Hocaefendi'nin Edebiyata Dair Fikirlerini Anlama Yolculuğu-12

Edep ile edebiyat arasındaki bağı zayıflatan edebî cereyanlar ve düşüncenin edebiyatla sunulması

Hocaefendi edebiyat ile edep arasındaki bağın zayıflamasında bir yönüyle ‘öze karşı bir muhalefet, kökü tahrip ve asılla dal arasındaki bağı koparma’ gibi fonksiyonlar icra eden -kendi ifadesiyle; edebiyat adına işlenen cinayetlerin vesilesi olagelen- bazı edebî cereyanların da rol aldığını belirtir. O, Rasyonalizm, Realizm, Sürrealizm, Romantizm gibi isimlerle zikredilen edebî ekollerin asıl itibariyle birer felsefî cereyan olduğuna temas ettikten sonra, bunlardan bazılarının sadece aklı referans aldığını, bazılarının romantik konular ve aşk çevresinde dönüp durduğunu, bazılarının da aklın denetiminden tamamen bağımsız, hiçbir töre, ahlâk ve estetik anlayışın tesirinde kalmadan insan benliğini yorumlamaya çalıştığını ifade eder.1

Edebiyatın, ‘bir milletin ruhî yapısı, san’at telâkkisi, estetik anlayışı ve düşünce yapısını ifade eden önemli bir dinamik’ olduğunu söyleyen Hocaefendi; günümüz itibariyle inanan insanlar olarak, duygu ve düşüncelerimizi başkalarına taşıma adına henüz kendimize has bir edebî düşünce geliştiremediğimiz gibi inanç felsefemizi de edebî seviyede işleyemediğimizi belirtir. O, elmas kıymetindeki değerlerin kendilerine yakışır bir kap içinde takdim edilmesini oldukça önemser. Buna bağlı olarak, kalem erbabının bazı hakikatleri, edebî cereyanların darlığı içinde ifade etmeleri yerine, onları reddetmeden onlardan alınabilecekleri alıp, düşüncenin öz değerlerimizden nebean ederek, Kur’ânî bir çerçevede gelişmesinin daha doğru olacağını söyler. Edebî cereyanların da her şey gibi ölmeye mahkûm olduğunu ifade eden Hocaefendi, onlara vazgeçilmez kaideler bütünü olarak bağlanıp kalmayı doğru bulmaz. Düşüncenin edebiyatla sunulması adına, Hâfız, Nizâmî ve Mevlânâ gibi edebî düşünce ve motifleriyle tesirleri çağları aşan üstadlarını nazarı veren Hocaefendi, Amerika’da bulunan Mevlânâ cemiyetleri ve Mesnevî okurlarının sıcak ve samimi hâllerine dikkatleri çeker. Bu çerçevede Bediüzzaman Hazretleri’nin Lemeât’ına da değinen Hocaefendi, ‘âdeta serbest şiir tarzında yazılmış’ dediği bu eserin, meseleleri sunuş tarzını orijinal bulur. Düşüncenin edebiyatla ustaca sunulabilmesi ile Doğu-Batı edebiyatlarına âşina olma arasındaki münasebete ve anlatımda renklilik ve zenginliğe atıfta bulunan Hocaefendi; Âkif, Yahya Kemal, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’un eserlerinin ve Bediüzzaman’ın temsil yoluyla anlattığı hakikatlerin bu gözle incelenebileceğini belirtir.2

Edebî eserde mânâ

Bediüzzaman, lâfızperestlik, sûretperestlik, üslûpperestlik, teşbihperestlik, hayâlperestlik ve kafiyeperestliği edebiyatta asıl unsur olan mânâyı kendine feda ettiren birer hastalık olarak değerlendirir. Bununla beraber o, mânâya zarar vermeyecek şekilde lâfzın süslenebileceğini, maksudun istidadının müsait olması şartıyla üslûba parlaklık, hakikate misâl olması şartıyla da hayâle şaşaa verilebileceğini belirtir.3 Hocaefendi de Bediüzzaman’a benzer şekilde edebiyatta esas unsurun mânâ olduğunu söyler. Edebî eserde sözün kısa, anlamca da zengin ve dolgun olması gerektiğini ifade eden Hocafendi, sözkonusu ‘mânâ derinliği’ne bazı kimselerin söz san’atlarıyla ulaşmak istediklerine temas eder. Fakat ona göre; gerçek mânâ derinliği, “ilhamla coşan heyecanlı ruhlarda, varlığı sarıp sarmalayıp gönlüne yerleştirmesini bilen engin hayâllerde, dünya ve ukbâyı bir hakikatin iki yüzü gibi bir arada mütalâa etmeye muvaffak olmuş inançlı ve terkipçi dimağlarda aranmalıdır.”4

