İnancımız Henüz Resmedilemedi

Sizin kalb kültürünüzü belirleyen ırmağın suları nereden geliyor?

Estağfirullah. Böyle bir havza veya böyle bir havza doğru akan mini bir kanala sahip olduğumu iddia etmem, benim için çok fazla iddialı olur.

Bu konuda bir eğiliminiz olmadı mı?

Bu mevzuda bir isteğimin olduğunu inkar edersem, o da Rabbime karşı bir nankörlük olur. Rabbime karşı muhabbeti, aşkı, muhibbinden olmayı istemediğim hiç bir namazım yoktur. Kırk senedir eğer, bu türlü yalvarışlarım varsa, hiç ümidimi yitirmediğimdendir (Hocaefendi'nin gözleri doluyor...). Bir kırk sene daha Allah ömür verse yine aynı şeyleri söyler ve yaşarım. Bu kadarını itiraf etmem, söylemem fahir değildir. Eğer Rabbim istemeyi vermeseydi, ben zaten isteyemezdim. Ümidim o ki, istemeyi verince, bir gün istediğimiz şeyleri de verir... Eğer bir başka mihraba dönmediysek, sıkı dönemde, gevşek dönemde, başımızı o eşikten kaldırmadıysak, Allah'ın değişik inayet tecellileri olmuştur...

Nasıl bir aile ortamında yetiştiniz?

Benim içinde neşet ettiğim hane, iyi bir Müslüman'ın yetişmesi için gerekli olan maddi, manevi malzemeyle donatılmıştır diyebilirim. Çok geç yıllarda namaza başlamış olmasına rağmen dedem, zannediyorum her gece yüz rekat namaz kılardı...

Siz namaz kılmaya ne zaman başladığınızı hatırlıyor musunuz?

Ben namaza ne zaman başladığımı hatırlamıyorum da, üç-dört yaşındayken, dedemin yanına takılıp namaz kıldığımı hatırlıyorum. Fakat dedemin kıldığı namazlar bir türlü bitmediğinden, ben yorulur ve bir kenara çekilip yatardım. O, devam ederdi namazına. Bunların benim ruhumda büyük tesiri olmuştur ki, o Erzurum'un karında, sabah namazına imamdan evvel, çok gittiğim olmuştur. Kara batınca dışarıya çıkamadığım zamanlar olmuştu, ama bu benim içimdeki cevherden değil de, dedemin Rabbime karşı o ubudiyet aşkından kaynaklanıyordu. Bunların söylemem sakil olur mu bilmiyorum ama yetiştiğim muhit buydu. Zannediyorum böyle bir muhitte başkaları, bütün insani melekatını geliştirip, çok mükemmel insan olabilirdi. Bende onun teveccühüne istidat yokmuş ki böyle kaldım. Bir büyükannem vardı...

Babaanneniz mi?

Evet. Yanında bir kere Allah deseniz 24 saat ağlardı. Yaz aylarında, Allah'ın ona lütfettiği bütün nimetleri; yağ, peynir, kaymak.. gelen misafirlere, hocalara, meşayihe yedirmek için adeta şahlanırdı. 'Anne önümüz kış' dendiğinde, 'Allah kerim' derdi...

Siz de çok duyarlı ve çok hassas bir insansınız. Sizi gören, tanıyan, hatta tanımayanlar bile göz yaşlarınızın hiç dinmediğini biliyor. Bu özelliğinizin babaannenizle bir ilgisi var mı?

Babaannemin, bu ağlayan kadının, benim üzerimde çok büyük tesiri olmuştur. Hep sorardım kendi kendime 'Sürekli niye ağlıyor ki..?' Niçin ağladığını daha sonra anladıkça, ruhuma iyice girdi. Babaannem için amcalarımla, çevremle kavga ederdim. 'O benim annem' derdim. Babamın ve annemin de İslamî telakkileri, bundan geri değildi. Babamın ufku Osmanlı'yı, Selçuklu'yu kucaklaması, engin mütalaaları, sürekli evde kitap okuması, bende milletime olan aşkı, şevki daha da şahlandırmış ve hep canlı tutmuştur. Bir diğer taraftan da Alvar imamı ve Rasim Baba gibi tasavvuf çevresinin, önemli cevherlerinden kimselerle çok yakın temasım oldu. 14-15 yaşında onların huzuruna gidiyor, ellerini öpüyor, dualarını alıyordum. Ki 5-6 yaşlarımda, onlar benim başımı okşuyor, kakülümü öpüyor, kulaklarımı tutup çekiyor, sıvazlıyor yumuşatıyorlardı. Bu arada, Cenab-ı Hakk erken yaşta, Risale-i Nur'ları tanımayı lütfetti. Denebilir ki dünya adına çok mal, meleke sahibi olmadım ama, (ailemin imkanları belli bir ölçüde bir aileyi geçindirecek kadardı), Cenab-ı Hakk o büyük insanların çevresinde neşet etme imkanını bahşetti. Bu sebeple Allah'ın lütuflarına mazhar olmuş az insanlardan birisi sayılırım. Ve yine Allah'ın lütuflarını, gerektiği gibi değerlendirememiş, bahtsızlardan biri sayılırım. Keşke kabiliyetim müsait olsaydı da, o çevreden, o ab-ı hayat kaynağından, kovamı tam doldurup, doygunluğa ulaşabilseydim...

