Hocaefendi'nin Edebiyata Dair Fikirlerini Anlama Yolculuğu-9
Ülkemizde Estetiğe Dair Çalışmaların Genel Durumu
Tanzimat sonrası Türk edebiyatında Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, R. Mahmut Ekrem, Hüseyin Cahit Yalçın, Cenap, Fikret, Beşir Fuat, Mehmet Rauf gibi isimlerin Batı'daki estetik anlayışına dair yazılar yazdığı bilinmektedir. Osmanlı'nın son dönemlerinde Ahmed Naim'in tercüme ettiği Mebadi-i İlm-i Mehasin [1916] ile Cumhuriyetin ilk yıllarında H. Cahit'in tercüme ettiği Sanayi-i Nefise'nin Menşeleri [1925] ve Hasan Âli Yücel tarafından tercüme edilen Sanat Musahabeleri [1928] estetik kavramının Türk sanat ve edebiyatında tanınmasına vesile olan eserlerdir. Bunun yanında Sakızlı Ohannes Paşa'nın Fünun-ı Nefise Tarihi Medhâli [1892], İ. Alaaddin Gövsa'nın Bediî Terbiye [1925], Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu'nun Bediiyyat [1927] ve Mustafa Namık Çankı'nın Bediiyat [1931] isimli çalışmaları bu sahadaki ilk telif eserler olarak değerlendirilebilir.[1]
Türk edebiyatında Tanzimat'tan Cumhuriyet'e kadar olan süreçte "bediiyyat" [estetik] üzerine kırktan fazla çalışma olmasına rağmen 'estetik'e dair konularda hep Batılı yazarlar referans alınmış, onların görüşlerine yer verilmiştir. Fundagül Apak "Evreni Kalbinde Bulan Adam Burhan Toprak ve Sanatının Türk Edebiyatındaki Yeri" isimli doktora çalışmasında bunun sebep ve neticelerine dâir Beşir Ayvazoğlu ve Recep Duymaz'ın çarpıcı tespitlerine yer verir: "Estetik diye bir disiplinin farkına varıldığı günden beri, tercüme yoluyla sürekli Batı'dan estetik teorileri ithâl eden Türk aydınları, Türk-İslâm kültürünün zengin estetik birikimini bu teorilerin ölçülerine vurarak kendilerince birtakım eksiklikler bulmuş, realiteyi Batılılar gibi kavrayamadığımız için ne büyük kayıplara uğradığımızı anlatıp durmuşlardır. Bizi asırlarca tatmin eden, acılarımızı, sevinçlerimizi, aşklarımızı, hasretlerimizi terennüm ettiğimiz edebiyatın hayatı yansıtmadığını, musikimizin teksesli ve ilkel olduğunu, tiyatromuzun bulunmadığını vb. birden keşfeden bu aydınlar, Batı toplumlarındaki sosyal hareketliliğin bir sonucu olarak devamlı değişen, değişmekle birlikte arka planında ilk bakışta fark edilmeyen bir sürekliliği koruyan sanat akımlarının peşinde koşarken, bağlı oldukları geleneği yitirdikleri gibi, yeni bir birikim, dolayısıyla yeni bir gelenek de kuramamışlardır. Yeni bir dili kekelemeye çalışırken ana dilini de unutan Türk aydını ve sanatçısı, peşine takıldığı hiçbir sanat anlayışında rüştünü isbat edemeden bir yenisine takılmak zorunda kalmıştır."[2]
"Ülkemizin akademik çevrelerindeki estetiğe ve sanat kuramlarına dair yapılan çalışmalar Batı'daki estetik birikime dayalıdır. Bu çalışmalarda kendi tarihsel birikimimiz hep ihmal edilir. Bu, sanat tarihimize ilişkin bir kopukluktur. Bu çalışmaların Batı'daki birikimin yanında, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya konulmaya başlanan yerli kaynaklardan da beslenmesi, bu kopukluğu gidereceği gibi, onlara kuşkusuz bir derinlik ve zenginlik de kazandıracaktır. Böyle bir beslenme, yerli edebiyat nazariyesi/kuramı kitaplarımızın arka plânındaki sanat eserleri ile felsefe düşüncesinin de özümsenmesini içereceği muhakkaktır. O zaman yerli düşünceye dayalı sanatkâr, sanat eseri, sanat eserinin değerlendirilmesi ve sanat eserinin yargılanması gibi estetik fenomenlere dair kuramlarımız/kuramcılarımız bulunacak ve bu durum, Batı'nın ulaştığı estetiğe ait kuramsal birikime Türk düşünce, sanat ve felsefesinin özgün bir katkısı olacaktır."[3]
