Peki ya nasslar?
Nasslara saygı var ama bu dogmatik anlamda bir nassçılık değil. Gerçi katı, kaba bir nassçılık, zahiriler arasında olmuştur. Zahirilik; Hz. Ali döneminde, bir ifratın neticesi olarak ortaya çıkan, haricilerle başlamıştır. Birbirine zıt, birbirini nakzeder gibi gözüken nassları bile ''hass'tır, amm'dır, nasihtir, mensuhtur, mutlaktır, mukayyetir'' nazar-ı itibare almadan, olduğu gibi kabul etmişlerdir. O zaman bu bir sistem, ekol haline gelememiş. Ama Davud-u Zahiri, İbn-i Hazm gibi kimseler Endülüs'te bu meseleyi bir sistem haline getirmişler, kitaplar neşretmişler ve daha sonra bu mektep güçlü kimselerin eline geçmiş. Hicri 7. asır itibariyle İbn-i Teymiyye gibi zeki, dâhi bir hadisçinin elinde, ayrı bir büyüye, bir enigmaya ulaşmış... Çok kimseyi büyülemiş. Mesela İbn-ül Kayyim'ul Cevziyye, İmam Zehebi, İbn-i Kesir gibi kimseler onun açtığı bu ekolün tesiri ile hareket etmiş. Eş'ari ve Maturidiler'in üzerinde de önemli tesirleri olmuştur...
Bu tesirler, İslam tarihinin bazı dönemlerinde dogmatizm yaşandığını göstermiyor mu?
Bu anlamda bir dogmatizm İslam tarihinde yaşanmıştır ama, İbn-i Teymiye'yi, İbn-i Hazm, Davud-u Zahiri gibi dogmatist görmek doğru olmaz. Fakat tesiri vardır. Sünni mezheplerle, enginleştirilen, her yerde kabil-i tatbik hale gelen İslam'ın genel prensiplerini, yeniden kendi anladıkları ölçüde nasslara irca etme lüzumunu duymuşlar. Aradan onca asır geçmesine rağmen. Bütün, bütün böyle bir şey olmamıştır denilemez ama, bu düşüncelere maşeri vicdanın hüsn-ü kabul göstermediği gerçeğini de unutmayalım. Bazı zamanlar, bazı yerlerde, bir sıkıştırılmışlık içinde, yalancı bir sabah yıldızı gibi zuhur etmiştir. Şimdiler de bazı temsilcileri olsa bile, maşeri vicdan tarafından bu düşünce biçimi iltifat görmemiştir. Bu tür yorumlara tevessül edenler olsa da, İslamiyet; zahir-batın, madde-mana ilişkisinde kurduğu denge ve engin yorumlarıyla dogmatizmadan fersah fersah uzaktır...
Doğu ile Batı arasında Türkiye'nin millî istikametini, nasıl görüyorsunuz?
Milli istikametin yeniden tayin edilmesi çok önemli bir mesele. Millî duygu, düşünce, örf, âdet, gelenek, kitap, sünnet ve din ile alakamız mahfuzdur. Fakat değişen zaman içerisinde, millî duygu ve düşüncelerimizin, çağın icapları ile uyum sağlayamadığı ve yeterli motivasyonu gösteremediği de bir gerçek. Kendi özümüzü, rengimizi, hüviyetimizi korumamız, elbette gerekli ama, bunun yanı başında küreselleşen bir dünyada değişik devletlerle münasebetlerin farklılaşmasına uygun politikalar geliştirmek de gerekmez mi? Bilim ve teknoloji alanında yaşanan değişime açık olmak şart. Ama maalesef bugüne kadar, bu zaviyede, tam bir fetret dönemi yaşandı. Bizim anladığımız mânâda takarüb-i zaman, takarüb-i mekan açısından, küreselleşme gibi şeyler yeterince düşünülmedi. Dinamiklerimizin yeniden ele alınarak topluma mal edilmesi lazım. Çağın vadettiği şeyleri, çağın varidatını işin içine katarak, Anadolu'nun değişik yerlerinde ifade edildiği gibi; 'Herkes evindeki pişmişi getirir ve renkli, zengin bir sofra oluşur...' anlayışını yeniden oluşturmaya ihtiyaç var. Tabii bunun için de zamana ihtiyaç var. Çünkü kabuller çok önemlidir. Bu anlayışın toplumun bir buudu, bir derinliği haline gelmesi ise, tıpkı bir din gibi, uzun bir süreç ister. Nazari şeyler, nazari olarak ortaya atılır da, amelle uzun süre, temrinat yapıla yapıla, tabiata mal edilmezse, kalıcı olunmaz. Bu açıdan bizim bu konularda ki yaklaşımımız, biraz zamana vabestedir. Bu işleri, uzun zaman diliminde, akademik seviyede ele alıp işleyecek, insanlara vabestedir. Hala Türkiye'de, 2. Meşrutiyet ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında, sosyoloji ve milliyetçilikle alakalı yazıldığı ölçüde seviyeli eserler, ortaya konamamıştır. Ali Ayni seviyesinde bir yazar, çıkartılamamıştır henüz. Bu meselelerin yeniden günün şartlarına göre gözden geçirilip, anlatılması lazım. Bir farklılık olduğu kabul edilmeli ama günümüzün insanıyla böyle bir noktada da buluşulabileceği kanaatini taşıyorum...