Zihni anlamda sizinle 'Ufuk Turu' yapmak, bir ölçüde de olsa, mümkün olabiliyor, ama bu noktada (sınırsız tevazuunuz nokta-ı nazarından) sizinle konuşmak gerçekten çok zor...

-... İyi bir insan olabilirdim, olduğumu söyleyemem...

Gençliğiniz nasıl geçti?

Gençliğim bahsettiğim ortamda başladı, daha sonra tehlikeli yerlerde de yaşadım. Geriye dönüp baktığımda, çok değişik varyantlarda Rabbimin inayetini görüyorum. Rabbim düşürmemiş, düşmem sürüklenmem bir an meselesiymiş, ama muhafaza buyurmuş. Şimdilerde eğer tam mânâsıyla Müslümanlığı duymamışsam, şimdiye kadar sonsuz lütuflarda bulunan Rabbimin rahmetinden bekliyorum ki, bundan sonra olsun, Müslümanlık gerçeğini, bana tam olarak duyursun. Beni tam bir iman insanı, tam bir irfan insanı yapsın. Evvela onu ve ondan ötürü, bütün mahlukatı seveyim. İnsandan, karıncaya kadar herkese bağrımı açayım. Bir yönüyle gelecekte beklenen de budur. Bu istek ve beklentilerime, engin rahmet sahibi Rabbim'in cevap vereceğine inanıyorum. Sizlerle (kendisine kalbi, ruhi ve zihni anlamda yakınlık duyanları kastediyor Hocaefendi) olmak da, benim için ayrı bir mazhariyettir. Kuvveyi maneviyemi takviye eder, irademe fer olur. Yapacağım ruhi, kalbi, fikri, zihni hatalarıma karşı sütre teşkil edersiniz. Ve ben de çok fazla ciddi geriye dönemiyeceğim şekilde, gaflara sürüklenmeden, tam istikamet denmese bile, istikamete yakın zikzaklar çizerek, hiç olmazsa varlığımı sürdürürüm. Allah inayetini üzerimden eksik etmesin...

Bu şekilde konuşmanıza sebep olduğumdan dolayı, doğrusu büyük bir azap ve hüzün duyuyorum... Tevazuunuzdan, hoşgörü anlayışınıza, hissiyatınızdan donanımınıza, kalbi hayatınızdan, ilmi hayatınıza kadar çok duyarlı bir anlayışınız var. Bu anlayışınıza; 'Risale-i Nur ekseninde, tasavvuf perspektifinde' bir telakki diyebilir miyiz?

