Bir Varmış Bir Yokmuş!

Zavallı yavrucak, o gün sakin sakin akan nehrin sularına kendini salmış, hiçbir şeyin farkında olmadan hayatta kalma mücadelesi veriyormuş. Ağlamadan dolayı kısılan sesi, boğulmamak için verdiği mücadeleden takatsiz kalan vücudu ona yolun sonuna geldiğini söylüyormuş ama o yine de hayata tutunmaya çalışıyor ve son ağlayışları, son çırpınışları ile lisan-ı haliyle çevreden imdat bekliyormuş. O köylü bu manzarayı görür-görmez hiç düşünmeden atlamış suya ve kurtarmış o yavrucağızı. Kim kurtarmaz ki?

Köylü kurtardığı bebeği hemen evine götürmüş. Hanımı yapılması gerekli her şeyi hemen yapmış. Tabii küçük yer, köy bu haberle çalkalanmış o gün. Ertesi gün bir başkası nehirde iki bebek görmüş. O da tıpkı bir gün önceki arkadaşının yaptığı gibi suya atlamış ve bebekleri kurtarıp köye getirmiş. "Üst üste iki gün karşılaşılan bu vaka tesadüf olabilir mi?" diye sormuşlar köylüler akşam köy odasında birbirlerine. "Yarın nehrin kenarında gözetlemeye duralım" kararı çıkmış yaptıkları toplantıdan. Ertesi gün nehrin kenarında nöbet bekleyen köylüler gördükleri manzara karşısında şaşırmış kalmışlar; çünkü dört bebekle karşılaşmışlar. Uzatmayalım; 8-16-32 her gün iki katı ile artan bebekler nehirden tabiri caizse fışkırmaya başlamış. Köylüler bu duruma çare bulmak adına toplantı yapmışlar ve bebekleri kurtarmak için iyi yüzme bilenlerden bir kurtarma ekibi kurmuşlar. Fakat mesele kurtarma ekibi ile bitmemekteymiş. Asıl sorun kurtarıldıktan sonra başlamaktaymış. Sorun, bunların bakım ve görümünü kim ve nasıl yapacak sorusunun cevabında kilitliymiş.

Şöyle çözüm bulmuşlar önceleri; bebekleri ailelerin yanına vermişler. Sonraları her geçen gün kabaran sayı karşısında yurtlar-yuvalar kurmaya başlamışlar. Bebekler büyüyüp çocuk olunca eğitim-öğretim ihtiyaçları devreye girmiş. Bu defa kreşler, okullar, pansiyonlar açmışlar. Fakat hayat bütün hızıyla devam ediyormuş; çocuklar büyümüş, delikanlı, genç kız olmuş, derken olgunlaşmışlar ve hastaneden bankaya hayata ait her türlü ihtiyacı karşılamaya çalışmış köylüler ve bizim köy olmuş kocaman bir şehir.

Bu arada bebeklerin nehirden toplanma işi devam etmiş; çünkü bebeklerin ardı-arkası kesilmemiş. Nihayet bir gün köylüler bir toplantı yapıp "Problemin kaynağı ne? Bu bebekler nereden geliyor?" sorusunu sormuşlar kendilerine ve bir ekip oluşturup nehrin kaynağına doğru ekibi dualarla yola çıkarmışlar. Ekip nehir boyunca gitmiş ve büyük bir şehirle karşılaşmış. Meğer ki o şehirde bir hükümdar varmış. Hükümdar, halkına karşı Hz. Musa dönemindeki Firavun'u aratmayacak bir tutum içine girmiş. Yeni doğan bebeklere hakk-ı hayat tanımıyormuş. Doğan çocukları anne-babalarından zorla alıyor ve nehre salıyormuş. Ekip hemen köye dönmüş ve elde ettikleri sonucu köylüleriyle paylaşmış. Köylüler, "sorunun kökenine inmek zorundayız, sorunun kaynağı zulüm; zulmün ilacı ise adalet" demişler ve zulme sebebiyet veren fakirlik, cahillik, ayırımcılık, eşitsizlik ve benzeri her türlü şeyle mücadeleye başlamışlar.

Size aktarırken aralarını boşlukları doldurmada benim de katkımın olduğu 'bir varmış, bir yokmuş' ile başlayan hikâye burada bitti. Gelelim bununla anlatılmak istenen asıl meseleye. Söz konusu hikâye Amerika'nın ilk başkenti Philadelphia'da geçen hafta yapılan bir konferansta dile getirildi. Konferansın ana başlığı "Dünya'da Dünya ile Birlikte Barışı Gerçekleştirme: Gülen Hareketinin Ekolojik Adaleti Sağlamadaki Rolü" idi. Bir gün süren konferansta Gülen Hareketi ekolojik adalet ekseninde masaya yatırıldı. Hikâyeyi ise "kutsal yer olarak tabiat ve dinî barış'ın Fethullah Gülen düşüncesinde ve hizmet hareketinde geleceği" başlıklı tebliğ sunan Dr. Joseph Stautzenberger anlattı. Tahmin edeceğiniz ve ettiğiniz gibi hikâyedeki köyü ve köylüleri Gülen Hareketi olarak niteledi Dr. Stautzenberger ve şöyle bağladı sözlerini: "Gülen Hareketi yardımlaşma hareketi olarak başladı, global manada adaleti hedeflemiş olarak yoluna devam ediyor. Adalet ile sorunun kökenine indi, inmeye çalışıyor, bir sivil toplum kuruluşu olarak imkânlar nisbetinde yapabileceğini yapmaya devam ederken, yardımlaşma faaliyetlerini de hiçbir zaman unutmadı, unutmuyor."

