Fünun-u Müsbete
'Fünun-u müsbete (pozitif bilimler) ile, ulum-u diniyenin iftirakından, ayrışmasından bahsettiniz. Bu ayrışma medrese için de söz konusu değil mi?
Evet bu ayrım çok erken dönemler Nizamiye ile medresede başlamıştır. Bu bakımdan bazı araştırmacılar bu mevzunun sorumluluğunu biraz da İmam Gazali Hazretleri'ne yüklerler. Onun felsefe ile yaka-paça olması, mücadelesi, henüz felsefeyle araştırmaya dayanan ilimler, bilimler iç içe mütalaa edildiğinden dolayı (yakın tarih itibariyle felsefe ve ilimler birbirinden ayrılmıştır) felsefeye karşı tavırdan, ilimler de nasibini almıştır. Rasyonalizmle insanlığa kazandırılan ilimler, düşünce tarzları da nasiplerini almıştır. İmam Gazali Hazretleri'nin o dönemde, İslam dünyasında tahribatı çok büyük olan, bu türlü nazari şeylerle mücadelesi yanlış anlaşılarak, felsefenin yanında pozitif ilimlere karşı da bir tavır şeklinde algılanmış, bir mücadele cephesi oluşmuş. Bir de bu fırsat bilinerek, zaten müspet ilimlere karşı yer yer mevcudiyetini hissettiren muhalefet iyice göstermeye, hissettirmeye başlamış...
Osmanlı döneminde bunun uygulamaları var mı?
Osmanlı tarihinde Kadıhanlar var mesela. Dinî ilimlerin dışındaki her şeyi medreselerden söküp atmışlar. Böylece medrese fünun-u müsbeteden, araştırmadan, Kur'an'a rağmen, Sünnet'e rağmen uzaklaşmış. Arz, sema, daha enfes tabiriyle afak, enfüs bahisleri hemen hemen Kur'an'ın üçte birini teşkil eder. Bazıları istidradi, bazıları ibadetle, namazla irtibatlandırılarak anlatılır. Ay, Güneş, yıldızlar, sistem, gökyüzü... Üstad'ın yaklaşımı içinde; şairane ilhamların tatmin edilmesinden, akıl insanlarının, araştırmacıların tatmin edilmesine kadar... Gelin görün ki medrese belli bir dönemden sonra Kur'an'daki bütün bu ifadelere kulağını tıkamış. Allah Kur'an-ı Kerim'de 'Senûrihim ayatina fil âfâki ve fî enfüsihim..' demesine rağmen, araştırmalar, tetkikler, eşya ve hadiselerin hallac edilmesi söz konusu olmamış. Kur'an okunduğu kadar, Üstad'ın yaklaşımıyla ayet-i tekviniyenin de o ölçüde okunması ve bu iki kitabın ayat-ı tekviniyeye, fiziğe, kimyaya, matematiğe, astrofiziğe esas teşkil etmesi dikkate alınmamış. Kainattaki eşya ve hadiselerin tıpkı bir kitap gibi okunması mü'minin mükellefiyetlerinin yarısıdır...
Hatta kainat kitabını okuyamamanın ayrı, Kur'an kitabını okuyamamanın ayrı neticeleri olduğunu söylemez mi Bediüzzaman Hazretleri?
Evet bu iki kitabın okunmasının sevap, okunmamasının günah olduğunu, kainat kitabını iyi okuyup, yorumlayamamanın cezasının ekseriyet itibariyle dünyada, Kur'an-ı Kerim'i iyi anlayamamanın, yorumlayamamanın cezasının ise ekseriyet itibariyle ahirette verileceğini belirtir. Bütün bunlar ile bu iki kitabın, bir hakikatın iki yüzü olmalarına işaret eder. Çok az insan, dolaylı yollardan ifade etmiştir bu meseleyi. Üstad ise ısrarla üzerinde durur. Bunlar bize hep bir şeyi hatırlatmıştır: Bir taraftan kainat kitabı... Kainat kitabının iyi anlaşılması için bir, kavl-i şarihi gibi kainatı bize anlatan Kur'an-ı Kerim... Kainat çarkları, dolapları içinde rahat hareket edebilme, hadiselerle toslaşmama, zıtlaşmama ve rahat yürümeyi sağlamak için elimize tutuşturulmuş bir rehber kitap; Kur'an... Bir diğer taraftan da, esas o kainatın enginliğini keşfetme, görme, tasavvuf gerçeği... Bunlar zannediyorum bizim medeniyetimizin sacayakları.
