Zıtlıkları bir araya getiren denge

İslâm'ın ve onun ilk müfessiri, şârihi, hayatıyla onu tasdik edeni Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) ortaya koyduğu anlayış, tam manasıyla 'denge' kelimesiyle karşılanabilir. Müslümanlığın, Müslümanca duruşun özünde, hemen her konuda tam bir denge arayışı yatar. Bir ucu ifrata, aşırılığa, marjinalleşmeye giden, diğer ucuysa tefrite, kayıtsızlığa, kendi içine kapanmaya açılan düşünce ufkunda, Müslümanlık bu iki yakayı bir araya getirmek şeklinde tezahür eder. Beyhaki'nin naklettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: "İlim amelden efdaldir. Amelin efdali de, orta yolda olmaktır. Allahu Teâlâ'nın dini ifrat ve tefrit arasındadır. İkisinin ortası sıratı müstakim, yani doğru yoldur." Yine Kur'an-ı Kerim'de de, "Sizi vasat bir ümmet kıldık." (Bakara, 143) denilerek, Müslümanlığın 'vasat'ta yani 'orta yol'da yaşanmasına dikkat çekiliyor. Bu meyanda, aşırılıklar bir sapma emaresi, sarp ve çetin yollar olarak anılırken, tembellik manasındaki miskinlik de yani hiçbir şey yapmayıp "idare-i maslahattan yana olmak" da bir çeşit durgunluk, hissizlik olarak nazara veriliyor. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin günlük hayatımıza kazandırdığı ve birbiri içinde zıtlıklar barındırıyormuş gibi duran ifadeleri de Müslümanca duruşun, yaşayışın sırrına parmak basıyor.

Âlimin meselelere yukarıdan bakışı

Evvela şu kaydı düşmek gerekir: Âlimlerin ve âriflerin Kur'anî hakikatleri ayne'l yakîn ve hakka'l yakîn bilmelerine mukabil, biz sıradan insanlar, o hakikatleri nazarî olarak algılayabiliyoruz. Allah Resûlü'nün "Seni hakkıyla bilemedik yâ Maruf! [Bilinen]" deyişindeki sır, onun gönlündeki enginlikle birlikte, "helmin mezîd" (daha yok mu?) yaklaşımında aranmalı. Dünya üzerine gelmiş ve gelecek herkesten daha fazla Allah'ı bildiği halde, Hazreti Muhammed 'hakkıyla bilememekten' bahsediyor. Bizler, henüz o zirvenin eteklerine dahi ayak basamamışken, O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) yolunun taliplerinin sözlerini de, ancak gönül kabımızın genişliği/darlığı çerçevesinde anlayabiliyoruz. Bu sebeple de, Hocaefendi'nin 'denge' hususuna getirdiği yaklaşımları ancak nazarî bir cihette ele almak mümkün olabiliyor. Zira o, günlük hayatın meselelerine yukarıdan bir nazarla bakıyor, "bir vahidin iki yüzü" dediği hakikatleri etraflıca aktarıyor.

Sözgelimi Gülen'in aksiyon metodu adına 'Yeni İnsan' (Zamanın Altın Dilimi, 1991) makalesinde ortaya koyduğu şu sözler, "Nasıl bir denge?" sorusunun cevabı olmaya namzet: "Onun hayatında sebeplere riayetle teslimiyet o kadar içiçedir ki, işin iç yüzünü bilmeyenler onu ya esbâbperest -sebeblere tapan, sebebleri herşey sayan- ya da tam cebrî -kaderci- sanırlar.. oysa ki, ne o ne de o; yeni insan tam bir denge insanıdır.. sebeblere riâyeti bir vazife bilir, Hakk'a teslimiyeti de imanın gereği sayar." Bugün özellikle Batılı akademisyenler Hocaefendi'nin çağına yaptığı en büyük katkının, 'esbaba riayet' olduğu görüşünde birleşiyor. Zaten halihazırda, "İslâm modern dünyayla çelişir mi?" sorusuna da, bu yaklaşım sayesinde açık ve net bir biçimde "çelişmez" deme imkânı doğuyor. Zira Müslüman, 'sebepleri göz önünde bulundurma' cehdiyle birlikte, çağını çok iyi bilmek ve ona uygun davranmakla da mükellef hâle geliyor. Öte yandan, materyalist düşüncenin hemen her yeri ele geçirdiği, maddeperestliğin tabiî bir hâl gibi karşılandığı bugünün dünyasında, 'tevekkül' burcunu da nazara vererek, sebeplerin hakkını verdikten sonra sonuçların tamamen Allah'a bırakılması salık veriliyor. Böylece, bu dengenin ilk ayağı Müslümanlara hitap ediyorsa, ikinci ayağı da Allah'ı hesap etmeyenlere bir ders veriyor.

