Hocaefendi'nin Edebiyata Dair Fikirlerini Anlama Yolculuğu-4

İçtimaî bir varlık olarak yaratılmış insanı diğer varlıklardan ayıran en önemli husus, düşüncedir. İnsan düşünme nimeti sayesinde etrafını tanır, mânâlandırır; kendini toplumda ve kâinatta konumlandırır. Düşünme ise, kelime ve kavramlarla gerçekleşir. Kişinin bildiği kelime ve kavramların çeşitliliği ile 'düşünce derinliği' arasında doğru orantılı bir münasebet söz konusudur. Dildeki zenginleşme düşünceyi beslerken, düşündeki derinlik de dile akseder.

Dil; ferdi, cemiyete bağlayan en önemli bağdır. Heidegger'in, "Dil insanın evidir." sözünü, Mehmet Kaplan'ın, 'Dilin bütünü, milletin bin bir odalı evidir.' mânâsına gelecek şekilde yoruma tâbi tutarak genişletmesi, dil ile millet ve kültür arasındaki bağlantıyı berraklaştırması açısından önemlidir. Bu tarz bir değerlendirme, dili ferdî bir boyuttan çıkartarak, milletin ortak değerler manzumesinin merkezine oturtur. Dil ihtiva ettiği kelime kadrosuyla insanları, duygu ve düşüncede ortak bir noktada buluşturur. Bu bakımdan, Bir milletin kültürel değerlerinin en önemli harcı konumunda bulunan dil, bir toplulukta 'millet olma şuuru' uyandıran, bu sayede fertleri birbirine bağlayan, milletin fertleri arasında ortak yaşama hissi oluşturan unsurlardan biri hâline dönüşür. Bir milletin hayat tarzı, inancı, millî ve mânevî değerleri yüzyıllar boyunca kullandığı dile âdeta siner. Milletlerin ortak değerler manzumesinin merkezinde bulunan dil, aynı zamanda edebiyatın da en temel unsurudur.

Milletlerin 'ses bayrağı' ve en önemli kültür unsuru kabul edilen dil, 'gelenek-görenek, sanat, dünya görüşü' gibi diğer kültür değerlerinin şekillenmesinde de önemli bir rol oynar. M. Kaplan'ın dikkat çektiği gibi; 'fertlerin olduğu gibi, milletlerin de kendilerine has, bir düşünme, hayatı ve kâinatı mânâlandırma tarzları' vardır. Bu durum, milletlerin kültür lokomotifi olan dili şekillendirdiği gibi, kendisi de gelecek nesillere dil vasıtasıyla taşınır. Dolayısıyla bir milletin dili; ait olduğu kültürün, medeniyetin insanına, değerler sistemine, inançlarına, gelenek ve göreneklerine, sanat anlayışına, tarih telâkkisine, dünyayı algılayış tarzına, red ve kabullerine dâir çok önemli unsurlar barındırır. Milletler de bu değerlerini dil vasıtasıyla gelecek nesillerine aktarırlar. Dilde nesiller arasında meydana gelecek bir kopma, millî ve mânevî değerlerde nesiller arası bir kopmayı ifade edeceğinden, milletler geleceklerini sağlama alma adına dillerine büyük önem atfederler.

Dil canlı bir organizma gibi gelişmeye açıktır; bu sebeple milletler, yeryüzündeki serüvenlerine paralel şekilde dillerini ve ona bağlı kültürel unsurlarını yaşadıkları hâdiselerin renk ve desenleriyle zenginleştirirler. Milletlerin yazı ve konuşma dili, bünyesinde, münasebet hâlinde oldukları milletlerin kültür ve dillerinden birçok unsur barındırır. Bu sebeple milletlerin tarihî serüvenlerinin bir özetini, dile yaslanan kültür eserlerinde bulmak mümkündür. Bu gözle incelendiğinde, İslâm öncesi devirlerin Türk destanlarında boy gösteren kahramanların idealize edilmesinde başvurulan hayvanî tasvir unsurlarıyla, İslâm dairesine girdikten sonra Anadolu'da oluşturulan edebî eserlerde idealize edilen insan modelinin anlatımında başvurulan nebatî tasvir unsurlarının mukayesesi bile, karşımıza birbirinden oldukça farklı hayat felsefesini, insan ve kâinatı mânâlandırma şeklini çıkaracaktır.