Üçlü bir denge üzerine mi oturuyor bu sacayağı?
Her ne kadar sacayağı üçlü kabul edilse de biz ona bir dördüncüsünü de ekliyoruz. Askerî disiplini de işin içine sokuyoruz. Hicri 4. - 5. asra kadar medresenin içinde aynı zamanda tekkenin ruhu da tülleniyordu. Ve camilerin yanında gökyüzünün rasat edildiği rasathaneler vardı. Hatta bu dönemde yapılan camilerin, tarassuthanelerin, senenin değişik mevsimlerine göre ayın rasat edilmesi için, hususi menfezleri vardı. Çok geniş bir dairede Ay'ı aramaya gerek yoktu. O menfezden baktığınız zaman, o mevsimde Ay varsa gerçekten konsantre olabiliyor ve görebiliyordunuz. Yani o erken dönemde, teknolojik imkanlardan mahrumiyete rağmen, bir hayli ilerde durumlar bahis mevzuu idi. Daha sonra meseleye aklı erenler mektebi medresenin, medreseyi mektebin bir parçası görmeye başladı. Tabii vicdanlarımızda bir heyecan uyarmıştır, bize birşeyler anlatmış, fısıldamıştır ve anlamışızdır ki, esasen mektebin veya medresenin varidatının birbirinden kopması, tevellüde müsait bir zemini hazırlamaları mümkünken, tevellüdü nakabil hale getirmişiz. Bu izdivaç bozulmuştur...
İzdivaç bozulunca her biri kendi başının çaresine bakabilmiş mi?
Mektep almış başını bir yere, medrese bir başka yere gitmiştir. Toplum içinde bir çatışma zemini oluşmuş, akıl kalpten ayrılmıştır. Dolayısıyla kainat kitabı bir yere, hatta bir yanıyla Kur'an bir başka yere kaymıştır. Ve zannediyorum Efendimiz'in (sav) bir hadis-i şeriflerinde ifade buyurdukları gerçek tahakkuk etmiştir.
Hangi gerçek?
'Bir zaman gelecek ki Kur'an bir vadide, insanlar da başka bir vadide olacaklar...' Bunca zaman bu ayrılıktan, gayrılıktan sonra kendi esprimiz içinde diyoruz ki; Medrese, talak-ı selase ile (bir erkek gibi) fünun-u müsbeteyi evinden adeta kovdu, 'git, seni üç talakla boşadım' dedi. Böyle üç talakla boşanınca da zevc-i ahere ihtiyaç vardı. Şimdilerde meseleyi biraz da alaylı ele alırsak, hülle dedikleri şey gerekti. Hülle esasen mezmum bir şeydir. Bir zevc-i ahere ihtiyaç vardı. Elli defa zevc-i aher olduğumuz kanaatindeyim.
Kimin peşinden koştuk elli defa?
Batı'nın. Batı'yla zifaf için elli defa talib olduk, elli defa visale koştuk, elli defa şeb-i arus dedik, başımız döndü, bakışımız bulandı, kendimizi attık onların kucaklarına. Ben diyorum ki artık, zevc-i aher olduktan sonra, medrese ruhu ile mektep ruhu yeniden bir araya gelebilir. Yeni bir izdivaç akdedebilirler. Ve Üstad'ın hayallerinde yaşattığı, 'Aklın ziyasıyla, kalbin nurunun bir araya gelmesi' gerçekleşir. Bunların imtizacıyla talebenin himmeti pervaz eder.
Medrese sadece pozitif ilimleri mi kapısından kovmuş?