Ayvazoğlu, estetik üzerine yazdığı bir eserde, İslâm dünyasında estetiğe dair bir terminolojinin oluşmadığını belirterek, bu sahayla ilgili çalışmalarda Batı menşeli kavramları kullanma zaruretine dikkatleri çeker ve bu durumun Batı sanatlarıyla İslâm sanatlarını karşılaştırılmasını şart kıldığını söyler.[4]
Bugün Ülkemizdeki İslâm-Estetik İlişkisi
Kitap ve Sünnet'in tayfları altında doğup gelişen İslâm medeniyetinin temelde estetik bir medeniyet olduğu açıktır. Arap ve Türklerin İslâmiyet'le müşerref olduktan sonra ortaya koydukları eserler, yaşayış tarzları ve hayat telâkkileri bunun bariz bir ifadesidir. Beşir Ayvazoğlu İslâm estetiğini, tarih içinde oluşan İslâm sanatının devasa birikimin arkasındaki ilkeler bütünü olarak tarif eder, İslâm ve estetik ilişkisini anlayabilmenin ancak İslâm sanatını ortaya koyan sanatkârları -eserlerini inşa ederken- yönlendiren ilkeleri keşfetmeyle mümkün olduğunu belirtir. Ona göre, bu ilkelerin en önemlisi tevhit akidesidir.[5] Gelinen noktada günümüz sanatkârının, söz konusu ilkeler bütününden oldukça uzaklaştığı söylenebilir.
Osmanlı'nın Batılılaşma sürecinde kendini gösteren söz konusu bu uzaklaşma, maalesef Tanzimat'la belirginleşmeye başlamış; bir dönem itibariyle de bazı kesimler tarafından maziyi reddetme kertesine gelmiştir. Murat Belge Osmanlı'nın son dönemlerindeki Batılılaşmayı travmatik olarak niteler ve bunun hem gelenek kaybına yol açtığını hem de öfke ve tepkiye sebep olduğunu belirtir. Din ile estetik arasındaki münasebete dikkatleri çeken Belge'ye göre, bu süreçte Doğu ile Batı arasında bilinçler bölünmüş, öfke ve politik unsurlar ağır basmış ve dolayısıyla sentez adına estetikle anlamlı bağlar kurulması güçleşmiştir.[6]
Ayvazoğlu'na göre asırlar boyunca kendine has kaideler üzerinde yükselen İslâm estetiğinden, kendini doğuran kurumların kaldırılması ve buna bağlı olarak geleneğin kesintiye uğramasıyla bugün geriye formlar kalmıştır. Geleneğin içinden gelenler tevarüs ettiklerini yeni nesillere aktarmaya çalışsalar da, talep olmadığı için bu gelenek kendini üretememiştir. Ayvazoğlu, İslâm medeniyetinin bir zamanlar sahip olduğu estetik zenginliği ancak demokratik şartlarda yeniden kazanabileceğini, hakiki sanat eserlerinin hürriyet ortamlarında üretilebileceğini söyler.[7] H. Bülent Kahraman ise, günümüz Türkiye'sinde İslâm ve estetik ilişkisinin, değerlerinden uzak, sadece görsellik bazında ve simulasyon[8] seviyesinde yaşandığını belirtir.[9]
İslâm estetiğinin dinin her kademede daha güzel nasıl yaşanacağı meselesini esas aldığını söyleyen İskender Pala, minimize [küçültme, en küçüğe indirme] ve stilize [biçimlendirme] etmeyi bu estetiğin temel hareket noktaları olarak işaretler. İslâm'a dâir estetik anlayışın tabiatta var olanı daha mükemmel hâlde insan ruhuna yansıtması üzerine bina edildiğini belirten Pala, tarihi itibariyle oldukça zengin bir geçmişe sahip olan bu anlayışın bugün itibariyle yok olmayla karşı karşıya kaldığını belirterek, İslâm'ı bilenlerin sanattan, sanatı bilenlerin de ise İslâm'dan uzak olduklarını söyler. Dinin güzel yaşanmasına vesile olan tasavvufu da estetik sınırlarına dâhil eden Pala, tasavvufun hoşgörü üzerine bina edilmiş bir dünyayı kulun yorumuna açık bıraktığını belirtir. Bugün itibariyle bu açık bırakmanın yerini dayatmaların alması sebebiyle İslâm estetiğinin daha dar şekilde yaşandığını ifade eder.[10]