Zıtlıklar karşısında denge arayışı

Her namaz tesbihatında, Allah'ın isimlerini anarken hem Celal, Kahhar gibi 'Havf' boyutlu esma ile haşır neşir oluyoruz hem de Cemal, Gaffar gibi 'Reca' burçlarından medet umuyoruz. Bu noktada Hocaefendi'nin tavsiyesi, yine gönül peteklerinde havf ve recayı aynı anda dokumak, amellerin derinliği açısından havf soluklayarak sürekli teyakkuzda olmak, ancak başa çıkılmaz günahlar karşısında recaya sığınıp ümit kapısını çalmak şeklinde beliriyor. Çünkü bu yolda havf kanadı eksik olursa, büsbütün rehavete girme, emniyette hissetme durumu oluşur ki, zamanla hissizliği netice verecektir. Reca kanadının ihmal edilmesi de, ümitsizliğe, karamsarlığa ve şevkin azalmasına yol açacaktır. İki kanatlı olmak, 'Kalbin Zümrüt Tepeleri' eserinde ifade edildiği gibi, 'iltica buudlu haşyet' yaşamak, evladın annesinden duyduğu korkuya benzer bir şefkat/korku ekseninde kulluk etmek, bu meyandaki dengenin metodu.

Sabır meselesinde de yine Hocaefendi'nin 'aktif sabır' yaklaşımı, Müslüman'ın ulaşacağı vasat ikliminin temeli. Bir yönüyle bu konu 'esbaba riayet' konusunu da ihtiva ediyor. Bir kere daha 'aktif sabır' sohbetinde (Bamteli, 12.01.2009) Hocaefendi, "İman ve Kur'an hizmetinin asla acûliyete tahammülü yoktur. Çünkü bu vazife, insan tabiatına bağlı bir iştir." diyerek, her şeyden önce sabırlı olmak gerektiğine dikkat çekiyor. Zira aculiyet, "Bir an evvel olsun bu iş!" sabırsızlığı, hem sebeplere riayet etme noktasında bir eksiklik hem de Allah'ın icraatine bir 'zaman dilimi' nispet etmek demek. Bu durum aynı zamanda tekamül ve terakki gibi meseleleri es geçme anlamına da geliyor. Bu açıdan sabır, Müslümanca amelin, koşturmanın, dinamizmin önemli ayağı iken, Hocaefendi'nin bu konuya getirdiği yeni bakış açısı, 'zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır' oluyor. Buradaki 'aktif' ifadesi, sabrın akıp giden dünya hayatında, sürekli değişen şartlar karşısında, hiç eğilip bükülmeden icra edilmesi. "Ayakta dimdik durabilmenin de bir statiği vardır..." diyerek Gülen, o konuda bir kuvvetler dengesine işaret ederken her gün yenilenip duran hayat içinde, kirlenmeden, yuvarlanmadan kalabilmenin ehemmiyetine vurgu yapıyor.

Aksiyona bağlı vicdan

Vicdan kelimesi, bilhassa günümüzde durağan bir hâl, duruş olarak algılanıyor. Yine şefkat de, yalnızca sözle belirtilen, yahut bir miktar eylemle ortaya konan bir maslahatmış gibi arzediliyor. Oysa Hocaefendi, eserlerinde vicdandan bahsederken, sürekli devinip duran bir mekanizma benzetmesini kullanıyor, bu bakımdan vicdan mekanizmasının sürekli teyakkuz ile sağlam tutulmasını, iyi ahlâkla desteklenmesini tavsiye ediyor. Bunun yanında, 'gerçek şefkat' dediği noktayı nazara vererek, vicdanı geniş bir insanın, başka insanların hâli karşısında yalnızca ajitasyona bağlı birtakım ifadelere sığınamayacağını da dile getiriyor. Hocaefendi'nin hakiki manada vicdanını işleten insana gösterdiği ufuk, 'Bütün insanların hidayetini dileyip herkesin ebedî mutluluğunu istemesi' şeklinde tezahür ediyor. Efendiler Efendisi'nden (sallallahu aleyhi ve sellem) bize ulaşan ahlâk da her kim olursa olsun (Ebu Cehil dahi olsa!) onun Allah'la arasındaki engelleri kaldırmaya çabalamak, bu yolda bütün yolları tüketene kadar cehd etmek, vicdandaki genişliğin neticesidir. Bu açıdan Hocaefendi, vicdanında bu gerçek şefkati ciddi anlamda duyan kimsenin, yerinde duramayacağını, kendini başka insanların saadeti yolunda adayacağını, "Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip tüketeceksin." (Şuara, 3) ayetinin ufkunda dolaşacağını ifade ediyor. (Kemal Suskun)

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.