O 'Başyazı'lar
Şubat 1979. Sayı: 1, Yıl: 1... Kapağında, sonradan hayli ün kazanan; evlerin, kahvehanelerin duvarına, otomobillerin camına asılan o gözü yaşlı çocuk fotoğrafı. Altında, Âkif'in dokunaklı iki dizesi: "Merhametin yok diyelim nefsine/Merhamet etmez misin evladına?" O dergiyi şimdi, otuz yıl sonra yeniden elime aldım. Bir ürperişle, burnumun direği sızlayarak..
Küçücük, sevimli, sıcak... Fakat içinde öyle bir sevginin, öyle büyük bir umudun çekirdeği var ki, ben bu sevdayla uzun çok uzun yıllar yaşarım, dal budak salıp yeşeririm; büyür meyvelere dururum diyor.
Öyle de oluyor. Son otuz yılda, hayatımıza giren güzelliklerin en başında onu saymak isterim ben, Sızıntı'yı... Adı gibi iddiasız başladı, kendi yolunu aça aça, çekirdeğindeki sevgiyi büyüte büyüte bugüne geldi. Yine aynı sevimlilikle, aynı tevazu ile ve aynı iç aydınlıklarını bahşederek... Kim bilir daha hangi umutları okşayarak hangi zamanları çiçeklendirecek!..
1979'un puslu günlerinde, öz yurdunda garip bir neslin çığlığı başka nasıl duyurulabilirdi? O ilk başyazı: "Bu Ağlamayı Dindirmek İçin Yavru"... Evet bir çığlıktı... Öyle içten, öyle hasbi bir yakarıştı ki, göklerde kabul gördü. O gözü yaşlı isimsiz çocuk gibi, sislerin ardında el yordamıyla yürümeye çalışan binlercesi, seslerine ses buldu ve yollarda yitip gitmeden, apaydınlık bir geleceğin fikir işçisi oldular.
O dergi, Sızıntı... Otuz yıl sonra şimdi aynı yalın ve içten sesiyle konuşuyor. Otuzuncu yaşında, bir yıllık gurbeti bitti Sızıntı'nın ve dergiye rengini, tadını, üslubunu veren 'Başyazı'lar yeniden başladı. Yine o diriltici sesiyle ve hüzünlü bir hatırlayışla... "Bizim de Kendimiz Olduğumuz Günler Vardı"... Otuz yılda mazhar olunan hayale gelmedik lütuflara teşekkür, muhasebe ve Sızıntı'nın hakkını teslim... Şöyleydi son paragrafı: "Ben onun hâlâ ruhunu yitirmediğine inanıyor, daha uzun süre sesimize -soluğumuza tercüman olabileceği düşüncesiyle oturup kalkıyorum. Zaman her şeyi soldurup tesirsiz hâle getirdiği gibi bir gün onun da böyle bir hükm-ü kazaya maruz kalacağı izahtan vârestedir; ama, ben ona hissiyatımıza tercüman olması istikametinde ve Hakk'a bakan, Hakk'ı gösteren hizmetlerinde uzun ömürler dilemeyi bir vefa borcu biliyorum." Bu 'başyazı'nın müellifinin kendi adına ödediği vefa borcu, aslında o irfan pınarından su içen herkesçe ödenmeyi bekliyor. Çünkü hepimizin üzerine onun uysal ışığından bir parıltı mutlaka sinmiştir ve dilimizde, onun lügatinden aldığımız sevgi dolu kelimeler mutlaka vardır.
Bu 'başyazı'lar ve onların sahibinin tükenmeyen himmeti olmasaydı, Sızıntı otuz yılı böyle görkemli geçebilir miydi? Elbette her şey, kâinatın sahibinin tasarrufuyla yürümekte ve O, 'ol' dediğinde olmaktadır. Ve fakat, her kalıcı ve güzel kolektif eser, bir fikir mimarının çizdiği çerçeve içinde büyüyüp olgunlaşır. Sızıntı da öyledir. Evet, o 'başyazı'lar, şimdi neredeyse bir kütüphanenin raflarını dolduracak kitaba dönüştü... Otuz yılın damla damla biriktirdiği bir hazine, muzdarip bir ruhun seyir defteri... Okuyanlar için kimi zaman bir deniz feneri, kimi zaman teselli, kimi de umut ve şevk kaynağı ve daima bir edeb mektebinin usul ve erkan dersi... Geçen otuz yıl ne unutulmaz yol işaretleri bıraktı geride. Neredesin?, Hasretini Çektiğimiz İnsan, Gözyaşları, Kahraman, Ölümsüz Ruhlar, Yolda Kalanlar da Var, Geleceğin Fikir İşçileri, Işık Süvarileri, Genç Adam, Ne Dendi ve Neredeyiz, Zamanın Altın Dilimi, Işığın Göründüğü Ufuk, Çatlayan Rüya ve Sükûtun Çığlıkları... unutulmaz başyazılar... Bütün bu yazıların nasıl, hangi ruh ızdırapları içinde yazıldığını bilebilseydik keşke! Ve onları, aynı ciddiyet ve hassasiyetle okuyup kavrama yeteneğine sahip olabilseydik...
Şubat Sızıntı'sındaki bu son başyazı, kalbimizin üstüne bir hüzün bulutu gibi gelip kondu. Bir daha, bir daha okunmayı istiyor. Uzunca sürmüş bir ayrılığın sızısını dindirir gibi. Sevgiyle, hasretle, dikkatle ve hürmetle... Hasreti olmayan nice uzun ve apaydınlık yıllara!
- tarihinde hazırlandı.