Bütün bu farklılıklara rağmen mi?
Evet bütün bu farklılıklara rağmen. En azından çatışma olmayacağı kanaatindeyim. Çünkü bir yönüyle çağla hesaplaşma, çağı kucaklama ve çağı kabullenme süreciyle karşı karşıyayız. Bazı şeyleri zamanın yorumuna bırakmak da uygun olacak ama özün, temel dinamiklerin korunması da çok önemli. Elverir ki içinde bulunduğumuz bu vetire kendi hususiyetleriyle kabul edilebilsin. Acele edilmesin ve istikametin tayini, tespiti, niteliği mevzuunda gerekli gayretler gösterilsin.
Siz bu istikametin, Batı'ya dönük yüzünü nasıl görüyorsunuz?
Batılılar'la, Batı düşüncesi ile bütünleşmemizde mahzur olmayan ve gerekli olan noktalarda bir bütünleşmenin gerçekleşmesinde, bence bir beis yok. Zaten bu kaçınılmazdır da... Allah; insanı, aklı ve vicdanı mükerrem yaratmıştır. Akıl ve vicdan sahibi bir insan olmanın vadettiği bir kısım kerametler vardır. İslam ile tanışmayanlar da insandır. Onların da akılları ve vicdanları vardır. Bu aklın, bu vicdanın ve insan olmanın insanlığa vadettiği şeyler vardır. Elli bin türlü yanlışlık içine girmiş olabilirler. Üstadın bir ifadesi ile 'Allah, insanı kerim olarak yaratmıştır. Hep iyiyi, güzeli arar. Ama bazen batıl bir külah gibi insanın başına geçebilir...' Demek ki insanın tabiatında hep iyiyi, güzeli araştırma temayülü var. Eğer biz kendi benliğimizi bulmuşsak, onlardan alacağımız şeyler ancak güzellikler olur. Ve Batı'dan alınacak bir çok güzellik var. Mehmet Akif; 'Alınız Garb'ın ilmini' diyor. Üstad Bediüzzaman'ın bu şekilde yaklaşımları var. Ben bu anlamda bir Garplı, Batılı olmada hiçbir mahzur görmüyorum.
Fakat özellikle İslamî camiada, slogan düzeyinde bir Batı düşmanlığı var...
Mutlak mânâda, bila kaydı şart bir Batı düşmanlığı, zannediyorum bizi çağın dışına iter. Ve zaman tarafından elenirsiniz. Kaldı ki onlar bizden alınacak şeyleri almada diriğ etmemişler. Azıcık bilim tarihi okuyanlar bilirler ki, Batı'da Rönesans olmadan önce, gerçek mânâda bir Rönesans Hicri 5. asırda Asya'da gerçekleşmiş. Biruni'lerden, Harizmi'lere, İbn-i Sina'lara kadar... Bunlardan bazılarının İslamî düşünce açısından inhirafları olabilir. Ama genelde hepsi kitaba ve sünnete bağlı bu insanlar Endülüs'te, Asya'da seslerini hissettirecek şekilde, gürül gürül bir ses haline gelmiş, büyük bir medeniyetin soluğu olmuşlardır. Ve yine birçok bilim tarihçisinin ifadesine göre, Batı'da gerçekleşen rönesansın temelleri, Asya'da atılmıştır. Batılılar'ın bazı mutaassıpları, isim değiştirerek almışlardır. Mesela Cabir'e, El-Gabir demişlerdir. İnsaflı Batılı yazarlar bunu itiraf etmiştir. Batılılar'ın alıp geliştirdiği şeyleri, bence bizim bugün almamızda hiçbir beis yoktur. Biz de alır, bu meseleleri daha ileri götürürüz...