Üstad risalelerinde tarikatçı değilim demiş. Fakat tarikat bir yolsa, Bediüzzaman Hazretleri'nin de bir yolu olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Çünkü kendisi de bir yolu olduğunu ifade etmiştir. Nakşilerin yolunu ifade ederken 'Der tariki nakşi bendi, lazım amed çarı terk, terki dünya, terki ukba, terki hesti, terki terk' demiş. Dünyayı, ukbayı terketmek. Yani Allah mülahazasına kilitlenmek. Kendi özünü de terketmek, kendini de düşünmemek ve aynı zamanda bütün attığı bu şeyleri de düşünmemek. Ben şu fedakarlıkta bulundum, bu fedakarlıkta bulundum mülahazasını çıkarıp kafasından atmalı, atmayı da atmalı. Fakat insan sadece kalp ve ruh değil ki, cesedi de var. Kamil velayet odur ki, ömür boyu insanın ruhuna refakat eden cesede de, o velayeti yaşatsın. Sahabi velayeti de budur. Vücudun zerratını, zerratı asliyesini, genlerini, kromozomlarını, hiç olmasa bunları, ruhunun yanında alıp, ebediyet aleminde beraber taşıması insanın sırtında her şeye karşı taşıdığı bir vefa borcudur. Üstad böyle bir yaklaşımla ele alır bu meseleyi. Tabii bu düşüncelerini ifade ederken der ki; 'Der tariki aczi mendi, lazım amed çarı çiz, aczi mutlak, fakrı mutlak, şevki mutlak, şükrü mutlak ey aziz...' Acz, fakr, şevk, şükür gibi bir yol çiziyor. Yani kendisi de bir yol çiziyor. Öyleyse tarikatçı değilim derken, alışıla gelinmiş usulde, tekke ve zaviyelerdeki gibi olmasa da, farklı bir yolu var. Şimdiye kadar, bütün İslam'ın ruhi hayatının büyük temsilcileri, farklı farklı yollar ortaya atmışlar. Zannediyorum Abdülkadir Geylani Hazretleri kendisine tekaddüm eden insanlar açısından kendi yoluna baksaydı aynen Üstad gibi söyleyecekti. Ve o da belki 7 nefsi anlatacaktı. Bir başkası 10 hatveyi anlatacaktı. Bir başkası yüz mertebeyi anlatacaktı. Bu açıdan herkes bunu değiştire değiştire işlemiş. Bir yönüyle tasavvuf ruhunda hep teceddüt yaşanmış.

Teceddüt tabirini hangi anlamda kullanıyorsunuz?

Aslında teceddüt tabiri hatalı bir tabirdir. Çünkü biri tecdit etmiş ve teceddüt gerçekleşmiştir. Yoksa genelde teceddüt kelimesi, bir yönüyle, reformun karşılığı olarak, deformasyonun sonucunda gerçekleşen reform anlamında kullanılıyor. Tecdit kelimesine gelince, işin aslını korurken, ülfete karşı da bir yenileme cehdi veya hüviyeti aslisiyle, orjiniyle ortaya koyma cehdidir diyebiliriz. Her veli, müceddit olmasa bile, bir yönüyle taravetini, halavetini müntesiplerine tattırmıştır. Hz. Bediüzzaman'ın yaptığı da budur. Demek ki bu dönemde böyle bir velayet iktiza ediyor. Küfrün küfranın ortalığı alıp götürdüğü, imansızlığın, ateizmin insanlığı iki büklüm ettiği bir dönemde, milleti sadece halkayı zikirlerle, hatme haceganlarla bir yere getirme herhalde zordu. Bu onlara karşı bir tavır alma değildi. Herhalde günümüzde çok farklı şeyler düşünmek lazım. Nitekim Üstad, kendi mülahazalarını, ilk eserlerinde (Muhakemet, Lemaat) ifade ederken, çağın önemli velilerinden bir tanesi, (yanık şiirlerine bayıldığım bir zattır) ona diyor ki; 'Gel bir tarikatın başına geç, zamanın İmamı Rabbani'si sensin...' O zatı yürekten alkışlıyorum, çok önemli bir basiret göstermiş. Bediüzzaman'ı görüp, ondaki isdidat ve kabiliyeti keşfetmesi, engin bir ferasetin var olduğunu gösteriyor. Fakat Bediüzzaman'ın da ona cevabı enteresan; 'Evet bu müesseseler mübarek müesseselerdir, fakat ben önümüzdeki yıllarda korkunç bir tehlike görüyorum ki, iman ciddi bir tehlikeye maruz kalacak, bütün himmeti imanı ikame etmeye sarfetmek, iman uğruna mücadele vermek lazım' diyor. Bunu o zatın müntesipleri, pek çoğu hâlâ hayattadır, onlar anlatıyor. Bir tarafgirlik sözkonusu değil. Öyleyse aslında Bediüzzaman'ın yaklaşımı diğerlerininkinden çok farklı değil. Risale-i Nur'ları çok farklı görenler, daha önce yaşanmış farklılıkları görmediklerinden bu kanaata varıyorlar herhalde. Hasan Şazeli çok farklıdır mesela. İbni Beşiş'in müntesibidir. Şeyhinin başka bir müridi yoktur. Tek başına mağarada yaşayan bir insandır. İkinci bir insana ders vermemiştir. O dönem bunu iktiza ediyor. Kimbilir hangi idare sisteminden korkup kaçıyorlardı ki, çok görünmek istemiyorlardı. Ve Hasan Şazeli gibi bir istidadı bulunca ona ders verdi. 'Şimdi mevsimi bahardır, sen git tohumlarını ek' dedi ve o da gitti, o büyük fütuhata vesile oldu. Ashab-ı Kehf ömürlerinin büyük bir kısmını mağarada geçirmiş şarz olmuştur. Çünkü o dönemde mağaranın dışında bulunmak maslahat değildi. Belki onlara, bir anı seyyale, çıkıp dışarda görünmek, başkalarının kuvveyi maneviyelerini takviye etmek için yetecekti. Onlar orada doldular ve şarz oldular. Bir kere dışarıya çıktılar. O dönemin hükümdarı, onları görünce, bu mucize, karşısında, inandıkları dinin ne kadar gerçek olduğunu anladılar. O ders, o ibret onlara yetti. Onun için artık fazlası israf olurdu. Zaten onlar da gittiler ve öldüler. O da başlarına mescid yaptı. Hâlâ bizim için ve bizim için bizden sonra gelecekler için ne büyük dersler ihtiva ediyor. Bunun gibi bir yol farklılığı da bahis mevzuu...