Hayır, aynı zamanda, İslam'ın ruhî hayatı diyebileceğimiz tasavvufu da kovmuştur kapısından. Sadece, eskilerin zahiri ilimler dediği ilimlerle iştigal etmiş ve her şeyi kısırlaştırmıştır. Dar bir kainat perspektifi içinde eşya ve hadiseler değerlendirilmek istenmiş.
Bu 'dar kainat perspektifi', sanat telakkisini nasıl etkilemiş?
Direkt olarak tesir ediyor. Çünkü dar kavrayış, her şeyi darlaştırır. Bir ölçüde Batılılar her şeyi müşahhasa kilitleyip resim ve heykelle objektife, sübjektife başkaldırmalarını ifade etmişlerdir. Fakat bizde, o bile olmamıştır. Olmamıştır çünkü sağlam bir kainat telakkisi yok. Bunun için kanaat-ı acizanem mektep ve medrese varidatının birer çağlayan gibi çok büyük bir havuzda birleşmesi tasavvufu da, İslam'ın ruhî hayatını da beraber getirecek. Bu üçlü, ufkumuzu öyle açacak ki; şiirden nesre, nesirden değişik sanat dallarına kadar bizde kainatı yeniden keşfetme düşüncesi hasıl edecektir. Farklı telakkiler ortaya çıkacak. Bu, sinemaya da, tiyatroya da edebi eserlere de, duygularımızı her türlü ifadeye de aksedecektir. Yerinde Füsus'da Muhyiddin İbni Arabi gibi konuşacağız.. Yerinde Mektubat'ta İmam Rabbani gibi... Yerinde pek çok yerleri itibariyle anlayamadığımız Bediüzzaman gibi konuşacağız... Buna da isterseniz bir ufuk açılması, kainatla yeniden tanışma, anlaşma denebilir. Bir kere daha kainatı keşfe koyulacağız. Hani 'başkalarının telkinle elde ettiği şeyleri, evliyaullah keşfen anlar' denilir ya tasavvufta bunun gibi. Hiç olmazsa bir zümre, kainatı, varlığı yeniden yorumlayacak. Böylece kaoslar silinip gidecek. Ama bu öyle bir anda olacak bir şey değil...
Açılan kolejler bahsettiğiniz izdivacın gerçekleşmesine namzet mi?
Bana, namzet gibi görünüyor. Günümüzde bir kesim, İslam'ın ruhi hayatı diye bir yeri tutmuş gidiyor mesela. İslam'ın düşünce hayatı için, bir kaç büyük bela var. Bir tanesi; medresenin manevi hayata, bugün ki imam-hatip ve ilahiyatların fünun-u müsbeteye kapanmasının yanısıra- İslam'ın ruhî hayatına kapanmasıdır. İlim adamı anlayışı ölçüsünde bu meseleler temsil edilmediğinden, ma'şeri vicdanda makes bulmamıştır. Bunun üzerine bir kesim, eskiden tevarüs ettiği tekke ve zaviye yolunu tutmuş gidiyor, fakat gerçekten o yolda kendileri için misal teşkil eden Ahmed Bedevi'ler, Ahmed Rufai'ler, Hasan Şazeli'ler, Abdülkadir Geylani'ler.. sadece sözleriyle naklediliyor. Oysa bu insanlar yeryüzünde dururken, semanın ötesinde, mekan üstü Azrail'in, İsrafil'in azametli heykelini görüp, mekan ötesi alemlerde, kader kalemlerinin seslerine şahit oluyor ve sürekli hususi telefonlarıyla Allah'la münasebet içinde bulunuyorlar. Bütün bunlara kapalı olmak, eskilerin hayatlarını menkıbeler halinde anlatıp menkıbe Müslümanlığıyla teselli bulmak belaların başında geliyor. Bu, Ümmet-i Muhammed'in başına musallat olmuş öyle bir beladır ki, tekke ve zaviye silkip omuzundan bu belayı atacağı ana kadar terakki edip bir adım ileriye gidemez. Çünkü Abdülkadir Geylani, kendisini büyüklüğe çekip götürebilecek bir kısım dinamiklerle donatılmışsa, bu durum bugünün insanı için de bahis mevzudur. Bugünün insanı da Şah-ı Geylani, Muhammed Bahauddin Nakşibendi, Yunus Emre, Ahmed Yesevi, Mevlana olabilir. Ancak herkes istidadının çerçevesi içinde terakki edebilir...
