Küçük Hikayelerin Çatalında 20. Abant Toplantısı
"Yeni Bir Toplumsal Mutabakat" temalı 20. Abant Toplantısı 12-13 Mart tarihleri arasında Ankara'da yapıldı. Tertip heyetindeki arkadaşlarımızdan, mekân olarak Ankara'nın seçilmesinin, rastgele bir tercihin ürünü olmadığını; bazı sesleri siyasilere duyurmak amaçlı olduğunu öğrendik. Ne gariptir ki, siyasiler mutat olduğu üzere ve her zamanki gibi mutantan bir şekilde ilk konuşmaları yapıp ortadan kayboldular ve "biz bize" kalındı. Tertip heyetinin sistematiği berraktı. İlk önce değişimin kurumsal yönde nasıl olması gerektiği üzerinde duruldu ve özellikle yargı ve siyaset ilişkileri masaya yatırıldı. İkinci gün ise tartışmaların "sivil toplum" merkezli değerlendirilmelerine geçildi. Bu yazıda ele almak istediğim de toplantıların bu boyutu ile ilişkili.
Toplantıda temsil itibarıyla geniş bir yelpazenin varlığı dikkat çekiciydi. Farklı meşrepleriyle çok sayıda dezavantajlı kesimlerin temsilcileri tebliğ sunup müzakerelere katıldılar. Ayrıca çeşitli hükümet-dışı derneklerin temsilcileri konuştular. Ağırlıklı olarak "sorunlar", "yaralar", "acılar" dile getirildi. İnsanlar adeta ciğerlerinden konuşuyorlardı. Anlattıkları hikâyeler "yenilir yutulur" cinsten değildi. Abartı var mıydı? Bilmiyorum. Ama anlatıların yarısı doğru olsa, kanaatimizin pekişmesi için yeter, artar bile.
Temsiller Belirleyicilik Kazandığında
İnsanın en belirgin vasıflarından birisi yaşadığı hayatı temsillere kavuşturmaktır. Belki ilkel dönemlerden başlayarak, medeniyet tarihinin en çarpıcı yönü budur. Mesela avcılık tarihimiz, belki de tabiata en yakın olduğumuz insanlık durumudur. Avlanarak varlığımızı sürdürdüğümüz zamanlarda, mesela aslanlarla sanki ortak bir mukadderatımız vardı. Ama aslanlar avlandıktan ve karınlarını doyurduktan sonra rehavet halinde uykuya çekilirken, insanlar av maceralarını mağara duvarlarına resmediyordu. Bu, resim aracılığıyla avlanmanın temsilidir ve insanı hayvanattan ayırır. Medeniyetin tarihi bir temsiller ağıdır ve araçsal olarak dünden bugüne, çok farklı imkânlar üzerinden temsilleştirmelerin çeşitlenmesini içerir.
Temsiller zaman içinde hem en bereketli hem de en sorunlu tarafımızı ortaya koymuştur. Bir kere temsiller, bir estetizasyon meselesidir. Bu haliyle kaçınılmaz olarak abartı içerir. Yani tecrübenin bire bir, aslına tıpatıp oturtularak aktarıldığı bir temsil durumu yoktur. Temsiller birer yeniden-üretimi ifade eder. Yeniden-üretim, hem zorunlu hem de sorunludur. Sorunludur; çünkü temsiller bir noktadan sonra, temsil ettiğinden kopup, kendi kendisini temsil etmeye başlar. Bunun başta gelen alameti estetik çılgınlıklardır. Sefahat devirleri -mesela geç dönem Roma estetiği ya da Geç-Merkantilizmin Rokoko çılgınlıklarında olduğu üzere- bunun ürünleriyle yüklüdür. Bu noktada sahihlik meselesi ahlaki bir mesele olarak tezahür edecektir. Acaba hangi noktada estetik ile etik arasında bir uyuşum sağlanabilir? Etik duyarlılıklarımızı rencide etmeyen bir estetizasyon nerede başlar acaba? Bunu bilmiyoruz. Bildiğimiz, estetizasyon ile etik arasındaki trajik durumun varlığı. Eğer saf olarak etik nokta-i nazarından hareket edersek görece bir tutarlılık elde edebiliriz; ama bu, estetizasyon kabiliyetimizden vazgeçmeye bağlıdır. Sonuçta tutarlılık ve sahihlik adına, dar görüşlülüğün ya da kaba bir sofuluğun hüküm sürdüğü çorak bir kültür havzasında yaşamaya mahkum oluruz. Bu Eflatun'un Grek sanatlarına yukarıdan bakan, onları küçümseyen, hatta yasaklamayı ve sanatçıları İdeal Devlet'ten sürmeyi düşünen felsefi mülahazalarında çok açık görülebilir.
Öte yandan, temsiller, temsil ettikleri üzerinde bir belirleyicilik kabiliyeti kazanabilir. Yani tecrübenin bağımsız değişken, temsilin bağımlı değişken olduğu ilişkiler dönüşüp, tersine olarak yeniden yapılanabilir. Yani, bir noktadan sonra neyi nasıl tecrübe edeceğimiz, o alandaki yerleşik temsillerin belirlediği bir mecraya girebilir. Bu da bizzat tecrübenin örselenmesini doğurur.