Hocaefendi söz derinliğine ulaşmada sembol veya mazmunların sağladığı imkânları aşırı derecede önemseyip buna karşılık mânâyı ihmal etmenin doğru bir şey olmadığını söyler. O, edebiyatta meramı ifade için başvurulan sembol, mazmun veya ifadelerin; düşünce ve mânâyı muhafaza yönüyle değerli olduğuna, onun yerine geçtiğinde veya ona gölge olmaya başladığında ise, sözün tesirini azalttığına, ömrünü kısalttığına dikkatleri çeker.5 Bununla beraber o, değeri yüksek düşünce ve mefhumların “zihinlere nüfûz edecek, gönüllerde heyecan uyaracak ve ruhlarda kabul görecek âlî bir üslûpla” kendilerine layık bir tarzda anlatılmasının önemli olduğuna; böyle yapılmadığı takdirde edebiyatta mânâdan ziyade lâfza bakanlar, diğer bir ifadeyle “lâfızperestlerin, mânânın sırtındaki yırtık ve perişan elbiseye bakarak, içindeki cevherleri değersiz görebileceklerine” vurgu yapar.6

Hocafendi edebî eserde mânâyı üslûptan daha yukarıda değerlendirir. Bu hususta Bediüzzaman Hazretleri’nin Eski Said ve Yeni Said döneminde yazdığı eserlerdeki ‘edebî seviye açısından’ farklılığa dikkat çeker. Eski Said döneminde yazdığı eserlerin edebî açıdan çok çok seviyeli olduğunu, bu üslûbuyla devam etseydi binlerce insanı kendine meftûn edebileceğini ancak onun daha sonraları iman davasının ehemmiyetini nazarı dikkate alarak, böyle eserler vermekten içtinap ettiğini ‘ihlâsı’, ‘ruhu’ ve ‘mânâyı’ öne alan eserler verdiğini belirtir.7

Evrensel olana ulaşma

Hocaefendi bir san’atkârın öncelikle kendi milletinin millî ve dinî kaynaklarına müracaat etmesi gerektiğini işaret eder. Ona göre bir san’atkâr kendi milletinin edebiyatının ruhunu tahrip etmemek ve yabancı enstrümanlara ihtiyaç duymamak için, öncelikle millî hafızanın özünü temel unsur kabul etmeli ve onu san’at telakkisini resmetmede bir kanaviçe gibi kullanmalıdır. O, bunu başaran bir san’atkârın çağının yorumlarıyla da derinleşip, zenginleşerek evrensele yürüyebileceğini belirtir. Hocaefendi yabancılaşmaya yol açan kayma noktaları önlendikten sonra, evrensel değerlere lakayt kalmayı ‘genişi daraltmak’ ‘canlıyı cankeş’ etmek olarak değerlendirir. Ona göre gerekli tedbirler alındıktan sonra açılımdan korkulmamalıdır. Yabancılaşma endişesine karşı duyulan tepki sebebiyle zaman zaman açılma hareketlerinin büyük ölçüde durduğuna temas eden Hocaefendi, bu durumun sebep olduğu olumsuzlukları şu ifadelerle ortaya koyar: “… bazen törelere takılarak, bazen yöre anlayışlarının tesirinde kalarak, bazen de yabancılaşma endişesine karşı duyulan -bu biraz tabiî de olabilir- tepkiden ötürü edebiyat adına hep bir tevakkuf yaşanmış; açılma hareketleri büyük ölçüde durmuş, genişleme tefritlere, tepkilere feda edilmiş; hatta zenginleşme gayretleri fantastik bulunarak, çok önemli bir kısım vâridât kaynakları kurutulmuştur. Dahası, bazı zamanlarda, edebiyat alanı daha da daraltılarak, bir bölge, bir yöre ve bir lehçeye incirar ettirilmek sûretiyle hem gelişmeye açık dallar kesilmiş, hem de edebiyat alanı tımar edilip işlenmediğinden dolayı kök kurutulmuştur ki, böylece millî olanın gelişmesi engellenmiş ve taşra köşelerinden herhangi birinin anlayışı ihya edilerek dünyada saygın bir dil hâline gelme yerine, küçük bir coğrafyanın sesi-soluğu olarak kalınmıştır ki buna, kendimizi unutulmaya salma da diyebiliriz.”8 Hocaefendi, bir san’at eserinin ‘inancın aşkın dereceleriyle zaman ve mekân üstü buutlara’9; ‘sezi, eşya ile bütünleşme, hedef ve zaman üstü olma hâl, keyfiyet veya buutlarıyla ölümsüzlüğe’ ulaşabileceğini bunun gerçekleşebilmesi için de san’atkârın gönlünün ötelerden gelen esintilere açık olması gerektiğini belirtir.10