Türkiye'nin bu konudaki şansı nedir?
Biz bir ölçüde, değişik şeylerle dimağı iğfal edilmemiş, bakir bir milletiz. Sosyologların, sosyal tarih yazarlarının yaklaşımı ile ele alacak olursak, yeryüzünde yirmi küsur medeniyetten, on yedisini, bizim gibi, arkadan gelen insanlar kurmuşlardır. Bir yönüyle saf dimağların, düşüncelerin, dogmatizme yuvarlanmayacak, başkalarının koyduğu kayıtlarla kayıtlanmayacak, şartlarla meşrut olmayacakların, muhakemeleri daha esnek ve engin olacağından, beşer çok hayırlara ve bereketlere ulaşabilir. Bizim elimizde de, böyle bir şey gerçekleşebilir. Kanaati acizanemce, çok orijinal, farklı terkipler meydana getirebiliriz. Bunun dinamikleri de hazırlanıyor gibi. Asya bir dönem bölük - pörçük bir hale geldi; Özbekistan, Kazakistan, Gürcistan, Doğu Türkistan... Hepsi ayrı ayrı kültürlerin tesirinde, farklı medeniyetlere açıldı. Bence bu düşünce ırmaklarının akabileceği havzın meydana getireceği düşünce derinliği, ummanı bizi çok büyük ufuklara götürecektir. Zengin bir kültür, sarsılmaz bir medeniyet, hali hazırdaki bu dinamikler, böyle bir neticeyi vadediyor...
Bu neticenin önüne geçilebilir mi?
Gelecek, istikbal parlak görünüyor. Ancak muhalif bir rüzgâr esip, harmanımızı savurmazsa, acemi bir hekim yaralarımıza, kangrenlerimize, hesap etmeden neşter vurmazsa, mualece ile elimizdeki hastayı öldürmezsek (yine belki burada Marks gibi şartlara bağlı olarak konuştuk) Şairi Şehirimiz'in de ifadesiyle: 'Yarın elbet bizim, elbet bizimdir/Gün doğmuş, gün batmış ebed bizimdir...'
Son olarak Gümrük Birliği konusunda farklı çıkışınız olmuştu. Batı ile ilişkilerde realpolitik, kültür ve din gibi unsurların bir bütünlük içerisinde mi ele alınması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Sorunuza başından cevap vermeye başlayayım müsaade ederseniz. Bu bir istihale meselesidir. Eski dönemde, Gümrük Birliği sürecinden önce, Avrupa Topluluğu'na girmek mevzu bahisken birtakım endişelerim vardı. Çünkü o zamanlar, ekonomi uzmanları, akademisyenler, Türk toplumunun (Türkiye'de ve Avrupa içerisindeki uzantısıyla) böyle bir zifafa hazır olmadığını düşünüyorlardı. Türk toplumunu kalbinde eskimi olan, bir yığın gibi görüp, heyecana tahammülü yok, böyle bir zifafta kalbi durabilir diyorlardı. Ben de yer yer bu endişeye iştirak ediyordum. Bir asimilasyon sözkonusu olabilirdi. Çünkü bir sarsıntı, bir buhran ve bir kriz yaşanıyordu. Fakat o günden bugüne, çok hızlı ve muttasıl bir değişim sözkonusu oldu. Türk toplumu hem yurt dışında, hem de yurt içinde ruh köküne inmeye başladı. Böyle bir zamanda Türk insanının Batı'yla bütünleşmesi, bir entegrasyona girmesi, yaşadığımız çağda kaçınılmazdır. Böyle bir yolda Türkiye; aklıyla, mantığıyla, kendi dinamiklerini, kendi değerlerini gözden geçirerek bu işin içine girerse, hiçbir kaybımız olmayacağı kanaatindeyim.