Nihayet temsil araçlarının mahiyeti temsili belirlemeye başlar. Bu da araçların araçsal değerlerinin üstüne çıkmasını ve temsili belirler hale gelmesiyle ilişkili bir sorundur.
Anlatanın Anlattığına Yabancılaşması
Hikâyeleştirme, temsillerin sözlü olanıdır. Sözlü temsil sanatı olarak hikâyeleştirme binlerce yıl ile ölçülen geleneksel tarihlere sinmiştir. Hikâyeleştirme, şifahi ya da yazılı metinleştirmelerden yola çıkılarak yapılır. Her anlatıldığı yerde kendisini yeniden, yeniden üretir. Kültür tarihçisi Ong, içinde bulunduğumuz zamanlar itibarıyla "İkinci Sözlü Dönem"i idrak ettiğimizi yazmıştır. Kanaatimce haklıdır. Bu tespit aynı zamanda, bir başka hususla beraber değerlendirilmelidir. Sözlü kültürün yazılı, basılı ve yayımlanmış yazılı kültür ile yer değiştirdiği modern dünyada hikâyeleştirmeler, çıplak insanlık durumlarına dair hikâyelerin üzerine bir düşünümde bulunma iddiası ile birlikte gelişiyordu, Bu, zaten bir yeniden-üretim olan hikâyeleştirmenin de yeniden-üretimiydi. Mesela 19. yüzyılda herkes, vahşi kapitalizmin sonuçlarını yaşıyordu. Sefalet, mülksüzleşme, yabancılaşma ve lümpenleşme olarak belirti veren bir insanlık durumuydu bu. Yeni bir edebiyat türü olarak roman, bu durumları anlatıyordu. Ama bununla yetinilmiyor; somutlukla kuvvetli bağlantıları olan bu hikâyeleştirmeleri, kapsayıcı bir büyük hikâyeye dönüştürmenin de gayreti veriliyordu. Mesela Zola'yı ya da Dickens'ı okuyarak insanlık durumlarına dair kapsayıcı, yani ihatası geniş bir farkındalık sağlama mümkün olmuyordu. Felsefeciler ve ideologlar bu boşluğu doldurdu ve modernleşme "büyük hikâyelerle" hikâye edilir oldu.
Modernlik "büyük hikâyeleştirmeler" üzerinden inşa olmuştur. 19. ve 20. yüzyıl hikâyeleştirmeleri böyledir. Bu kez ortaya başka bir sorun çıktı. Her büyük hikâye kaçınılmaz olarak küçük hikâyeleri akamete uğratır; bunlar ya kasıtlı olarak görmezden gelinir ya da gayrı kasdi olarak da olsa bir şekilde ihmal edilir. Büyük hikâyeleştirmelerin, kendilerini büyüttüğü nispette, dünyayla bağlantıları kesilir ve bu hikâyelerin içinde yüzdüğü metinler, dünyanın temsil edildiği metinler olmaktan çıkar, kendi kendilerinin temsilcileri olur ve nihayet hayata rağmen işlemeye başlar. Totaliter durumlarla mutantan metinlerin arasındaki ilişki de bu olsa gerekir.
Kimilerinin post-modern durum olarak kavramlaştırdıkları ve yedeğine görselliğin imkânlarını da alan "İkinci Sözel Kültürel" evrede, "küçük hikâyeleştirmelerin dönüşü" ve onların "büyük hikâyeleştirmeler" karşısında geliştirdikleri tepkiler tomurcuklandı ve adeta bir patlamaya dönüştü. Abant Platformu'nun son toplantısında bunu çok açık olarak gözleme imkânımız oldu. Ciğerden yapılan konuşmalar herkesi düşündürdü. Şu açık olarak görülüyor ki, gelinen aşamada bu küçük hikâyeleri atlayarak insanlık durumlarının hikâyesi yazılamaz. Hele hele yeni yapılanmalarda bu ihmal düşünülemez bile. Bu tespit bir yana, dikkat edilmesi gereken bir başka hususu belirtmek gerekiyor. Abant Toplantısı'nın bir aşamasında, hikâye anlatıcıları bir şeyden muzdarip olduklarını da apaçık ya da örtük olarak ifade ettiler. Bu; "hikâyeleri o kadar çok anlatıyoruz ki, bir noktadan sonra anlattığımız hikâyelere kendimiz de yabancılaşıyoruz" mealinde bir itiraftı. Düşündürücü olan da, sözü edilen bu itiraftır. Anlatanın anlattığına yabancılaşması bir nesneleşme halidir ve her cephesiyle sorunludur. Neden böyle oluyor? Bir kere, İkinci Sözlü Kültür evresinde, hikâyeleştirme kendiliğinden düşünmenin kendisi gibi algılanmaktadır. Temel korku yeniden ihmallerle malul bir büyük hikâyenin içinde uçuculaşma riskine ilişkindir. Ama bu korku ya da endişe, sonuçta bir ilişkisizlik sorununa ve oradan da kendi kendisine uçuculaşma riskine dönüşüyor. Abant Toplantısı'nın sağladığı imkânla bu risk daha da görünür hale geldi...
- tarihinde hazırlandı.