Edebiyat neden önemlidir?

Edebî eser tasarım ve oluşum aşamasında ağırlıklı olarak ferdiyyet arz etmesine rağmen, mâlzemesi içtimâî bir hususiyet arz eden dil olduğundan sosyal bir karakter taşır. Bu yönüyle toplumu etkileyen ve ondan etkilenen edebiyat, kişileri netice itibariyle de cemiyeti değiştirip dönüştürmeye matuf bir kudrete sahiptir. O, bazen hâl ve durumun devamına imkân sağlayan esaslı bir güç olduğu gibi, bazen de değişimin zemin ve şartlarını hazırlayan öncü bir faktör, onun temsilcisi, yorumcusu ve taşıyıcısı olabilir.11 Bu açıdan edebiyatımızla milletimizin tarih içinde yaşadıkları bir paralellik arz eder. Edebiyatın şiirin cemiyeti değiştirme kudretine, Tanzimat öncesinden Yunus Emre, Ahmet Yesevî ve Mevlânâ gibi isimler örnek verilebilir; ancak Tanzimat sonrası Türk edebiyatında bu durum daha da belirgindir. Tanzimat’la birlikte Batı’daki hayat tarzını veya onların ülke içindeki taklitçilerinin hayatını konu alan hikâye ve romanlar, Türk toplumu üzerinde çok ciddi tesirler meydana getirmiştir. Nitekim modernleşme dönemi Türk edebiyatında özellikle roman yazarları cemiyeti etkilediklerinin farkındaydılar ve bundan gurur duymaktaydılar: “T. Fikret’in Servet-i Fünûn’a yazdığı ‘Musahabe-i Edebiyye’lerin birinde belirttiğine göre, H. Ziya, romanların sosyal ve ahlâkî hayat üzerindeki tesirlerine dair Fikret’le konuşurken, biraz da kurumlanarak ‘Evet, hiç şüphe yok! Hayat, romanları değil, romanlar hayatı yapıyor!’ der.”12 Edebiyat ve sanatın toplumu değiştirip dönüştürmesine Batı edebiyatından da misâller verilebilir. Nitekim M. Fatih Andı’nın “İnsan Toplum Edebiyat” isimli eserinde bu konunun çeşitli açılardan örneklerini bulmak mümkündür.

Bunlara paralel olarak fikir, düşünce ve hislerin başka dimağ ve ruhlara intikalinde en önemli vasıtanın ‘söz’ olduğunu belirten Hocaefendi, bu vasıtayı başarıyla kullananların, ruhları kendi düşünceleriyle mayaladıklarına, bu sayede çok kısa zamanda birçok temsilci bulup fikirlerinin yayılmasına paralel şekilde ölümsüzlüğe erdiklerine; buna karşılık bu imkânı kullanamayanların fikir sancıları içinde bir iz bırakmadan silinip gittiklerine dikkatleri çeker.13 Bu açıdan bakıldığında kelimenin ‘söz’ seviyesine yükseldiği edebiyat, Hocaefendi’nin düşüncelerini, sıkıntılarını, hislerini kısaca davasını anlatma yolunda olmazsa olmaz bir vasıta konumuna gelmektedir.