'Kalbin Zümrüt Tepeleri' adlı kitabınız tasavvuf yoğun olmanın yanısıra müşahede ve murakabeye dayalı bir anlatıma sahip...

Ben de meseleyi o noktaya getirecektim... İslam'ın ruhi hayatı, sahabi yaklaşımıyla ancak ele alınabilir, ki İmamı Rabbani der ki; 'Biz sahabi mesleğini ihya ediyoruz...' Gerçek sahabi mesleğinin ihyasını ise Bediüzzaman'da çok bariz görmek mümkündür. Şimdi böyle bir tecrid hareketinin, İslam'ın ruhi hayatından uzak olması, düşünülemez. Geceleri ruhban yaşayan sahabilerin, enfüsi hayatlarına karşı kapalı kalmak mümkün mü?

Kimilerince Risale-i Nur'ların tasavvufi anlayıştan uzak olduğu iddia ediliyor. Böyle bir şey söylenebilir mi?

Mümkün değil. Risale-i Nur sıkılsa, İslam'ın ruhi hayatı veya tasavvuf gerçeğinin damladığına şahid olursunuz. Yanlışlık zannedersem tarikat ile tasavvufun karıştırılmasından kaynaklanıyor. Tasavvuf İslam'ın ruhi hayatıdır. Tarikata gelince, o ruhi hayatın temsili yaşanması mevzuunda, belli şahıslar tarafından kurulan sistemdir, ekoldür. Tarikatın her zaman tenkidi yapılabilir. Nitekim Kadiriler derler ki 'Cehri, gürül gürül okumak Nakşinin hafasından (gizliliğinden) daha iyidir.' Herşeyi hafaya sarmalayan Nakşiler de derler ki; 'Madem mesele kalple oluyor, öyleyse bu işi bağırıp çağırmayla ilanı ifadeye lüzum yok' derler... Ve bu farklılıklar da hiç yadırganmaz. Üstad Nurlar'da o sinyali vermiş, işarette bulunmuştur...

Örneklemeniz mümkün mü?

'Hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalp ve ruhun dereceyi hayatına gir' der mesela. Remizlerde, kalbin ve ruhun dereceyi hayatıyla alakalı şeylere işaretlerde bulunmuştur. Kaldı ki aynı zamanda telvihatta tarikatın varidatına da işaretlerde bulunmuş. Vartalara parmak basması, bu işin karşısında olduğu anlamına gelmez. Her müessesenin vartası olur, tehlikesi olur. Medresenin vartası vardır, mektebin vartası vardır. Onlar yanlış yaparlar. Biri ulumu zahireyi her şeyin önüne çıkarır, diğeri ulumu batıniyi her şeyin önüne çıkarır. Bediüzzaman'ın, arızalı yanlarının üzerinde durması, gidermeye çalışması, esas müesseseye karşı olduğunu göstermez. Değişik tarikatlar İnsanlığın İftihar Tablosunun hayatını, iç âlemini, ledünniyatını kendi yorumlarıyla yaşamaya çalışırlar. Bir nevi mezhepler de böyledir. Farklılıklardan, farklı yorumlar çıkmıştır. Bu kitap, şimdilerde, dini mübini İslam'a hizmet adına, böyle bir yorum ortaya koyuyorsa, buna karşı çıkmak, bence esas dinin ruhundaki sünni yorumlara açık olma esprisini kavrayamamaktan kaynaklanıyor. Kalbin Zümrüt Tepeleri'ne gelince, onu, yetersiz bir insanın, duygu, düşünce ve kalemiyle, ifade zaafıyla, zaafı telifle, ifade etmesi olarak görürüm... Aslında, tema olarak o meseleler, her zaman Nur'un ruhuyla telif edilebilir. Hz. Bediüzzaman'ın gösterdiği hedefe ulaşma adına, bir yol teşkil edilebilir. Çünkü belli bir dönemden sonra, Lahikalar'ında işaret ettiği gibi; 'Azami zühdün ulaşılmasına, azami takvan, ihlasın, velayetin nedir?' Umumi mânâda herkes velidir. İbadeti taatını yapan, masiyetten içtinab eden Allah'ın dostudur. Fakat hususi mânâda veli dediğiniz zaman, kendisine göre bir tarifi çıkar karşınıza. O tarifle ifade edilen velayete talip olunacaksa şayet, insanın kalbini işlettirmesi, bir yönüyle ruhuna saykıl vurması gerekir. Biraz da kalbi ve ruhu ile, ayaklarıyla yürüdüğü kadar, yürümesi gerekir. Bu da olsa olsa Kalbin Zümrüt Tepelerinde meseleye sır adesesiyle bakmak, hafi menşuruyla temaşa etmek, biraz akfa mirsadıyla, hem enfüsü, hem de afakı seyreylemektir. Kainatın hakaiki adına bir vecibe, bir vefa borcu sayılabilir.

İnsan-ı kamil meselesini günümüze yeniden taşıyorsunuz...

İnsan olduğu yerde kalmamalıdır. İnsan-ı kamil olma cehdini göstermelidir. Ortaya koymalıdır. Risalelerde de bunu görmek mümkündür...

Tasavvufu görmezden gelerek veya reddederek, sağlam bir İslami telakkiye ulaşılabilir mi?

Sorunuza bazı kavramları ele alarak cevap verelim dilerseniz. Mesela fıtratın gayesi, hilkatin neticesi, iman-ı billah, marifetullah gibi kavramlar var, diyelim ki bunları bir şekilde tasavvufa müracaat etmeden izah ettiniz, iyi ama; Muhabbetullah nedir? Zevki ruhani nedir? Tasavvuftaki yaklaşımlarla meseleyi ele almazsanız izah edemezsiniz. Bediüzzaman Sözler kitabının 32. sözünde; 'Felek mest, kamer mest, nücum mest...' derken, Vedûd ismine mazhariyetin gereği olarak, mestleri, sermestleri anlatırken, neden bahsediyor acaba? Meselenin suyunu, yağını, kaymağını alarak, kupkuru hale getirmek, zahirilerin İslam dinini kurutmaları gibi olmaz mı? Veya tekkelerde, zaviyelerde ona ait gerçek varidatı görmezlikten gelerek, ulaşılması gerekli olan zirvelere bütün bütün kapanarak, menkıbe söyleyerek, menkıbelerle teselli olarak nereye varılabilir?..

Medreselerin çok uzun yıllar önce dengeyi kaybettiğini söylemiştiniz. Siz medreselerin, belki de enkaz haline getirildiği bir dönemde, medrese eğitimi aldınız. Aynı zamanda tekke terbiyesi ile yetişmiş birisiniz. Bunun yanı sıra; Bacon'ın Mantık'ından, Russel'ın Nazari Mantık'ına... Pascal'dan, Kant'ın 'Saf Aklın Kırıtiğine'... Hegel Diyalektiğinden, Rousseau'nun Pedagoji anlayışına... Dante'nin 'İlahi Komedya'sından, Picasso'da 'Obje-suje' ilişkisine... Çok değişik referanslara atıf yapıyorsunuz. Nasıl ulaştınız bu anlayışa?

Bu sorunuza cevap verirsem korkuyorum ki, bir meziyetim var da, bazı yanlarımı anlatıyormuşum gibi olabilir...

Hassasiyetinizi zorladığımın farkındayım ama süreç açısından soruyorum. Mesela okuma merakınız, ne zaman ve nasıl başladı?