Menkıbe Müslümanlığı, Müslüman profilini de gölgelemiş mi oluyor?
Menkıbe Müslümanlığı, bütün kemalatı, büyük insanları belli bir dönemde toprağın kuvve-i inbatiyesi onları bitirmeye müsaitmiş, atmosfer bir dönem 100-150 m boyunda, ağaçların büyümesine müsaitmiş gibi yanlışlıklara sebep olur. Oysa ebedlere kadar Hz. Muhammed Mustafa'nın (sav) rehberliğinin devamı sözkonusudur, yeterliliği sözkonusudur, insanlar için insan-ı kamil olma sözkonusudur, her zaman iman-ı billah, marifetullah, muhabbettullah, zaman zevk-i ruhanî, vecd-ü cezb, incizabkamil manada söz konusudur. Öyleyse zannediyorum insanların bir kesimi tekke ve zaviyede dunhimmetliğe kilitlenmiş, menkıbe tesellisiyle ömürlerini geçiriyorlar. Bu, ümmet-i Muhammed'in başına açılmış bir beladır. Menkıbeler anlatılmalı, fakat menkıbeler, önümüzde yürümüş bu insanları birer misal olarak algılamamızı sağlamalı ve içimizde onlara ulaşma, yetişme, onlarla beraber aynı şeyleri paylaşma heyecanı uyarmalı, gönüllerimizi şahlandırmalı...
İkinci bir beladan bahsettiniz. O nedir?
Zahirî ilimlere kilitlenmek suretiyle, manaya karşı bütünüyle kapanma, büyüklüğün hiçbir çeşidini kabul etmeme hastalığı. Abdülkadir Geylani dendiğinde sıradan, bizim gibi insan telakki edip, Ahmed Yesevi'ye, Hasen Şazeli'ye, İbn-i Beşiş'e bizim çizgimizde bir insan seviyesinde bakmak. Bunlarla bizdeki istidatları görmezlikten gelme. Yani önümüzde daha yürünmesi gerekli olan bir kısım mesafeler vardır, ulaştığımız zirvelerin önünde aşılması gerekli olan zirveler vardır, mülahazasını silip götürdüğünden ötürü, o türlü zirveleri tutma adına bizde metafizik gerilim adına birşey bırakmaz. Bu da Allah'ın ayrı bir belasıdır. Bunu da medresedeki insan, ulum-u aliye-yi İslamiye adına, mekteplerde ilim tahsil eden, ilim yapan, fişleyen, işleyen insanların başına musallat olmuş Allah'ın bir belasıdır. Kanaat-ı acizanemce, mektebin medreseyle, mekteb varidatının medrese varidatıyla inzimamı ve izdivacı sayesinde, aklın nuru, kalbin nuruyla imtizacı sayesinde bu gaileler bertaraf edilecek..
Bu durumda herkese yeniden 'Velayet Yolu' açılmış mı olacak?