Meselelere bakışını dinî hassasiyetler ve millî-manevî değerler şekillendiren Hocaefendi’nin, edebiyat ve san’ata bakışı da bu hassasiyetler doğrultusundadır. O, Bediüzzaman’ın dikkatleri çektiği ‘insanlığın âhirzamanda her şeyiyle ilme fenne yöneleceği, ilimlerin kitlelere mâl edilmesinde ise herkesin fesahat, belagat ve ifade üstünlüğüne alâka duyacağı’ hakikatini nazara vererek, bu ilim ve beyan devrinin dinamiklerinin mahiyeti üzerine düşünür. Fakat bu ilim ve beyan çağının inşası o kadar kolay değildir. Çünkü son birkaç asırdır ilim ve san’atta bir kargaşa ve kaos yaşanmaktadır. Hocaefendi bu kaos ortamını oldukça reel çizgileriyle nazarlara sunar. Onun çizdiği bu tablo çok önemlidir; çünkü o, bu tablonun gerçeklerinden hareketle plân ve projeler üretir. Hocaefendi bir zamanlar yabancı okullar vasıtasıyla ülke insanının san’at, edebiyat ve düşüncede, ilim, felsefe ve tasavvurda değerlerinden nasıl koparıldığını şöyle tasvir eder: “Yakın tarihimiz itibarıyla bizde bazen yönü ve hedefi belirlenmediği, bazen de ilim bilime, bilim de felsefeye karıştırıldığı için ilmî düşüncede ciddi kargaşalar yaşandı ve ilim adamları da tamiri zor itibar kaybına uğradılar. Ülkemizde yaşanan bu boşluk yabancıların işine yaradı; memleketimizin hemen her köşesinde harıl harıl mektepler açtılar ve bu eğitim yuvaları vasıtasıyla nesillerimize yabancılık aşıladılar. Bizden bir kesim de, en istidatlı vatan evlatlarını, hatta el-ayak öperek bu okullara yerleştirdi ve bu yabancılaşmayı biraz daha hızlandırdı. Belli bir süre sonra, bu toy ve aldatılmış nesillerde ‘Ne din kaldı, ne îman; din harap, îman da türâp olup’ gitti. Gitti ve milletçe, hem düşüncede, hem tasavvurda, hem san’atta hem de hayatta benlik müptezelliğine maruz kaldık. Niye olmasın ki; hiçbir endişeye kapılmadan genç dimağları emanet ettiğimiz bu mekteplerde, bilâistisnâ, Amerikan kültürü, Fransız ahlâkı, İngiliz görenek ve gelenekleri her zaman ilmin ve ilmî düşüncenin önünde oldu. Bu itibarla da gençlerimiz içinde bulundukları çağı ilmiyle, tekniğiyle, teknolojisiyle yakalayacaklarına, değişik kamplara ayrılarak Marksçılık, Durkheimcilik, Lenincilik, Maoculuk oyunu oynamaya başladılar. Kimi komünizm ve proletarya diktatörlüğü rüyalarıyla avundu.. kimi gidip Freud kompleksine saplandı.. kimi aklını varoluşçuluğa kaptırarak Sartre’e takıldı.. kimi Marcus deyip salya attı.. kimi de ömrünü Camus’un hezeyanları arkasında geçirmeye durdu... Evet bu ülkede bunların hemen hepsi yaşandı ve bu işin dâyeliğini de sözümona ilim yuvaları yüklendi. Bu buhranlar döneminde bir kısım kara ses ve kara ağızlar, durmadan dini, dindarı karalıyor ve sürekli batı menşe’li çılgınlıkları nazara veriyorlardı.”14 Ona göre yakın tarihimiz itibarıyla, işte bu tablonun meyveleri durumunda olan san’at çevrelerinin “ruhlarımıza pompaladığı çarpık düşünceler, sakat kriterler, maddeden ruha, fizikten metafiziğe her şeyimizi altüst etti.”15 Bu sakat iklimin çarpık düşünceleriyle yetişen ve kendi değerlerine bîgane ‘müstağripler’ ise, hep kendine yabancı iklimlerin havasıyla soluk alıp vermeye, ‘Mehlika Sultan’ın kara sevdasıyla yaşamaya başlarlar. Bu durum aydın halk kopmasına, bir milletin tarih sayfalarında altın harflerle yazılmasına vesile olan değerlerin gönüllerde pörsümesine yol açar ve ortak idealler yitirilir. Aydın kendi hayâlî dünyasında Batı’nın ‘enkaz hayranlığı yaşarken”, heyecanı tükenmiş halk yığınları ise, iman ve şuurdan mahrum şekilde bir uçuruma doğru hızla ilerler.