Kaygılanmıyor musunuz?
Bu noktada hiç kaygılanmıyorum. Bundan sonra başkaları kaygılansın, endişe etsin. Bırakalım Avrupa, Amerika (Batı) endişe etsin. Biz artık bazı şeyleri, duygu, düşünce ve anlayışta ihraç etme durumuna ve mülahazasına sahibiz. Batı'yı; medeniyet olarak vereceğini vermiş, 50-60 yaşına girmiş, acuze-i şemta ihtiyar bir kadın gibi görüyorum. Ne ilkaha, ne telkiha kabiliyeti yok artık...
Bir bütün olarak mı?
Evet, bir bütün olarak... Ancak 3-5 asırlık yakın tarih itibariyle evlenmemiş, bekaretini koruyan Türk insanının, erkeğiyle, dişisiyle, kalbiyle, fikriyle, çok güçlü bir ilkah ve telkih kabiliyeti var. Karşı tarafın da bir telakkuh kabiliyeti var. Aşılanan her şey iyi tutacak ve bundan cins düşünceler doğacaktır. Bizim söyleyeceğimiz, ortaya koyacağımız her düşüncenin, çok bakir olduğu kanaatindeyim. Terminolojimizde karşılayamadıkları şeyler var. Basit gibi gelir de bize ait kitapları çevirdiklerinde karıştırdığımızda karşılayamadıkları şeyler var...
Fakat bizim de, Batı kaynaklı eserleri çevirirken karşılayamadığımız şeyler yok mu?
Vakıa, biz bir lisan kahtı yaşadık ama. Dilimiz katledildi. Benim dilimiz deyip ele aldığım şey atalarımızdan kalan, bir yönüyle dinimizin dilimize ve kültürümüze kazandırdığı zenginliklerdir. Hele tasavvuftaki enginliği, engin bir beyanla ele aldığınızda, ciddi bir aşmışlık ifade ediyor durumumuz. Ve zannediyorum onlar gölgede kalıyorlar. Bu yönde başkalarının bize birşeyler vermesi mümkün değil. Biz bir doymuşluk içindeyiz. Dolayısıyla bize düşecek her damla, bardaktan taşacaktır... Fakat unutmamaları lazım, biz taşa taşa etrafımıza değişik şeyler taşıracağız. Bunu bir espri olarak alabilirsiniz ama ben bunun gerçek olduğuna inanıyorum. Bizimle aynı memeden süt emmeyenler, varsın bunu rüya ve hülya zannetsinler. Ben biliyorum ki eldeki mevcut dinamiklerle, Allah bu rüyayı gerçekleştirecektir. Bu açıdan benim Batı'ya karşı hiç bir endişem yok... Sorunuzun ikinci kısmında temas ettiğiniz mesele asıl çok önemlidir. Tespitiniz çok doğru. Bir millet olarak, hayatı bütün üniteleri ile gözden geçirmek zorundayız. Kendimiz diyebileceğimiz, hayati müesseeleri, ihya etmeliyiz ki, temsil edilen bu süreç, ikinci fasılda, sağlam adımlarla yol alsın ve bir başka fasla sıçrayabilsin.
İkinci fasıldan sonra hangi fasla sıçranacak?