Evet, bir kere daha, yeniden keşfedilmiş gibi, velayet yolları açılacak. Ve böylece fünun-u müsbete yolları da açılacak. Kur'an-ı Kerim'in bu ayetinin günümüzde bir kısım modern yorumcuların anladığından daha çok bu düşünceye, bu espriye baktığı kanaatini taşıyorum. 'Senûrihim ayatina fil âfâki ve fî enfüsihim..', ''Onlara afakta; kainat kitabında, makro alemde, ayetlerimizi ceste ceste önlerine serecek, bir meşher gibi teşhir edecek, temaşalarına sunacağız, bir kitap gibi önlerine koyacağız, onları okumaya davet edeceğiz ve aynı zamanda bu işi enfüste de yapacağız.'' Tasavvufun çıkış noktası, rampası, rıhtımı, meydanı, alanı enfüstür esasen. İnsanın iç alemidir. Yani insanın kalbidir, sırrıdır, hafisidir, ahfasıdır, şuurudur, idrakıdır ve hatta nefis mekanizmasıdır. Nefs-i emmareleriyle, nefs-i levvameleriye, nefs-i mutmainneleriyle, kendi içindeki fakülteleriyle, radiyesi, mardiyyesi, safiyesi, mülhemesi veya mülhimesiyle... İnsana ilham kaynağı olması itibariyle mülhime diyoruz. Allah tarafından ilhamlarla beslenmesi açısından ona mülheme diyoruz. Enfüse de böyle bakılınca zannediyorum, bu izdivaçta Kur'an-ı Kerim'in nazara verdiğini, sanki belli bir dönemde insanlar görmez olmuşlar, körelmişler. Allah (cc) ilimlerin ortaya koyduğu hassasiyet sayesinde, yeniden bu iki meseleyi yan yana mütalaa etme imkanına bizleri ulaştıracaktır inşaallah... Biz buna bir de kışlanın disiplini meselesini ilave ediyoruz ki, bunu İslam'ın değişik prensipleriyle telif etmek her zaman mümkündür. Çünkü Müslümanlık'ta itaat esastır. Üstad da avazı çıktığı kadar bağırır, der ki; 'Serkeşliği bırak, itaat et...'
İtaatten kastınız despotizme itaat değil herhalde...
Asla. İslam'ın bize emrettiği itaat istibdada itaat değildir. İstibdat karşısında teslimiyetçilik, baş eğme söz konusu değil. Bir yerde insanların bazılarını, bir parlamentoyu veya bir lideri, idareciyi kabullenerek, onu dinlemektir itaat. Kanunlara, nizama uymakıtr. Bu bir vazifedir. Yönetenlere düşen vazife de makam, mansıb ve payesini insanlara karşı ezicilikte, kullanmamasıdır. Bu da yine mütakabileyet esasına göre belli bir ahenk içinde devam eder. Böylece bu meselenin dört ayağı olabilir. Varsın desinler, 'Sizin sacayağının dört ayağı var, üç ayağı değil' diye. Daha güçlü olur. Günümüzde sarsıcı hadiseler karşısında fikirlerin böyle sağlam bir blokaja oturması, istikbal adına daha isabetli olur...
Sevgisizlik ateşiyle çoraklaşmış ülkemiz insanına ve insanlığa bahsettiğiniz dörtlü sacayağını zerk ederek mi sorunlar aşılacak?
Bu iş sadece kalb işi değildir. Kalbin önemi var ama insan bedenini de ihmal etmemeli, dünyayı ihmal etmemesi gerektiği gibi. Aslında insan, küçük bir dünyadır, dünya da büyümüş bir insan. 'Ve tezümü enneke cirmün seğirün' Hz. Ali'nin altın sözü bunu ifade eder. Üstad'ın küll, cüz, külli, cüz'i yaklaşımları var. Kabil-i inkisam olana külli diyor. Sonra inkisamla onun parçalarına da cüz'i diyor. Parçalanabilecek bir bütünün parçaları. Küll hakkında verilen aynı hüküm, cüz hakkında da verilebilir. Demek ki insan sadece bir kalb, bir ruh, bir vicdan mekanizması değil. Bütünüyle bir nefis mekanizması da değil. İnsanı bir kül halinde ele almak gerekir. Hatta insana