Çocukluğumdan itibaren babamdan, annemden kaynaklanan, bir okuma merakım olduğunu söyleyebilirim. Okumaya meraklı olunca seçme düşünceniz olmuyor pek, elime geçen herşeyi okumaya çalışırdım. Rabbim muaheze buyurmasın. Osmanlıca'yı bazıları zor derler, Osmanlıca Kur'an'ı okuma, harekeli harfleri okumadan farklı bir şeydir. Ben nasıl öğrendiğimi, nasıl o kadar süratli okuduğumu hatırlamıyorum. Şimdilerde de, elime aldığımda, Latin harfleriyle kendimi sıksam ancak 150-200 sayfa okurum, Osmanlıca veya iyi yazılmış bir Arapça kitabın herhalde 400-500 sayfasını okuyabilirim. Bir çeşit steno gibi düşünebilirsiniz. Bu okuma merakım, giderek arttı.

Bu yoğunluk hep devam etti mi?

Bu hizmetlerin içerisinde, angarya kabilinden şeylerin altında, şununla, bununla meşgul olup, bazılarının dertlerine deva, problemlerine çare bulmak gibi mülahazalar içine gireceğimiz ana kadar... Yine de çok okumaya devam ediyordum. Roman okumayı çok severdim. Ben bunları açmadan utanırım ama, romanın pek yaygın olmadığı dönemde, medresede Arapça okurken, roman okuyan bir ikinci insan yoktu bulunduğum yerde herhalde. Dersimi yaptıktan sonra, hocalar geldiğinde roman okuduğumu görmesinle diye, Arapça kitabımı dizlerimin üstüne alıp, romanı da o kitabın arasına koyar ve öyle okurdum.

Bu iştiyak nereden geliyordu?

Çocukluğumda, sahabe menkıbeleri, Alevî ustureleri okunurdu bizim evde. Alevi efsaneleri derken Fars Alevileri'ni kastediyorum Ebu Müslim Horasaniler gibi, İslam'ın ilk dönemine ait usture sayılabilecek kitapları çok okudum. Bu kitaplar bir anlamda klasik roman sayılar. Diğerleri de modern roman. Derslerimi çalışırken zamana çok ihtiyaç olmadığından dolayı, işimi yapınca, romanı kitabın üstüne koyup okurdum. Kapı tıklayınca kitapların yerini değiştirirdim. Çünkü bir sertlikle karşılaşabilirdim. Daha sonraki yıllarda, 18-20 yaşlarına gelince, biraz daha fikrî, felsefî kitaplara eğilmeye başladım. Darvinizm'in, Evülüsyon'un, Transformizm'in o günlerde yaygın olması, talebelerin ifsad edilmesi sözkonusu olunca, bu meseleleri araştırmaya koyuldum. Bazı kitaplar bazılarını açtı ve böylece devam etti. Askerlik döneminde çok huşyar bir komutanım vardı. İskenderun'da karşılaştım. Allah'ın bir lütfu oldu benim için. Birliğin komutanı (makamı cennet olsun), bir mürekkep insandı benim için. Şoförüne diyor ki; 'Askeriyeye kıymetli insanlar gelebilir, sen bunları görürsen bana söyle ben himaye edeyim...'' Şoförü hâlâ bugünkü gibi hatırımdadır... Ben telsizciydim. Arasıra gelir şaka yapar, latife yapar, konuşur, gel yanımda dur resim çektirelim derdi. Askerlik bilenler, bir subayın neferiyle konuşmasının çok olağan olmadığını bilirler.

Sizi bu kadar etkileyen komutanınız, nasıl bir insandı?

Bu zatda iki husus vardı: Birincisi engin bir tasavvuf bilgisi vardı. Terminolojiyi çok iyi bilirdi. Çok okumuş. Şark-Garb klasiklerini çok iyi bilirdi. Ben Sadi'yi, Hafız'ı, Molla Cami'yi, Firdevsi'yi, Enver'i, onun kadar iyi bilen görmedim. Bizde Sadi bilinirdi, Hafız okunurdu ama, Müller'in takdirle yâdettiği, büyük İran şairlerini ben bir de ondan dinledim. Aynı zamanda zorladı, Voltaire'i oku dedi bana. Rousseau'nun 'İçtimai Mukavele'sini, 'Dağdan Mektupları'nı getirip verdi bana. Emile'i zorla okuttu. 'Batı'yı mutlaka tanımalısın' dedi. Askerlik benim için, ikinci bir merhale oldu...