Hayatın bütün birimlerinin içine girilmesi faslına. Böyle olunca biz bir boşluk yaşamayız. Batı, sosyologlarıyla, psiko-sosyologlarıyla, kendilerinin bir doluya, bir şok bombardımanına maruz kalacağı endişesini taşıyor. Kilise teşkilatı, Yehova Şahitleri, İstişrak bu mevzuun endişesiyle tir tir titriyor bugün. Kendi boşluklarını anladılar. Toplumumuz, cemaat ki, henüz sırtında taşıdığı hamulenin farkında değil. Gerçek insani hüviyet, insan olmaya terettüb eden varidat, bugün bizim insanımızda vardır. 'Avalim sizde pinhandır' Akif'in sözünü biraz değiştirerek ifade ediyorum. 'Cihanlar sizde matvidir.' Hani diyor ya 'Muhakkar bir varlığım diyorsun ey insan/Eğer bilsen avalim sende pinhandır/Cihanlar sende matvidir...' Hz. Ali'nin bir sözünün çok ustaca bir tercümesi 'Ve tezumu enneke cirmun sağirun/ Ve fike intave'l alemu'l ekber.' Bizim insanımız, aydınlarımız ve geleceği aydınlatacak fikir mimarlarımız hamulelerinin farkında olmasalar bile, tarihî avantajlar var, millet olarak konumun kazandırdığı, kuşağın kazandırdığı avantajlar var, tabi bulunduğu veya kendine tabi bulunan milletlerle beraber aynı kaderi paylaşmanın kazandırdığı avantajlar var. Karşı taraf kendisine ait çok şeyi yiyip bitirmiştir. Biz yemeyi şimdi öğreniyoruz. Yemeyi tam öğreneceğimiz, bize ait şeyleri yiyip bitireceğimiz âna kadar. Rabbim, inşaallah bu aşmışlığı devam ettirecek ve önümüzdeki yıllarda, devletler maratonunda uzun yolu biz koşacağız, bilimden sanata, spordan kültüre olimpiyatları biz göğüsleyeceğiz. Söylediklerimi hamasi bulanlar olabilir... Sosyologlar, psikologlar, felsefî tarih yazarları tenkit edebilirler...
Onlarda gelip okul açmaları, Türk dilini, İstiklal Marşı'nı İstanbul aksanıyla öğrenmeleri, bağırlarına basıyor, 'Sizleri her şeyinizle kabul ediyoruz' diyorlar ve tepki göstermiyorlar. Dilerim değişik yerlerden ifsadat olmasın, bu vetire yaşansın, bu gelişmeler devam etsin. Asya ile bütünleşmek büyüme yoludur. Bu büyüme yolundaki seyr-i ruhaniyle maddesini devam ettirsin. O köprüyü geçsin, Uzakdoğu'ya, Pasifik'e sarksın. İnsanlığa vadettiği şeyleri bihakkın yerine getirsin. Türk Müslümanlığı'nın şartlarımız içinde, cihana yeni bir ses ve soluk olacağı kanaatini taşıyorum. Arkadaşların iyi temsil etmesine vabeste inşaallah.
Zannediyorum, çocuk yaşımdan beri hep ağlamışımdır. Buhara, Semerkand, Taşkent derken, cenneti düşünüp tasavvur edip, içine girmekle eş değerde tutmuşumdur. Acaba Semerkand, Buhara kapıları ne zaman aralanır? Koca Buhari'nin, Serbüş-şehidin kapısının önünde dururum... Hep bugünü bekliyordum derim. Bu bizim için çok önemlidir. Çünkü Araplar'ın 'Şakik' dedikleri, yani aynı memeden süt emmiş öz kardeşleriz biz Asya'da, öyle yaşamışız. Gel gör ki kader bizi buraya atmış, onlar orada kalmış. Birleşme, bütünleşme dinamiklerini hazırlama sürecinde, gerçekleştirme imkanı olmamış. Öyle bir fasıl doğunca aheste revlik etmeden, onu birleştirmek icap ediyor ve ona koşuluyor.
İşin bir diğer tarafı, Türkiye'nin büyümesi, Asya ile entegrasyondan geçer. Defaatle çeşitli meclislerde zikrettim. Asya, Türk ekonomisin deki sıkışma için bir nefes, bir soluktur. Türk insanı onunla soluk alarak ciğerlerini canlandıracak ve kendi de canlanacaktır. Batıyla içli-dışlı olsak da, çok büyük bir zenginlik elde edemeyiz. Böyle bir şey söz konusu olursa, bizimle entegrasyona geçmezler. Batıyla hesaplaşmamız, kendimizi Batı'ya kabul ettirmemiz, Asya ile bütünleşmenin meydana getireceği oluşuma bağlıdır. Bu isterse basitçe, Türk müteşebbisinin, sanayicisinin üreteceği ucuz malla dünyanın, her yerinde rekabet yapmasına bağlanabilir...
