İdeolajik Saldırı

Gündem alabildiğine yoğun. Dahilî ve haricî şartların ülkemizi kalkınma adına bir kıvama getirdiği aşamada, idare edeniyle-edileniyle insanımızın heyecanının, enerjisinin boşa akıtılması affedilebilir bir hata olmasa gerek.

Ama netice değişmiyor, kader hükmünü icra ediyor ve bu gündem yoğunluğu içinde düşünceler yoruluyor, zihinler yoruluyor, bedenler yoruluyor.

Başörtüsü -türban mı demeliydim yoksa!- konusunda serd-i kelam edeceğimi anladınız zannediyorum. İnsanların farklı inanca, farklı dine sahip olmaları kadar doğal bir şey olamaz. "Allah dileseydi insanların hepsini bir tek ümmet yapardı" ayetiyle Cenab-ı Hak bu konudaki meşietini ve iradesini ortaya koyuyor. Buradan hareketle kıyamete kadar farklı dinlerin, farklı inançların var olacağı kesin ve kat'i. Bu sebeple olsa gerek inanılan dinî değerleri başkalarına anlatmayı bir sorumluluk olarak müntesiplerine yükleyen İslam'da bu hususa sıkça vurgu yapılır. İnananlara "siz size düşeni yapın ama O'nun meşietine karışmayın" talimatı verilir, ta ki inanç bağlamında zorlamalara, baskılara girilmesin.

İmdi; inanç ve inançsızlık noktasında insanların birbirine zıt farklı kutuplarda yer alabileceğini kabul eden bir zihin, otomatikman ötekini kabulleniyor demektir. Çünkü düz mantık inanç cephesinde de, inançsızlık cephesinde de bunun böyle olması gerektiğini söylüyor. Buna rağmen Anayasa'ya ilave edilecek türban maddesi tartışmaları, özellikle tartışmaya özgürlük karşıtı olarak katılanlar olarak düz mantığın emrettiği bir noktada bulunmadığımızı gösterdi. Ayrıca bu tartışmalar, çoğunluğu teşkil etmesine ve yıllardır süren mahrumiyet ve mağduriyetlerine rağmen özgürlük cephesinde yer alanların demokratik düşünce bağlamında çoklarından çok daha ileride olduğunu gösterdi hepimize.

Ülkemizde yaşanan tartışmaların taraflarına isterseniz sosyal bilimcilerin tolerans, çeşitlilik ve çoğulculuk kavramlarına verdiği mana ve örnekler açısından bir yer bulmaya çalışalım. Sosyal bilimciler diyorlar ki; bir toplum veya insanlık ailesi içinde farklılıkları kabul adına üç ayrı seviyeden bahsedilebilir. Bir; "Senden nefret ediyorum, ama şu an seni öldürmeyeceğim." Buna tolerans diyor uzmanlar. Toleransın Türkçemize 'hoşgörü' diye tercüme edilmesi, bizim anlam çerçevesini tarihî mirasımız ve geleneklerimiz içinde belirlediğimiz 'hoşgörü'den farklıdır. Eskilerin 'dık-î elfâz' dedikleri şey bu olsa gerek. Yukarıda örneği sunulan toleransın belki Türkçemize 'katlanma' olarak tercümesi ihtimal ki daha uygundur. İki; "Seni kabullenmiyor, seni desteklemiyorum; ama ne çare ki sen buradasın. Seni öldürme, yok etme gibi bir düşüncem de söz konusu olamaz." İnsanî değerlerimi daha o kadar yitirmedim demek bunun manası. "O halde bu hayatı kör-topal birlikte yaşamak zorundayız." Buna da 'diversity' yani çeşitlilik diyor uzmanlar. Üç; "Bütün farklılıklarına rağmen hoş geldin, başımın üstünde yerin var. Bizim birbirimizden öğreneceğimiz, birbirimize teklif edeceğimiz, birlikte paylaşacağımız şeyler var." Bunun adı ise 'pluralism' yani çoğulculuk.

Bu tasnifte aklıselim sahibi herkesin yer almak isteyeceği saha hiç şüphesiz üçüncü seviyedir. Çünkü hayatı hayat kılacak olan bu anlayıştır. Bu anlayışta farklılıkları kabulün ötesinde birlikte yaşamayı içselleştirme söz konusudur. Burada dinî, cinsi, etnik, idelojik akla gelebilecek her türlü farklılık ne pozitif ne de negatif ayrımcılığın değil, katılımın anahtarı hükmündedir.