Türkçenin son bir asırdaki serüvenine genel bakış

Türklerin İslâm'la müşerref olmasından sonra, mensubu olduğu milletin tarihî serüvenine paralel şekilde, sözlü ve yazılı eserlerle dokuz asırdan fazla bir zaman diliminde devamlı zenginleşen Türkçe, bu süreçte gerek ifade imkânlarıyla, gerek sanat ve estetiğe dâir hususiyetleriyle dünyanın en işlenmiş dillerinden biri hâline gelmiştir. Türkçe bu yönüyle bir taraftan dünya çapında birçok sanat ve fikir adamın yetişmesine imkânlar sunarken, bir taraftan da yetiştirdiği sanat ve edebiyat adamları tarafından sürekli geliştirilmiştir. Türkçenin zengin tarihî mirasının temelinde onu kullanan milletin inşa ettiği medeniyet ve kültür vardır. Lâkin Türkçe, kültürel değerlerini seslendirdiği köklü bir medeniyetin 17. yüzyılın son çeyreğinden itibaren kan kaybetmeye başlamasına paralel şekilde, tedricî bir erozyona uğramış ve özellikle kadîm bir medeniyetin terk edilip, tarihî, dinî ve kültürel değerleri 'farklı' bir medeniyetin benimsenmesi sürecinde, 'sözcü'sü olduğu medeniyetin bazı değerlerinden arındırılma maksadıyla tabiî seyrine müdahale edenlerin, edebî ve estetik niteliğini bozmaya çalışanların kontrolü altında bir ölüm kalım mücadelesi vermek durumunda kalmıştır. Ancak bu zaman diliminde Türkçe zaman zaman gerek şuurlu gerekse gayriiradî bazı gelişmeler sayesinde bazı yeni hamle imkânları da yakalamıştır.

Türkçenin 19. yüzyıldan itibaren Batı ilim, teknik ve sanatını kendi dillerinde ifade etmek gayretine giren Osmanlı münevverleri sayesinde yeni bir canlanma dönemine girdiğini belirten D. Mehmet Doğan, Sultan Abdülhamid döneminde, İslâm dünyasının seçkinlerinin İstanbul'da öğrenim gördüklerini, bu aydınların Türkçeyi idare ve modern ilimlerin dili olarak öğrendiklerini nazara vererek, Batı bilim ve tekniğini tercüme yoluyla öğrenme faaliyetlerinin Türkçeyi -Arapça ve Farsçanın önünde- Ortadoğu'nun en müessir dili hâline getirdiğini ifade eder. 'Türkçenin bu kudretli dönemi'nin, dil devrimi ile sona erdiğinin altını çizen Doğan, bu devrimle yüz binlerce kelimelik sözlüğümüzün çöp sepetine atıldığını, buna karşılık 1945'te yarısı uydurma kelimelerden oluşan 15 bin kelimelik bir sözlük yayımlandığını belirtir ve bu durumun dilde düşünce kısırlığına ve ifade zaafına sebep olduğunun altını çizer. Türkçenin en büyük şair ve yazarlarının 20. yüzyılın başında yetiştiğini söyleyen Doğan; Mehmet Âkif, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Halit Ziya, onların ardından Necip Fazıl, Ahmet Hamdi Tanpınar.. gibi çok büyük şair ve yazarları Türkçenin bu kudretli devrinin temsilcileri olarak görür ve acı bir hakikate dikkatleri çeker: "Türkçe, dil devrimi ile medeniyet iddiasını terk etti."[1] Sevan Nişanyan dil devrimine farklı bir açıdan yaklaştığı "Dil devrimi, Türk dilini geliştirmiş veya zenginleştirmiş midir?" başlıklı makalesinde Türkçenin dil devrimi ile medeniyet iddiasını nasıl terk ettiği meselesine ışık tutar. Nişanyan makalesinde, dildeki fakirleşmenin hangi boyutlara vardığını, çeşitli lügatleri dikkate alarak yaptığı mukayeselerle ortaya koyar. Oldukça çarpıcı olan bu tespitleri yorumsuz aktarıyoruz: "Ferit Devellioğlu'nun Osmanlıca-Türkçe Sözlük'ü, yaklaşık 60.000 madde başlığı içermektedir. Bunlar, 20. yüzyıl başlarında kültürlü bir Türk'ün kelime hazinesine dâhil oldukları hâlde bugünkü Türkçe kullanımdan hemen hemen bütünüyle düşmüş olan sözcük ve terkiplerdir. Daha eski divan edebiyatının uç örneklerine sözlükte genellikle yer verilmemiştir; örneğin Nefi'nin bir kasidesinde, bu satırların yazarının yabancısı olduğu sekiz deyimden üçünü sözlükte bulmak mümkün olmamıştır. Ayrıca -li, -siz, -lik, -lenmek, -leşmek gibi sontakılı kelimeler ile, bayraktar, emektar gibi, Türkçe köklerden Farsça ve Arapça kurallarla türetilmiş kelimeler de sözlükte yoktur. Arapça ve Farsça dışında, örneğin Türkçe veya Rumca, İtalyanca, Slavca gibi köklerden türeyip, yazı dilinden çok konuşma diline ait olan ve bugün unutulmuş bulunan kelimelere de sözlükte rastlanmamaktadır.