Güçlü bir Türkiye'nin şartların gerektirdiği ölçüde, kendisi gibi düşünen devletlerle birleşmesi de burdan geçer. Birileriyle pazarlığa otururken devletler bazında güçlü bir konuma sahip değilseniz, pazarlıkta öne süreceğiniz meseleler bahis mevzu olamaz. Onun için bastırmacı Batılılar, sizinle bazı meseleleri pazarlık yaparken bir yönüyle bastırıyorlar ve hep onların dedikleri oluyor. Hatta bir güç, bir kuvvet getirip yanınıza yerleştirirken size söyleme lütfunda bile bulunmuyorlar. Antri parantez ifade edeyim; Bizi Körfez Harbi'nde yanlarına çekmek istediklerinde bunu bize dayattılar. O zamanın Başbakanı bir arkadaşımızla görüşüyordu. Ben o arkadaşla haber yolladım; 'Kendisine selamlarımı iletin lütfen böyle bir maceraya ucuz girmesinler. Pazarlık teşkil edecek hususlar koysunlar ortaya' Arkadaşımız gitti, evinde görüştüm dedi. Bana aynen şöyle dediğini söyledi; 'Efendim siz ne diyorsunuz? Gitmesek, kabul etmesek, kulağımızdan tutup götürürler bizi. İyisi mi erkeklik bizde kalsın...' Düşünün artık... Konumumuzu, gücümüzü, kuvvetimizi bilmemiz lazım. Neyi pazarlık yaparız, neyi yapamayız? Bunları iyi tespit edilmesi lazım. Bir güç kaynağına, dayanmamız lazım. Bir şeyleri arkamıza alıp yürümeliyiz. Onlar olmadan hiç bir meselenin pazarlığını yapamayız.
Bana göre ikinciler elde birdir aslında. Çünkü değişik yönde, güçlü bir vakum meydana getirince, bu ilelmerkez güç karşısında mukavemet edilemez. Zaten şimdiye kadar, İslam dünyası hep gelmiştir ve gelecekte de geleceklerdir. Aynı zamanda biz böyle bir meselede, 9 asırdan beri bir yerde karakolculuk yapmış olmanın, bir yerde bir cephede bekliyor olmuş olmanın, onlar üzerindeki , şuuraltlarındaki dinamiğini, kredisini de kullanacağız. Bugün kitle olarak Arap, Pakistan, Bangladeş, hatta Hindistan kitlelerinden hangisinin nabzını tutsanız... Bir çeşit psikanaliz mi yapıyorsunuz? Evet, bir çeşit psikanaliz yapsanız, beyin guddelerinin size vereceği mesaj şudur; 'Dokuz asırdan beri bizi ne güzel idare etmişsiniz...' Üstadın yaklaşımı ile; 'Bu bayraktarlığınızı, bundan sonrada devam ettirebilirsiniz' diyecekler. Türkiye bu kartı kullanabiliyor mu? Basiretli Türk idarecileri için dünyanın her yanında geçerli olan bir kredi kartıdır gerçekten de bu. Bence devlet idarecilerinin basiretsizlik yapıp kullanamadıkları bir kredi kartıdır. Ama bu kredi kartının kullanma mevsiminin, vakt-i merhumunun gelmesi, yine Asya ile entegrasyondan geçer. İlk önce toplumumuz, küçük Asya rüşdünü, Asya ile entegrasyona geçmek suretiyle ortaya koymalıdır ki, diğerlerini arkasına çekme mevzuunda inandırıcı olsun.
Zenginleşmiş, oturmuş ülkeler, onların yıkılmasına meydan vermeden çökecekleri zaman kendi dinamiklerimizle onları destekleyeceğiz. Bir kehanet gibi görülebilir. Batı, İslam ile ilk karşılaştığında, Antikite'ye sarılmış, İslamdan kaçmıştı. Belki bu defa, aynı hatayı irtikap etmez. O zaman Roma, Grek medeniyeti, Hıristiyanlık daha taze, güçlü görünüyor, bir şeyler vadediyordu. Öyle bir sığınma da mazur görülebilirler. Ama bunlar verecekleri şeyleri verdiler, kısırlıkları artık ortaya çıktı. İslam'ın vadettiği şeyler, kendini hissettirebilir. Belki maili nidam olan bu devletler, doğura doğura her şeylerini verdikten sonra, Türk toplumu entegrasyonla bir taze kan, bir hayat olacaktır. Bu da sosyologları, psiko-sosyologları ilgilendiren bir konudur...
- tarihinde hazırlandı.