Herkes kendi iç dünyasında yaptığı muhakeme, mukayese ve muhasebe ile bu tasnif içinde kendisine bir yer seçedursun, biz devam edelim; hangi cephede olursa olsun, farklılıklarından dolayı öteki dediği hemcinsine hakk-ı hayat tanımayan insanlar, bence iyiyi, güzeli, doğruyu kendi tekellerine almış ve neyin iyi, neyin güzel, neyin doğru olduğunu sadece biz belirleriz iddiasında olan kişilerdir. Kamuoyuna açık cereyan eden tartışmalarda da görüldüğü üzere, böyle diyenler, böylesi bir dayatma içinde bulunanlar genelde türban karşıtında yer aldığına göre 'bizim belirlediğimiz bu iyiler, güzeller, doğrular arasında başörtüsü/türban yoktur' demektedirler.

Neden? Bu sorunun muhatabı onlar ve şimdiye kadar bu neden sorusuna cevap olabilecek şeyler de söylediler; ama bunların hiçbiri şahsen benim ne kalbimi tatmin etti ne de aklımı ikna. Şöyle yorumluyorum, ortada bir ideoloji var. Bu ideolojide dine, dindarların verdiği değer ölçüsünde yer yok. Dikkat ederseniz, bütün bütün dine yer yok demiyorum; ama dinî değerleri dindarlar seviyesinde kabul yok. İşte bu kabulsüzlük ideolojik körlüğü doğuruyor. Demokratik olgunluk da olmayınca, karşımıza inkâra eşdeğer bir kızgınlık, bir öfke hali zuhur ediyor. Bu hal, sahibini eyleme zorluyor ve saldırı ortaya çıkıyor. Yerine, zamanına uygun bir saldırı. İnsanına, insanın karakterine, seviyesine, makamına, çıkarların haleldâr olup olmamasına göre saldırının şekli değişiyor. Kısaca 'ideolojik saldırı' diyebiliriz buna.

Bu kavramı basite almamak gerek. Zira ideolojik saldırı Robert Dickson Crane'nın tespitiyle 'başka ülkelerin topraklarını işgal etmekten çok daha tehlikelidir". İdeolojik saldırının neticesi tek kelime ile kaostur. Sözü edilen haklar ister azınlığı, isterse çoğunluğu ilgilendirsin, ister bunlar az isterse çok olsun, değil mi kendi iyi, güzel ve doğrularından ayrı bir iyi, güzel, doğru ortaya çıkmıştır, o halde netice kaostur, ya da kaos olmalıdır. Enteresandır, bir gazetemiz Meclis'teki oylama sonucunu "kaosa kalkan eller" manşeti ile duyurmuştu okurlarına. Aslında bu başlık 'milli iradenin yegâne temsilcisi biziz' demekle eşdeğerdir. Farkındalar mı bilmiyorum; ama farkında olmadıkları zannında değilim.

Türbana insan hakları ve onun vazgeçilmez temellerinden olan din özgürlüğü perspektifinden bakan kişiler bu ülkede Fethullah Gülen Hocaefendi'nin dediği gibi yıllardır dinî değerlerden uzak insanlarla hep birlikte her şeye rağmen yaşayarak olgunluklarını ispat etmişlerdir. Namaz kılmadıkları, oruç tutmadıkları için zorlamada ve baskıda bulunmamışlardır. Nasıl bulunsunlar ki, örnek aldıkları Hz. Peygamber de (sas) böyle bir zorlamada bulunmamıştı. Böylece onlar tartışmalarda dile getirilen korkuların, endişelerin yersizliğini adeta yaşayarak göstermişlerdir.

Evet bu ülkede kendine has tarifi içinde hoşgörüyü içselleştiren Müslümanlar, insanlara Hz. Ali'nin, Mısır Valisi Malik b. el-Haris el-Ester'e yazdığı mektupta belirttiği gibi; "Ya bizim dinde kardeşlerimiz ya da yaratılışta eşitimizdir" nazarıyla bakarlar. Bu nazar, Müslüman olmasalar da insan olan herkesin insan hakları kategorisi içine giren her türlü haklarını kendilerine tanıma, hatta gerektiğinde bunu ölümüne dahi olsa muhafazakârlığını yapma görevini insana yükler. Onun için, "Türkiye İran olacak,- daha dün Malezya olacak deniyordu!!- türbansıza hakk-ı hayat tanınmayacak" endişelerine kadar dile getirilen her şeyin yersiz olduğu muhakkaktır.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.