Eğitim konusundaki düşüncelerinizde Rousseau'nun, Emile'in etkisi var mı?

Olabilir... Rousseau'yu her şeyiyle beğenmem, çünkü naturalisttir. Metafizike karşı da tavrı vardır. Tabii onlar bizim aldığımız eski kültürle aşılabilir ama, büyük bir filozof olduğu muhakkak. Sonra Şark Klasikleri'ni okudum. Garptan bize tercüme edilmiş, Kant ve Schiller'in insan kritiğini, Menguşoğlu'nun enfes tercümesinden okudum. Felsefeye dair değişik tavsiyeleri oldu. Bu kadar engin dimağı vardı bu zatın. Ama şu yanını anlamak çok zordur. Ölüm döşeğinde yatarken de ziyaret etmiştim. Dedi ki, ''Ben bu sene emekliliğimi istiyordum ki, seninle beraber hacca gidelim. Sen bana askerken, 'Komutanım geze geze gidelim' demiştin, ben de onu düşünüyordum, galiba ölüp gidemiyeceğim'' dedi, Efendimizin adını bir daha andı ve ''Dudaklarım'' dedi, yaladı o dudaklarını... Öyle bir insandı. Onun eline düşmem de benim için bir bahtiyarlıktır. Birinci zırhlı tümene tayin edilince, ben vaaz ediyordum. O var diye ediyordum, yoksa ettirmezlerdi. Bana bir çocuk gibi sarıldı. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Ben tabii 4 sen ailemden ayrı kalmıştım, Erzurum'a gidememiştim. O da evlenmiş hanımından ayrılmış bir vefasızlıkla, tek başınaydı. Benimle teselli oluyordu. Tasavvufi yaklaşımla konuşurdum, beni zevkle, şevkle dinlerdi. Hatta hiç unutmam. Bir gün ben camide yine; 'vahdeti vücud, panteizm' deyip, Hallac'ın Tavasini'nden bahsederken, o camiden dışarıya çıktı ve başını sallayarak; 'Bu aptallar, bu cahil insanlar, Hallac gibi, seni de taşlaya taşlaya öldürecekler, ödüm kopuyor'' dedi. Hiç unutmam... Bu engin insanın, kitap okuma mevzuunda üzerimde büyük tesiri oldu. Belli bir dönemde kitaplarımı, gittiğim her yere götürmede bir beis görmedim.

Maddi açıdan bir zorluk çekmiyor muydunuz?

Tabii maddeten çok ciddi zorluklara düştüğüm dönemler de oldu. Bir dönem, kendimi hazırladım ve imamlık imkanımla, yemeklerimi bir öğüne indirdim ve belki iki sene öyle devam ettim. Kimseye el açmamak, kimseden bir şey kabul etmemek... Bu, benim medeni hayatımdaki kararlarıma da belli ölçüde tesir etti. Bir şey kabul etmeme disiplini, çok hakimdir ruhumda. O dönemde öyle oldu. İzmir'de kalırken çok sıkışmıştım. Kitaplarımı çuvallara doldurdum ve bir kitapçıya sattım. En gerekli olan kitapları ayırarak, geriye kalanları sattım.

Neleri ayırmıştınız?

Felsefe Tarihi, Felsefe Ansiklopedisi gibi kitaplar ayırmıştım. Daha sonra bazı arkadaşlar, çizilmiş diye merak edip onları aldılar. Fakat satmasaydım da diyorum şimdi ama (yine gözleri doluyor) tabii itiraf edeyim, gerçekten de ihtiyacım vardı. Kendimi cüzdanımın içindekine göre ayarlayarak bir ömür yaşadım. Bu ömrümde, senelerce, sabahları bir poğaçayla geçinebilirsem ancak, el açmadan geçinebilirim dedim. Buna rağmen bir dönemde kitaplarımı satmak zorunda kaldım. Kitap merakıyla ilgili bir şey daha arzedeyim. 12 Mart muhtırası münasebetiyle 6-7 ay kadar içerde kalmıştım. Vaizdim ama içerde olduğumdan, maaş vermeyeceklerini zannediyordum. Dışarıya çıkınca 6 aylık maaş verdiler. Delinin sevincine bakın, öyle sevindim ki, 'Ben bunca parayı ne yapacağım' diyorum. Hemen gittim o günün parasıyla 6 bin liraydı galiba, hepsini kitaba verdim...

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.