Buna karşılık Ali Püsküllüoğlu'nun Öztürkçe Sözlük'ünün 1975'te yapılan dördüncü (Türk Dil Kurumu'nun hizmetlerine son verilmesinden önceki son) baskısının içerdiği kelime sayısı 4.600'dür. Bu sayıya, sabuklama, sağgörü, sağgörülü, sağgörüsüz, sağgörüsüzlük, sağın, sağistem ve benzerleri dâhildir. Sözlüğün sunuş yazısında TDK başkanı Prof. Dr. Ömer Asım Aksoy, şu hususları, gerçek bir iftihar üslûbuyla okurların dikkatine sunmaktadır: Dil devrimin başlatıldığı 1932'den 1970'lere kadar 6.500 yeni sözcük türetilmiştir; bunlardan 'tutan' ve Türk diline malolanlar bu sözlükte yer almaktadır. Yeni türetilmiş sözcükler, Prof. Aksoy'a göre, günümüzde Türkçe genel kullanımda bulunan toplam 28.000 sözcüğün sevindirici bir oranını temsil etmektedir.

Devellioğlu ve Aksoy'un verilerini aynen kabul eder ve Püsküllüoğlu'nun toplamından, sözlükte gereksiz bir yer kaplayan 1.500 kadar sontakılı türevi çıkarırsak, dil devriminin sonuçlarını şöyle özetleyebiliriz: Türk dilinden yaklaşık 60.000 kelime atılmış, yerine 3.100 kadar yeni kelime (atılanın % 5'i) konmuştur. Yüzyıl başında kültür dilinde bulunan 83.400 civarında kelime (60.000 atılan artı 23.400 kalan) yerine, bugünkü yazı Türkçesi en çok 26.500 kelimeye sahiptir. Bir başka deyimle, Türkçe yazı dili en az % 68,2 oranında fakirleşmiştir."[2]

Türkçenin fakirleşmesine yol açan iki temel unsur

"Bizde milliyetçilik Osmanlı yıkıldıktan sonra ortaya çıkmıştır. Öztürkçecilik bu tarihî vakanın yan ürünüdür." (Mehmet Kaplan)

Türkçenin nasıl fakirleştirildiğini anlayabilmek için, Fransız İhtilâli'nin getirdiği yıkıcı milliyetçiliğin dildeki yansımalarıyla, 19. yüzyılın popüler felsefî akımı pozitivizmin metafiziği reddedişinin dilde doğurduğu yıkımı bilmek lâzımdır. 1789 Fransız İhtilâli dünya genelinde milliyetçilik akımlarının ortaya çıkmasına yol açmış, bu durum Avusturya-Macaristan ve Osmanlı başta içinde çeşitli milletler barındıran devletlerin yıkılma sürecini tetiklemiştir. Devletten milliyetçilik anlayışı çerçevesinde kopan çeşitli unsurlar, Osmanlı aydınında da, Tanzimat/Meşrutiyet çizgisinden Cumhuriyete giden süreçte, millî hislerin kabarmasına zemin hazırlamıştır. Bu durum kendini dil ve edebiyatta çeşitli emare ve anlayışlarla gösterir. 1911'de Selanik'te "Genç Kalemler" dergisi etrafında toplanan, içlerinde Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Ali Canip, Âkil Koyuncu gibi isimlerin bulunduğu Yeni Lisancılar, millî bir edebiyatın ortaya konabilmesi için, millî bir dilin olması gerektiği fikrinde hareketle Türkçenin, Arapça ve Farsça gramerden arındırılması, yabancı kelimelerin Türkçede söylendikleri gibi yazılması, İstanbul konuşmasının esas alınarak bir yazı dilinin oluşturulması gibi bazı kuralları kabul ettiklerini ilân etmişlerdir. Bu anlayışı Ziya Gökap "Lisan" şiirinde "Güzel dil Türkçe bize, / Başka dil gece bize. / İstanbul konuşması / En saf, en ince bize." mısralarıyla dile getirir. Dönemin birçok şair ve yazarı tarafından büyük oranda benimsenen 'Yeni Lisan' ve 'Millî Edebiyat' düşüncesi; Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, Halit Fahri, Yusuf Ziya, Enis Behiç, Yakup Kadri, Halide Edip, Reşat Nuri, Refik Halid, Yahya Kemal gibi isimlerin kaleminden ilk örneklerini verir. Osmanlı'nın son dönemlerinden Cumhuriyet'in ilk yıllarına uzanan süreçte, halka eğilmeyi, halkın duygu ve düşüncelerini halkın anladığı bir dille anlatmayı hedefleyen bu anlayış, Lâtin alfabesinin kabulü (1928) ve Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin kurulmasından (1932) sonra esas itibariyle özünden koparak bambaşka bir mecraya yönelir. Özellikle tek parti döneminin 'dil ırkçılığı' olarak nitelenen 'öztürkçe' anlayışına kapı aralayan bu düşünce, ulaştığı uç noktalar itibariyle dilde ciddi yıkımlara yol açar. Başlangıçta tamamen millî reflekslerle ortaya çıkan, sonrasında ise, Osmanlı'nın mirasçısı olan bir milletin küçük bir coğrafyaya çekilmesine benzer şekilde, yüzyıllardır kelimeler sayesinde etrafındaki milletlerle ördüğü his ve tefekkür mirasını reddetme kertesine gelen bu anlayış, zamanla ilk temsilcilerinin dilinin dahi 'yabancılaşması' neticesini verir. Çeşitli yazarların belirttiği gibi, özellikle bugünü maziye bağlayan 'kültür kelimeleri' üzerinde sahnelenen bu oyun, neticeleri itibariyle edebiyattan sanata, felsefeden bilime kısaca 'kafa' ile ilgili faaliyetlerin tamamına menfi tesirler yapmıştır. Ulaştığı nokta itibariyle 'dil anarşisi'ne kapı aralayan 'öztürkçe'nin kelime 'retçiliği', beraberinde maalesef 'medeniyet reddi'ni getirir.