Hocaefendi hayata dâir plân ve projelerini işte bu tablonun milletimiz adına müspet yöne kanalize edilmesi, Nilüfer Göle’nin tespitiyle “kendi inanç kökleri etrafında, bilim, san’at ve estetiğin yeniden mayalanması” için yapmıştır. Hocaefendi hayatın bütün ünitelerinde ‘öze dönme’nin ehemmiyetine vurgu yapar. Onun kastettiği “öze dönme, ırkî bir tavır, kan bağıyla hareket etme ya da dış dünyaya karşı bütün bütün fermuarını çekip kendi modeli içinde sıkışıp kalma” değil; “şahsın kendi karakter, kendi kültür ve kendi ruh köküne dönmesi”dir. Bu da ancak toplumu oluşturan fertlerin “kendi düşünce ve iradesiyle var olması, kendi ayakları üzerinde yürümesi, kendi elleriyle işlemesi, kendi temel kültür mâlzemesiyle beslenip gelişmesi, millî şahsiyetini hırpalayacak taklitlerden sakınması; örf-âdet ve millî hususiyetler gibi asırlardan beri kaynaya kaynaya benliğimizle bütünleşmiş şeylerin, fevkalâde hassasiyetle korunup kollanmasıyla mümkün olabilecektir.” Ona göre öze dönme, asırlarca milletin gönül defterinde silinmeyen izler bırakan iman referanslı millî-mânevî değerleri tekrar ihyâ etme, dün-bugün ve yarını bir arada görüp değerlendirme, ona göre plân ve projeler üretmedir. Ona göre bu mânâda bir öze dönüş, milletimizin bekâsının en önemli şartıdır.16 Geleceğin aksiyonerleri ve düşünce işçilerinin içinden boyverecek san’atkâr ruhlu kişiler, öze dönme eksenli faaliyetlerle, bu tablonun san’at cihetiyle renk değiştirmesi adına millî ve mânevî değerlerle yetiştirilmelidir. Bu da san’at ve edebiyatta bir tür bizim Rönesansımız mânâsına gelmektedir.

Buhran dönemleri büyük eserlerin ortaya çıkmasına vesiledir

İçinde bulunulan dönemin şartları karşısında karamsarlığa kapılmayan Hocaefendi, buhran dönemlerinin bazı güzelliklere vesile olduğunun altını çizer. İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbânî, Mevlânâ ve Bediüzzaman gibi devasa kametlerin eserlerinin buhranlı dönemlerin bir meyvesi olduğunu belirten Hocaefendi, büyük savaş, kargaşa ve çalkantıların önemli fikir, san’at ve edebiyat eserlerinin ortaya çıkmasını tetiklediğini belirtir. Bu vesileyle dünyanın hemen her yerine kanat açmış durumdaki Gönüllüler Hareketi’nin fertlerinin beslendikleri değerler itibariyle geleceğin san’at ve edebiyat telakkisi üzerinde büyük tesirleri olacağına göndermede bulunur.17