"Kutsal yer olarak tabiat ve dinî barış'ın Fethullah Gülen düşüncesinde ve hizmet hareketinde geleceği" başlıklı tebliğ sunan Dr. Jon Pahl'ın yaptığı şu tespit en az birincisi kadar önemli ve dikkat çekiciydi. Bir itiraf manasını da taşıyan tespitiyle Pahl şöyle dedi: "Batı'da kutsal mekân anlayışı anıt, abide, heykel, kilise vb. somut, fizikî yapıya sahip eserlerle sınırlanıyor her nedense. Son zamanlarda buna 11 Eylül saldırılarında yıkılan İkiz Kuleler de eklendi. Ama Gülen Hareketi'nde kutsal, insan ve insana hizmet eden her şeydir. Bu, yeri gelir hastane olur, okul olur, yeri gelir hastanede hastaya, okulda talebeye verilen hizmet olur."

Siz bu hikâye ve hikâye ile anlatılmak istenen mesajlara zihnen yoğunlaşadurun, ben bir başka fasla geçeyim. Yaklaşık bir ay önceydi. Hocaefendi ile öğle yemeği sonrası çok dar bir dairede üç-beş kişi ile otururken Türkiye gazetelerine hemen her gün konu olan isminden, ismiyle anılan hareketten, yapılan çalışmalardan ve bütün bunları merkeze alan müsbet-menfi yaklaşım ve yorumlardan, hakkında yazılan kitaplardan söz açıldı. Kimilerini takdirle karşıladığını, kimilerini de önyargılarını bir türlü atamamalarından, bir türlü objektif bakış açısına sahip olamamalarından dolayı yadırgadığını söyledi. Keşke'lerle başlayan, keşke'lerle biten birçok temennilerde bulundu arka arkaya. Bir ara öyle bir cümle söyledi ki gerçeği tam 12'den vuran bir tespitti. Dedi ki: "Öyle bir konuma geldik ki söven de kazanıyor, takdir eden de!"

İşte tam bu arada bir dede, duasını almak için kucağında torunu ile salona girdi. Hocaefendi çocuğu kucağına oturttu, dualar etti, çikolatalar verdi, bir-iki kare fotoğraf çekildi. Dede sevinçle salondan çıkarken Hocaefendi kaldığı yerden devam etti ama araya giren bu tatlı sürprizi de değerlendirerek: "İnsan geriye dönüp bakmayınca nerede olduğu, nerede durduğunun her an idrakinde olamıyor. Hepimiz daha dün aynen bunun gibi çocuktuk. Şimdi 70'ini aşmış, kabir kapısının önünde içeri girmek için bekleyen ihtiyarlarız. Nasıl oldu da bu hale geldik birden? Zaman nasıl da ilerledi? Nasıl çarkları arasına aldı ve öğüttü bizleri? Madem insan ömrü bu kadar kısa, pekala değer mi onca düşmanlığa? Değer mi onca ortak paydamıza rağmen birbirimizin kuyusunu kazmaya? Değer mi soruyorum size?"

Salonda bulunanlar gayet içli bir ses tonu ile söylenen, acımanın, merhametin, muhabbetin bütün tonlarını hissedebileceğiniz bu sözler karşısında sadece sükût etti. Zaten cevap da istenmiyordu bu sorulara. Aksine bir dertleşmeydi. Ve şöyle bitirdi sözlerini: "İnanın bana, her gün yeni bir ürperti ile uyanıyorum. Çünkü her gün yeni bir hadise zuhur ediyor. Her gün karanlık kalmış noktalar aydınlığa kavuşuyor. Deyim yerindeyse hadiseler yumağın açılması gibi açılıyor ve karanlık perdelerin kalkması, kapalı kapıların açılması ile dün "oh!" diyenler bugün "ah!" diyor; "keşke bu kadar acul davranmasaydık" diyor; diyor ama nafile. Şimdi tekrar soruyorum; değer mi?"

Orada sükût ettik, burada konuşalım; değmez; değmez ama değmediğini bilmeyenlere ne demeli onu tam kestiremiyorum. Şunu diyebilirim; başta gönüllüler ordusunun kâinatı uhuvvet beşiği görerek bütün insanlığa yönelik yaptıkları faydalı çalışmalar "bir varmış bir yokmuş" örneklemeleri ile anlatıldığı gibi, onların Hocaefendi ve harekete yönelik bu tepkisel tutum ve davranışları da "bir varmış, bir yokmuş" diye anlatılacak. Hatta anlatılmaya başlandı bile!

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.