Türkçenin fakirleştirilmesi sürecinde tesiri en çok hissedilen ikinci unsur, pozitivizmdir. Pozitif bilimin 'gözlem' ve 'deney'den elde ettiği verileri, kesin bilginin tek kaynağı kabul eden pozitivizm, insanlığa metafiziği reddeden, sadece maddî âlemle sınırlı bir 'din' teklif etmiştir. Maddî unsurlar üzerine bina edilmiş olan 'pozitivizm dini' 'tanrı' inancını ve onunla irtibatlı bütün metafizikî âlemi ret üzerine temellendirilmiştir. İnsanlığın teolojik ve metafizikî aşamaları geride bıraktığını iddia eden bu 'din'in kurucuları aklı 'ilâh'laştırmalarına rağmen, garip bir şekilde 'bu insanlık dini'nin bir düsturu olarak, insanlığın en kadîm sorularından biri olan ve ötelere kapılar aralayan 'insanın nereden gelip nereye gideceği' hususunu düşünmeden, insanlığa âdeta Orhan Veli'nin "Düşünme/ Arzu et sade/ Bak böcekler de öyle yapıyor" mısralarında ifade edildiği şekliyle bir hayat geçirmesini tavsiye eder. İnsan, hayat ve kâinat algısı/yorumu bu kadar sığ ve temelsiz olan pozitivizm ne yazıktır ki, Tanzimat ve Meşrutiyet nesillerinden sonra Cumhuriyet neslini de derinden etkilemiş, onların iş ve fiillerinden, kurdukları kurumlara ve o kurumların işleyişine kadar her sahada tesirini hissettirmiştir. Pozitivizmin Türkçe üzerindeki tesirinin ne kadar yıkıcı olduğunu anlayabilmek için, bizim medeniyetimizin bir kalb ve gönül medeniyeti olduğunu hatırlamak yeterli olacaktır. Velilerin, erenlerin, inanmış kişilerin, kalbi ötelere açık âlimlerin, Allah dostlarının; duyuş, seziş, keşif ve eserleriyle nurlanmış, inandıkları yüce değerler sayesinde kalb kapıları sevgi ve merhamete sonuna kadar açık, mânevî değerleri olmazsa olmaz bir düstur olarak hayatlarının temeline oturtan, ötelere inanmanın verdiği hazzı iliklerinde hisseden insanların kurup geliştirdiği bir medeniyetin kelimeleri de, elbette bu medeniyete âyinedarlık edecektir. Sözkonusu kalb ve gönül medeniyetinin, İslâm dini etrafında teşekkül ettiği hatırlandığında, pozitivist anlayışın dilde hedef hâline getirdiği kelime, deyim ve söz gruplarının neler olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerektir. Bu noktada Ali Nihat Tarlan'ın işaret ettiği, 'İslâm'ın kendine has tefekkür sisteminin kelimeleri ile kurduğu âlemi' hatırlamak yerinde olacaktır. İşte pozitivist zihniyetin temsilcileri, Türkçedeki İslâm dini sayesinde 'kurulmuş bu âlemi' bertaraf etmeyi hedeflemişlerdir. "Diller, sade yapıları bakımından değil, kelime kadroları bakımından da birbirlerinden ayrılırlar. Ve bu ayrılık kültür ve medeniyet farkına tekabül eder."[3] sözlerinin ışığında, Türkçede Cumhuriyet döneminde kullanımdan düşürülen 'metafizik' âlemle irtibatlı 'mücerret' (soyut) kelimelerin tespiti, varılan noktanın vahametini göstermeye yetecektir. Nitekim Sevan Nişanyan yukarıda bahsedilen makalesinde, 'fakirleşmenin örneklerinin, özellikle soyut kavram ve sözcükler alanında son derece belirgin' olduğunun altını çizdikten sonra, meseleye şöyle bir izah getirir: "Yeni Türkçede kullanılan geniş kapsamlı soyut sözcüklerin hemen hemen her biri için, Osmanlıcada, çoğu eşanlamlı olmayan, yani her biri farklı bir kavramı, nüansı veya mantıksal ilişkiyi ifade eden beş ila yirmi sözcük bulmak mümkündür. İngilizce, Almanca, Lâtince, Rusça veya benzeri bir kültür dilini tanıyanlar için, bu ayrımların değerini kavramak güç değildir; yalnızca yeni Türkçe ile eğitim görmüş bir kimse ise, sanırız, bu konulara yabancı kalmak zorundadır."[4]