Sonuç

Milletimizin millî-mânevî bütün dinamiklerinde olduğu gibi edebiyatında da derin bir vukufiyet sahibi olan Hocaefendi, küçük yaşlardan itibaren Doğu ve Batı’nın önemli eserlerini okumuş; bunlardan elde ettiği birikimi gerek sohbetlerine gerekse yazılarına kendi ruh süzgecinden geçirerek aksettirmiştir. O, edebiyat ve şiir üzerine düşündüğü gibi, yazı ve konuşmalarında da şiirin çeşitli imkânlarından faydalanır. Hocaefendi, milletimizin son 150–200 yıllık tarihî serüvenine paralel olarak, edebiyatta da öz kaynaklarından koptuğu gerçeğinden hareketle, gelinen noktada ortaya çıkan problemlerin “öze dâir” değerlerle nasıl tedavi edileceğinin fikrî sancısını çeker. Medeniyet ve kültürün bir tür yansıması kabul edilen ve kendisinin; “nazım ve nesir yoluyla hâle ve duruma göre söylenen ya da yazılan zarif, ölçülü, âhenkli, dil kurallarına uygun sözler veya bu çerçevedeki sözlerden bahseden ilim” ve “bir milletin ruhî yapısı, düşünce dünyası ve irfan hayatının beliğ lisânı” şeklinde tarif ettiği edebiyatın çeşitli meseleleri üzerine düşünür. Edebiyat sahasında konuşulan, tartışılan hemen her şeyi kendi üslûbunca değerlendirerek, ona kadîm medeniyetimizin değerleri çerçevesinde anlamlar yükler, yorumlar getirir. Böylece, lisan ve edebiyat arasındaki bağa, edebî eserin sanatkârın ruhunda oluşum sürecine, şair ve yazarların dili zenginleştirme misyonuna, edebiyat, edep ve edip arasındaki münasebete; edebiyatın önemine ve toplumlar üzerindeki tesir gücüne, edebî eserde mânânın mahiyetine, edebî üslûpta ölçüye, okuyucunun bir edebî eseri anlama yolunda nelere dikkat etmesi lâzım geldiğine, okuyucuların aynı edebî eserlerden farklı hazlar almasının sebeplerine, düşüncenin edebiyatla sunulması ve hakikatlerin kendilerine yakışır bir tarzda takdim edilmesinin önemine, sanatkârın hangi hassasiyetler çerçevesinde kalem oynatması gerektiğine, sanatkârın iç duruluğuna ve hangi temiz kaynaklardan beslenmesi lâzım geldiğinin ehemmiyetine, felsefî ve edebî cereyanların darlığına/bazı çarpık yönlerine ve evrensel olana ulaşmanın yollarına dâir geniş kitlelerin istifade edebileceği esaslı fikirler ortaya koyar.

1. M. Fethullah Gülen, Kırık Testi–5 (İkindi Yağmurları), s. 74, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yay., 2. baskı, İst., Nisan 2007.
2. _____, “Düşüncenin Edebiyatla Sunulması”, Fasıldan Fasıla–5 (Fikir Atlası), s. 152-153, Nil Yay., İst., 2008.
3. Bediüzzaman, Muhakemat, “Unsuru’l-Belâgat”, 1. Mesele.
4. _____, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 51.
5. _____, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 51.
6. _____, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 50.
7. _____, Fasıldan Fasıla-2, s. 191, Nil Yay., İzmir 1995.
8. _____, “Edebiyatın Gücü”, Yağmur, Ocak 1999.
9. _____, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 51.
10. _____, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 51.
11. M. Fatih Andı, İnsan Edebiyat Toplum, s.7–8. , Kitabevi, İst. 1995.
12. Andı, age, s.28-29. Bknz: Servet-i Fünûn, nr. 476, 26 Nisan 1900, s. 115.
13. _____, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 49.
14. _____, “Ruhumuzun Heykelini İkame Ederken”, Yeni Ümit, Ocak 1994.
15. _____, “Ruhumuzun Heykelini İkame Ederken”, Yeni Ümit, Ocak 1994.
16. _____ “Öze Dönmek”, Sızıntı, Eylül 1985.
17. _____, Sızıntı, Ekim 1992 Yıl :14 Sayı:165.
Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.