ait bu değişik fakültelerin herbirerleri başlıbaşına mevzu olabilecek, üzerine hüküm verilebilecek şeylerdir. İnsan ruhu, hissi, idraki ile cami bir kainattır. Ve zannediyorum tasavvufta nihai merhalelerden bir tanesi de cemdir. Hatta cemmül cemdir. Yani insan orada belki esrarı '-ı hodi'si yanıyla, benliğin sırlarını bütünüyle kavraması açısından ulaşabileceği noktaların zirvesine ulaşır. Bütün varidatını taşa çalıp bir kristal gibi kırma noktasıdır o makam. Bu da İkbal'in yaklaşımıyla 'homusi bi hudi....' bütün benlik sırlarından vaz geçme... Aslında bu mesele on birinci sözde ve otuzuncu sözde ene risalesinde ariz ve amik olarak ele alınılır ve anlatılır. Tabi anlayanlar için. Onun için sahabe velayeti derken, Üstad diyor ki; 'sadece kalb ve ruh denilmemeli...' Vakıa 'kalb ruh öne çıkarılmalı', çünkü ilk eserlerinde Mesnevi Nuriye'de 'Hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak ve ruhun dereceyi hayatına gir' der. Bu bir yönüyle insanı kamil olma noktasıdır. İnsan olma hedefini verir. Bu açıdan biz sahabi mesleğinde insana yaklaşırken, onu bir bütün halinde ele alma mecburiyetindeyiz. Kur'an dünya ve ukba münasebetleri içerisinde 'Vebteği fima atakallahu darelahireh' diyor. 'Allah'ın sana verdiği herşeyle ahiret yurdunun arkasında ol, onu yakın takibe al, onu taleb et.' İbtiğa kelimesiyle diyor. Taleb kelimesini kullanmıyor. Arkasından koştur da demiyor. Göz açıp kapayıncaya kadar, fevt etmeden, yakın takibe al manasına gibi bir ifade var burda. Allah sana ne vermişse akıl, mantık, şuur, idrak, bedeni güç hepsini ahiret yurdunu tahsile matuf sarfet. Arkasından hemen; 'Ve la tense nasibeke mineddünya', ''Dünyadan nasibini zinhar unutma'' dengesini koyuyor. Yani bir yönüyle ukbayı bütün enginlikleriyle nazara veriyor, talib ol diyor. Sonra da kullandığı kelimeler, malzeme itibariyle, dünyayı da nazara veriyor. Cami olan bir mü'minin, değişik eltaf, komplike mürekkebi diyebileceğimiz, dünya, ahiret münasebetlerine temas ediliyor. Böyle bir insan herhalde kendi iç yapısı dış yapısı, enfusi ve afaki açıdan da çok yönlü olur. İşte bu yönlerin çok önemlilerinden bir tanesi, ehli kalb olan muhabbettir. Belki imanın mahalli de odur; kalbtir. Bu noktada kelamcıların, felsefecilerin farklı mütalaaları vardır. İmanı billah üzerine terettüp eden şey marifettir. İman işlene işlene, yaşana yaşana bir gün bir marifet doğacaktır. Cesaret ederek veya cürette bulunarak kalp kültürü demeği yeğledim ben.
Hangi anlamda kullanıyorsunuz 'kalb kültürü'nü?
Milletleri diğer milletlerden ayıran önemli unsurlardan birisi onların kültürleridir. Yemek kültüründen oturup kalkma kültürüne, evlerde yatıp kalkmalardan, ev şekline kadar; örfler, âdetler, ananeler, işlene işlene, temrinat yapıla yapıla, bir millet için eskilerin ifadesiyle lazım-ı gayr-i müfârik haline geliyorsa, onları başkalarından ayırıyorsa, aynen öyle kalb de bazı şeyleri işleye işleye, lahuti gerçekleri, ubudiyeti, uluhiyeti, Allah'la münasebeti kavramada, melakei kiram ile ruhaniler ile zaman üstü temas gibi şeylere ulaşır. Bu açıdan da ben şahsen marifete, kalb kültürü demenin uygun olacağı kanaatindeyim.
Marifeti 'kalb kültürü' olarak nitelemek nasıl bir açılım sağlar?