Hocaefendi ve Türkçe

"Bana göre milletçe Türkçeyi öğrenmek vacip, iyi kullanmak sünnet, inceliklerine vâkıf olmak da müstahap mesabesindedir."[5] diyen Hocaefendi, gerek hatipliği, gerek eserleri ve gerekse Türkçeye dâir fikirleri ile bugün Türkçenin en önemli temsilcilerinden biridir. Büyük bir hatip olan Hocaefendi, kitlelerin dikkatini ilk zamanlarda hitabeti ile çekmiştir. Dikkat çekici bu hitabetin temelinde, samimiyet ve yaşadıklarını anlatma gibi insanlara tesir eden iki önemli unsur bulunduğu gibi, bunlar kadar önemli olan, dilin inceliklerine vakıf olma ve mesajı etkili bir üslûpla sunma da vardır. Hocaefendi'nin hitabet dili oldukça sağlam, akıcı ve berraktır; onun konuşmalarında hitabeti sekteye uğratacak duraklama, söz tekrarı ve "ııı, şey.." gibi nidalarla karşılaşılmadığı gibi, irticali yapılan bu konuşmalar, insanda, üzerinde iyi çalışılmış yazılı bir metnin okunduğu hissi uyandırır. O 'söz'e ve hitabete büyük mânâlar yüklemiştir; M. Enes Ergene'nin şu ifadeleri Hocaefendi'nin hitabet ve 'söz'e yüklediği mânânın anlaşılmasına yardım edecektir: "İlk vaazlar için kürsüye çıktığında, hitabetin o uzun asırlar kitleler üzerindeki olumlu tesirini bir kere daha keşfetti. Bundan sonra kendini, bütün himmet ve yaşama biçimini şekillendirecek olan bu sanatı, bu tebliğ ve irşad vasıtasını tamamen toplumun, dinin, devlet ve milletin himmetini tahrik ve teşvik adına kullanmaya adayacaktır. 'Mü'min kitleleri teşvik et!' âyetini âdetâ kendine bir 'misyon ve simge' olarak almıştı. Evet, tarihsel anlamda 'söz'ün gücü bir kere daha onun yüksek ve mânevî hitabet kudretinde kendini gösterecektir."[6]

