Yazılası Destanlar
Cemal Uşak Bey, kültürlerarası diyalog toplantıları vesilesiyle gittiği ülkelerdeki "Eğitim Gönüllüleri"nin, destanî hizmetlerini "Yazılası Destanlar" isimli kitabında toplamış. Karşılaştığı "Adsız Kahramanlar"ı ve "Namsız, nişansız yiğitler"i anlatmaya gayret etmiş... İşte bazıları:
1995'te Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, "Bosna'da Çocuklar Ölmesin" diye dünyanın meşhur futbolcuları arasında bir maç planlayıp bu maça bütün dünyanın meşhur medya kurumlarını davet etmek ister. Bu büyük proje maalesef engellenir. Sadece Maradona gibi meşhur bir futbolcunun katılmasına rağmen diğerleri uçağa binerken çevrilirler. Ama yine de maç yapılır. Maç vesilesi ile Bosna'da okul açmak için para toplanır ve bu para ile ilk kolej açılır. İşte bu münasebetle Bosna'ya giden Cemal Bey, orada Ali ve Mehmet öğretmenlerle karşılaşır. Savaşın, daha doğrusu acımasız katliamın sürdüğü günlerde Bosna'ya geliş serüvenlerini anlatırlar.
Evet, Ali ve Mehmet, Bosna'da okul açmak için yola çıkarlar ama yollar kapalıdır. Nihayet "tehlikeleri daha az" bir yol bulurlar. Hırvatistan üzerinden gideceklerdir. Bir Hırvat grubu ile makul ücret karşılığı anlaşırlar. Ama Hırvatlar İgman dağlarının tepesine varınca Ali ile Mehmet'i, anlaşmaya hiç riayet etmeden yapayalnız bırakıp geri giderler. O kış mevsiminde o ıpıssız karlı dağlar başında kalakalırlar. Yer yer iki metreyi bulan karlar arasında, ellerindeki iki bavulla birlikte, dağdan inmeye başlarlar. Çetnik çetelerin uzaklardan gelen silah sesleri ve sniper'ların kurşun vızıltıları eşliğinde dağdan aşağı inerken zaman zaman birbirlerini kaybederler ve "Mehmet!.." "Ali!.." "Nerdesin?.." diye seslene seslene birbirlerinin yerlerini tespit etmeye çalışırlar. Bir ara Ali, Mehmet'i tamamen ses olarak da kaybeder. Sonra karlar arasında bir el görür, sürünerek yanına kadar giderek kurtulmasına yardım eder ama Mehmet'in çantası ve yiyecekleri kaybolmuştur. Nihayet ellerinde beyaz bayrakla BM kontrolündeki Saraybosna Havaalanı'na inerek BM askerlerinin himayesine sığınırlar...
Gostivar'da güngörmüş bir beyefendi, kendine mahsus Rumeli şivesiyle anlatıyor: "Bundan otuz beş yıl öncesi idi. Debre taraflarında bir köye gitmiştim. Orada tanıdığım, seksen beş yaşlarında Suliman Aga denilen birisi vardı. Baktım ki çok üzgün ve ağlıyor. 'Niye ağlarsın be?' dedim. 'Gel' dedi, 'Gel de biraz dertleşelim.' dedi. Meğer vergisini ödeyemediği için yetkililer iki tane ineğini haczedip gitmişler. Başladı dertli dertli konuşmaya: 'Rabb'imden niyaz ederim ki. Türkleri tekrar buralarda görmeden vefat edecek olursam gözlerim açık gitsin. Osmanlı zamanında böyle değildi bre! Osmanlı, birkaç köye bir Pulyak tayin ederdi. Pulyak'ın görevi, köyleri dolaşarak, kimin ne kadar üretim yaptığını, kimin bağının bahçesinin hasar görüp görmediğini tespit etmekti. Vergi memurları onlara sormadan vergi koymazlardı. Der idi ki: - Hasan Aga'nın mahsulü yanmıştır, bu sene vergi veremez. Selman'ın bahçesinde bu sene meyve olmamıştır... Hüseyin Bey'in koyunları kuzulamıştır, ona şu kadar vergi yazabilirsiniz... Osmanlı böyle adaletle hükmederdi be! Şimdi öyle mi? Merkezde dururlar, yazarlar vergiyi ve bizi perişan ederler..."
Tanzanya'da vefat eden merhum Erkan Çağıl'ın oğlu Hakan şöyle diyordu: "Ben babamı Tanzanya'da kaybettim. Ağabeylerim ve öğretmenlerim babamın yokluğunu bana hissettirmediler. Ben de Tanzanya'da üniversite açıp babamın hayalini gerçekleştireceğim..."
İşte güzelliklerden bir demet!..
- tarihinde hazırlandı.