Marifeti mücerret bilme kaynağı olmaktan çıkarıp sevgiye inkılap edecektir. Çünkü insan önce iman ettiği, sonra da bu ölçüde tanıdığı birisine karşı sevgi adına lakayd kalmaz. Sevgi derecesine göre herkese açıktır ama vicdanı daha hüşyar, kalbi daha heyecanlı fıtratlar, bunu aşk buudunda da yakalayabilirler. Aşk kendisini derinleştirmeye matuf, 'hel min mezid' ufkunda hep seyehat eder. 'Yok mu?' der.
Bir taraftan marifeti artar. Salih daire doğurgan bir döngü teşekkül eder. Bir taraftan muhabbeti artar. Sadece marifet adına değil, belki aşk adına da Gedai gibi 'Parmağım aşkın balına bandıkça bandım su ver' der, hep su isteriz. 'Ol suyu kim içse heman/kalbe doğar nuri cihan/verir hayatı cavidan.' Farklı bir hayat. Dünyayı farklı görür ve çok defa başınızı büker, Allah'ım seni bugün yeniden bir kere daha tanıdım dersiniz. Seni sanki dün bulamamışım da, bugün yeniden buldum dersiniz. Bir aşık maşuk münasebeti içersinde burnunuzun kemikleri sızlar. 'Verir hayatı cavidan, yandıkça yandım bir su ver' der ve içtikçe deniz suyu içiyor gibi olursunuz, hararetinizi giderdiğinizi sandıkça yangınınızı arttırırsınız. Aşk arttıkça, insanı alıp yeni vadilere götürür. Hayret vadisine götürür, sıfatlarda mı, zatta mı karşılaşılır, bu konuda sofîlerin farklı görüşleri vardır. Derken insan vecde ulaşır, kendinden geçer, o elektiriği taşımaya bedeni, takati müsait olmadığından dolayı kendini kaldırıp yerden yere vurabilir... İradesini aşarak zuhur ettiğinden dolayı muaheze olmaz. Bunlardan birine zerre kadar irade karışsa riyakarlık yapılmış olur. O vecdin katlanmış şekli mevâciddir ki, insan sürekli titrer. Kendi titremese de kalbi titrer. Güvercin gibi hep bir titreme hayatı yaşar. Ve Allah'ın bir başka lütfu o esnada onun imdadına cezb halinde yetişir. Adeta bir yönüyle buna iradeyi dinlendirme diyebilirsiniz. İrade orda dinlenmeye geçer, çünkü orda artık Allah çekmesi vardır. Ve zannediyorum gelecekte muhabbet bize ait misyonun, hizmetin çok önemli bir yanını teşkil edecek. O bütün kilitli kapıları açacak. 'Allahümmeftah egfale kulubi ibadike' demediğim gün yoktur. Allahım sen sevginle, muhabbetinle insanlığın kalbini sana, senin davana aç, evvela böyle duada başlayacak, dua ede ede, isteye isteye bunu belki bir aşk hastalığı haline getireceğiz.
Hastalığı tutulma anlamında mı kullanıyorsunuz?
Evet. Aşk yüzünden deliye şeyda derler. Ve sonra şeyda bülbül sürekli ötecek...
Neler dökülecek aşk hastalığına tutulmuş bu bülbülün dilinden?
Ne dökülüyorsa mızrabının tellerine, onları seslendirecektir. Evvela inlemeyle başlayacak, ısdırap çekmeyle başlayacak, ellerini açıp dua dua yalvaracak ve sonra bu meseleye acaba pratik olarak neler yapabilirim diyecek, düşünecek... Bu, sistem fikri verecek ona. Derken dünyanın kapılarını yine aşkla muhabbetle zorlayacak. İnsanları Allah'a taşıma mülahazasıyla yaklaşacak ve bu açıdan da, 'Muhabbet bir Süleymandır gönül tahtı revan...' Her gönülde taht kurulacak ve gelecek yıllar muhabbetin fethettiği yıllar olacak Allah'ın inayetiyle. Geleceğin insanı muhabbetin pervaneleri haline gelecek. Gelecekte en çok sözü edilen insanlar Mevlana, Yunus, Bediüzzaman gibi kimseler olacaktır zannediyorum.
- tarihinde hazırlandı.