'Söz'ün kitleler üzerindeki tesirini keşfeden Hocaefendi'nin genç yaşlardan itibaren Türkçe üzerinde düşündüğü, onun ifade imkânlarını çeşitli yönleriyle yokladığı, kaynaklarına indiği muhakkaktır. Dile dâir hassasiyetleri bir medeniyet anlayışı çerçevesinde derinlik kazanan Hocaefendi'nin, dil üzerine yaptığı fikrî yolculuklar esnasında Türkçe üzerinde oynanan oyunların hangi gayeye yönelik olduğunu fark ettiği de bir hakikattir. Onun: "Bir milletin dili, onun kültürüne ve değer ölçülerine bekçilik yapacak kadar güçlü değilse, o milleti teşkil eden fertlerin başka kültürlerin işgaline uğramaları ve zamanla da özlerini yitirip tamamıyla başka topluluklara benzemeleri kaçınılmaz olur."[7] sözleriyle dil ile bir milletin istikbali arasındaki bağa dikkatleri çekmesi bunun bir göstergesidir. Hayatında büyük ehemmiyet atfettiği değerleri 'söz' sayesinde başkalarına aktaran büyük bir hatibin, anlatılan hakikatlerin yüceliği nispetinde ona vasıta olan dile yüklediği kudsiyet de büyük olmuştur. "Türkçeyi güzel kullanmamak, millî günah, güzel Türkçeyi mefkûremizin emrine vermek de en büyük sevaptır."[8] diyen Hocaefendi, Türkçeye, kadîm bir medeniyetin günümüz insanına yüklediği mesuliyetler çerçevesinde yaklaşır ve 'sübjektif' olduğunu belirttiği bir değerlendirmesinde; "Benim eskiden beri Türkçeye karşı ayrı bir sevgim, hattâ özlemim vardır. Meselâ bana Arapça -ki Kur'ân dilidir- ile Türkçe arasında, her iki dilde de aynı ölçüde yazı yazma kabiliyeti verilseydi, ben Türkçeyi seçer(dim.)"[9] der. Hocaefendi'nin Türkçeye bu derece kudsiyet yüklemesinin sebebi, onun yaklaşık bin yıldır yüksek hakikatlerin anlatılmasına vesile olmuş olmasıdır. Dün olduğu gibi, bugün ve yarın da büyük bir medeniyetin yüce hakikatleri onunla anlatılacaktır. Bu sebeple o, dinle birlikte Türkçenin de korunması gerektiğine vurgu yapar: "Dinî ve millî değerlerimizi dilimiz vesilesiyle tanıtıyor, dinimizi onunla anlatıyoruz. Türkçe dokuz asırdan beri bu topraklar üzerindeki halk tarafından konuşulagelen bir dildir. Bu dilde her biri birer cevher olan oturmuş kelimeler vardır. Onlara yüklenen çok derin mânâlar geçmişten geleceğe uzanan birer emanettir. Bugün konuştuğumuz dil, nesiller boyu sessiz sessiz hafızalarımıza yerleşen ve ruhlarımıza nakşedilen duygu ve düşüncelerin nakil vasıtasıdır; usta şair ve yazarların ortak gayretlerinin ürünüdür."[10] Dilin, insanın eşya ve hâdiselere bakış açısını belirleyen en önemli unsur olduğuna dikkatleri çeken Hocaefendi, 'özümüzü muhafaza etmemiz ve kendimiz olarak kalmamız için, dilimizi kendine has özellikleriyle öğrenmemiz, düzgün kullanmamız ve korumamız'[11] gerektiğini belirtir.

Yağmur dergisinin Nisan 1999 sayında yayımlanan "Dil ve Düşünce" başlıklı yazısında, dilin, kültür hayatında belirleyici bir role sahip olduğunu, milletlerin gücünün, dil ve düşüncelerinin gücüyle doğru orantılı olduğunu söyleyen Hocaefendi, onun bir konuşma ve düşünme vasıtası olmanın yanında, 'geçmişteki zenginlikleri günümüze, bugünkü birikim ve terkipleri de geleceğe intikal ettirmedeki 'köprü' rolüne de dikkatleri çeker: "Bir millet, atalarından tevarüs ettiği ve şimdilerde de yeni terkip, yeni biçim, yeni şekillere sokarak değerlendirdiği topyekûn zihnî, fikrî, ilmî müktesebat ve zenginliklerini, ancak bütün bunları kucaklayabilecek güçlü bir dille gerçekleştirebilir. Zîrâ bir millet, ne ölçüde zengin ve renkli bir dille konuşabiliyorsa, o ölçüde düşünüyor; ne seviyede düşünüyorsa, o çerçevede de konuşabiliyor demektir." Ona göre; Dil gelişmişliği ve inkişafı ölçüsünde bağlı bulunduğu düşüncenin lisanı, sözkonusu düşünce de, o dilin bir enstrümanıdır. Hocaefendi; düşünce, dil ve konuşma arasındaki münasebeti oldukça beliğ şekilde ortaya koyar: "Düşünmeyen ve konuşmayan toplumlar adına hep başkaları konuşur ve düşünür. Düşünmeden konuşan yığınlar arasında mantık dilin tutsağı sayılır. Düşündüklerini ifade edemeyen bahtsızlar ise, kendi aczlerinin esiridirler."[12]

Hitabetinde olduğu gibi, yazı dili de sağlam ve güzel olan Hocaefendi'nin eserlerinde kullandığı kelime kadrosu oldukça zengindir. Bunda, onun oldukça genç yaşlarda Türkçenin medeniyet dili hâline gelirken beslendiği iki dile -Arapça ve Farsçaya- ana kaynaklarından beslenecek derecede vukufiyet kazanmasının payı yüksektir. Hocaefendi'nin eserlerinde kullandığı kelime kadrosunun ne kadar zengin olduğunu, muhtelif konuları işleyen bazı eserleri üzerinde yapılan bir çalışma ispatlamaktadır: "Gülen'in kitaplarında da Türkçenin büyük bir zenginlikle ve yüksek bir estetik çerçevede kullanıldığı görülmektedir. Farklı konulara yoğunlaşan kitaplarında kelime sayımı yaptığımızda onun bu zengin kelime dünyasıyla karşılaşmak mümkün oldu. Şöyle ki Buhranlar Anaforunda İnsan, Sonsuz Nur, Kırık Testi ve İsmail Ünal tarafından hazırlanan Amerika'da Bir Ay isimli eser üzerine gerçekleştirdiğimiz kelime sayımında her eserde ortalama 10-11 bin civarında farklı kelime kullanıldığını tespit ettik. Bu rakam, ortalama 300 sayfa civarında olan bir eser için oldukça yüksektir. Edebî kimlikleriyle öne çıkmış, Türkçeyi çok iyi kullanan yazarların eserleri üzerine bu yönde bir çalışma yaptığımızda Gülen'in kullandığı zengin Türkçe daha açık olarak görülmektedir."[13]

Hocaefendi, 'öztürkçeciler'in etrafındaki unsurlarla bağını kopartarak, küçük bir coğrafyaya sıkıştırmak istedikleri Türkçeyi -hak ettiği şekliyle- bir medeniyetin dili olarak telâkki etmiş ve bu çerçevede onu bütün imkânlarını yoklayacak tarzda kullanmıştır. Onun eserlerinde kullandığı kelime kadrosu, günümüz insanına ne kadar köklü bir medeniyetin mirasçısı olduğunu hatırlatmakta ve bu çerçevede yapılacaklara dâir çeşitli ufuklar göstermektedir. Bu noktada, Hocaefendi'nin Sızıntı dergisinde neşredilen "Kalbin Zümrüt Tepelerinde" isimli yazılarına küçük bir temas da faydalı olacaktır. Hocaefendi bu yazı serisiyle medeniyetimizi besleyen kaynaklardan biri olan Tasavvuf kültürünü, ona has kavram ve kelimeler çerçevesinde yeni yorumlarla kalb ve gönül medeniyetinden uzaklaştırılmış günümüz nesillerinin istifadesine sunmuştur. Bu yazılar pozitivizmin sadece maddeci bakışını kırmakla kalmamış, günümüz nesline maddenin ötesinde kalb ve ruhla irtibatlı âlemlerin varlığını da hatırlatmıştır. Kalbin Zümrüt Tepelerinde kullanılan kavram ve kelimeler kadrosuyla yapılan orijinal yorumlar bizlere bir yandan bir "öz"den nasıl uzaklaştırıldığımızı anlatırken, bir yandan da sözkonusu öze ulaşma yolunda yeni kapılar aralamaktadır.

Hocaefendi'nin dille mukaddesat arasında kurduğu münasebetin anlaşılmasına yardım edecek bir hususu burada zikretmenin faydalı olacağını düşünüyorum. Bu münasebet hem Hocaefendi'nin dil hassasiyetini nazarlara sunacak hem de pozitivizm, natüralizm ve Darwinizm gibi felsefî akımların, farkında olmadan zihinleri nasıl kirlettiğini ortaya koyacaktır. "Bediüzzaman Hazretleri, Risâle-i Nur'da tevhidle ilgili mevzuları ele alırken, şirk hususunda çok fazla durmaktadır. Tabiatı bir sanat eseri olarak takdim eden Bediüzzaman Hazretleri, sebepleri reddetmemekte; onları 'Allah'ın izzet ve azametine bir perde' olarak görerek, onlara gerçek değerini vermektedir. Ancak o, ele aldığı mevzuu, Allah'ın varlığına ve birliğine ait misâllerle aklımıza yakınlaştırırken, hususi olarak kullandığı bazı kelimelerle, ya meseleyi kayıt altına alarak takdim etmekte veya aktif cümleler yerine, örtülü öznesi Allah olan pasif cümleler kurmaktadır. İnsan vücudunda işleyen atomları veya alyuvarların kan damarı içindeki hareketlerini ve oksijen taşıma ameliyelerini yahut daha başka harika hâdiseleri anlatırken, sebeplere ve mekanizmaya ancak nisbî kıymetleri kadar ehemmiyet vermekte, 'emr-i ilâhî ile hareket eden', 'emirber nefer', 'kanun-ı ilâhî', 'Sâni-i Hakîm'in bir kanunu', 'vazifedâr bir memur', 'kanun-ı mukarrere' gibi tabirlerle, sebepleri kayıt altına almakta ve Rububiyet'in azametine şirk bulaştırmaktan kaçınmaktadır."[14] Sızıntı dergisinin dildeki 'tevhid hassasiyetini' özetleyen bu cümleler, aynı zamanda Hocaefendi'nin de dildeki tevhid hassasiyetini yansıtmaktadır.

Hocaefendi'nin Türkçe üzerindeki en belirgin vasıflarından biri üslûbudur. Özetle 'bir yazarın dili kullanış tarzı' olarak tarif edilen üslûp, kalem erbabına 'özgün' olmanın kapılarını aralar. Büyük bir yazara ait herhangi bir metnin -altında imza olmadan- üslûp sayesinde, kime ait olduğu anlaşılır. Üslûp, yazarın dile vurduğu 'damga' olarak da tarif edilebilir. Bu çerçevede Türk edebiyatında, Cemil Meriç, Tanpınar gibi isimlerin üslûpları oldukça belirgindir. Türkçe üzerinde Hocaefendi'nin inşa ettiği üslûp da oldukça belirgin ve anlattığı yüce hakikatlere lâyık şekilde samimi ve içtendir. Samimiyet, söylenen ile yaşanan arasındaki paralelliği ifade eder. Bu açıdan bakıldığında, samimiyet, Hocaefendi'nin üslûbunun en belirgin vasıflarından biri olarak öne çıkmaktadır. Dil ile samimiyet arasında çeşitli münasebetler kuran Hocaefendi, içinde yaşadıkları toplumdan kopuk kişilere kitlelerin güvenmediğini, onlara ait her şeyi bir içtepkiyle karşıladığını, halkın onların çoğu düşüncesini fantezi, çoğu beyanlarını da alafranga bulduğunu belirtir ve bir 'aydın' hastalığına dikkatleri çeker: "Bu aydınlar, herhangi bir yabancı kafasıyla düşünüp, kendi dilleriyle yazmaya çalıştıklarından; evde, sokakta, kahvehanede de halkın üslûbuyla konuşma mecburiyetini hissettiklerinden, her zaman birkaç âlemi birden yaşamakta ve âdeta çok dünyalı bir görünüm sergilemektedirler ki, bir türlü kalblerini milletin kalbine ayarlayamadıklarından, içinde bulundukları toplumun söz ve beyan desenini tam ortaya koyamamakta ve sürekli çelişkiler yaşamaktadırlar. Doğrusu, kendi düşünce dünyalarında bir türlü tenakuzlardan kurtulamamış böylelerinin, çevrelerine yararlı olamayacakları da açıktır."[15] Hocaefendi'nin üslûbunun belirgin diğer bir vasfı da coşkunluktur. Fakat bu coşkunluk, kontrolsüz bir coşkunluk değil, tam tersine zihnî ve kalbî değerlerle sürekli kontrol edilen bir coşkunluktur. Hocaefendi'nin gerek konuşma gerekse yazı dili; sağlamlığı, coşkunluğu, akıcılığı, berraklığı ve zenginliği ile, kendisinin Elmalılı Hamdi Yazır'ın bir yazısı vesilesiyle söylediği sözü hatırlatır: Onun konuşma ve yazma dili, insanda bir çağlayanın kıyısındaymış intiba uyandırır.


[1] D. Mehmet Doğan, "Türkçe ve Olimpiyat", Anadolu'da Vakit, 14.05.2009.
[2] Sevan Nişanyan, Yanlış Cumhuriyet, Atatürk ve Kemalizm üzerine 51 Soru, Kırmızı Yay., s. 171-172, Haziran 2008.
[3] Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, s. 112, Dergâh Yay. İst., 1992.
[4] Sevan Nişanyan, Yanlış Cumhuriyet, Atatürk ve Kemalizm üzerine 51 Soru, Kırmızı Yay., s. 171, Haziran 2008.
[5] M. Fethullah Gülen, "Türkçe", Fikir Atlası (Fasıldan Fasıla-5), s. 175, Nil yay., İst., 2008.
[6] M. Enes Ergene," M. Fethullah Gülen ve Misyonuna Genel Bir Bakış" Geleneğin Modern Çağa Tanıklığı, Yeni Akademi Yay., İst., 2006.
[7] M. Fethullah Gülen, "Türkçe ve Gökteki Mahkeme" İkindi Yağmurları (Kırık Testi-5), s.39, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı yay., İst., 2007.
[8] _____, "Millî Günah" Fikir Atlası, (Fasıldan Fasıla-5), s. 174, Nil yay., İst., 2008.
[9] . _____, "Türkçenin Dünya Dili Hâline Getirilmesi" Prizma-2, s. 172, Nil yay., İzmir, 2000.
[10] . _____, "Türkçe ve Gökteki Mahkeme" İkindi Yağmurları (Kırık Testi-5), s. 41-42, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı yay., İst., 2007.
[11] . _____, "Türkçe ve Gökteki Mahkeme", Age, s. 39.
[12] . _____, "Dil ve Düşünce" Yağmur, Nisan 1999.
[13] Emre Eren, "Fethullah Gülen ve Türkçe", Yağmur, Temmuz 2007.
[14] Arif Sarsılmaz, "İlmî Makalelerde Şirk Problemi" Sızıntı, Nisan 2004.
[15] M. Fethullah Gülen, "Dil ve Düşünce", Yağmur, Nisan 1999.

Bu yazı Yağmur Dergisi'nin Mart-Nisan 2010 tarihli 47. sayısında yayınlandı. Hocaefendi'nin Edebiyata Dair Fikirlerini Anlama Yolculuğu-4

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.