İslâm medeniyetinin temelde estetik bir medeniyet olduğunun altını çizen Hilmi Yavuz ise, onun estetik anlayışının özünü Edward Said'in: "İslâm, dünyayı ne eksiltilecek, ne de çoğaltılacak bir yer olarak görür." cümlesinden hareketle şöyle özetler: "Bize verilmiş olan dünyayı ve doğayı daha da güzelleştirmek, süslemek ve verili olanı değiştirmeden, ona herhangi bir şey ekleyip çıkarmadan, onu tamamlanmış bir dünya biçiminde, 'verilmiş' kabul ederek, süslemek." Tanzimat'a kadar, İslâm estetiğinin tarihi ile Osmanlı estetiğinin tarihi arasında bir mütekabiliyet ilişkisi olduğunu belirten Yavuz, günümüz Türkiye'sinin geldiği noktada "Batılı ve modern olanla, geleneksel ve Doğulu olanın -sentezi değil- 'uyumlu bir aradalığının' nasıl gerçekleşebileceği üzerinde durma"nın önem arz ettiğini söyler. Günümüz Müslümanlarının İslâm estetiğinden uzakta bir hayat yaşamalarının sebebinin din değil sosyolojik faktörler olduğunu belirten Yavuz, 'İslâmî bir burjuvazi kültürünün' üretilmesiyle problemlerin ortadan kalkacağını düşünür. Ona göre, İslâmî bir burjuvazi yetişmeden İslâmî estetiğin hâkim olmasını beklemek, yanlıştır.[11]
Hocaefendi ve 'Estetik'
Kendisini yakından tanıyanlar[12] tarafından belirtildiği üzere, günlük hayatta kullandığı elbise ve mâlzemelerde, bulunduğu ortamlarda hep bir âhenk ve uyum gözeten Hocaefendi, göz zevkini, ortamın âhengini bozan unsurlardan ve estetikten uzak kaba eşyalardan -meselâ ucu kıvrık kalmış bir halıdan, uyumsuz giyinen bir tanıdığından, sarkan bir düğmeden, kalitesiz mâlzeme kullanılması ve özensiz işçilik sebebiyle kaba bir görünüm arz eden namaz takkelerinden vb. rahatsızlık duyar. Kütüphanesindeki kitapların düzeninden giydiği elbisenin sadelik ve kalitesine[13] kadar şahsî hayatında estetiğe dâir birçok hususa dikkat eden Hocaefendi; yazı ve mülâkatlarında çeşitli açılardan yorumlarda bulunduğu 'estetik' ve 'bedîiyât'ı Yağmur Dergisi'nin Temmuz 1999 sayısında "Güzel ve Güzellik" başlığıyla müstakil bir yazı olarak ele almıştır. Söz konusu yazıda bedîiyat unvanıyla değişik anlayış ve görüşler açısından defaatle üzerinde durularak farklı tariflere tâbi tutulan güzelliğin bundan sonra da benzer şekillerde yorumlara tâbi tutulacağını, bunun şimdilik geleceğin bedîiyât üstadlarına bırakıldığını, burada ise, kendi inanç, duygu ve düşünce dünyasında, güzelden, güzellikten ne anladığına dâir küçük bir-iki atıfta bulunmak istediğini ifade eder. Güzelliği "gözümüzü, gönlümüzü okşayan, ruhlarımızda heyecan ve takdir hisleri uyaran, sonra gidip iç âlemimizde estetiğe dönüşen ve bize tarifi güç en tatlı, en neşeli anlar yaşatan mefhum, mânâ, muhteva, manzara gibi şeyler ya da bunların ihsas ve imtisas keyfiyetleri"[14] şeklinde tarif eden Hocaefendi de, Bediüzzaman'da ve diğer İslâm âlimlerinde olduğu gibi, güzelliklerin aslî kaynağının Güzeller Güzel'i olduğunu söyler. Ona göre nesne veya objelerde kendini gösteren güzellik, O'nun güzelliğinin bir aynası ve bir aks-i sadâsıdır. "Hakikî güzellik Hakk'a ait, kusursuz kemal de O'na 'özgü' ve O'nun lâzımıdır. Topyekun varlık, O'nun değişik tecellîlerinin birer farklı aynası, her nesne ve her hâdisenin çehresinde temâşâ ettiğimiz mânâ, muhteva, parlaklık ve câzibe de aynaların kabiliyetine göre O'nun güzelliğinin küçük bir parıltısı ve varlığının zayıf bir ziyasıdır."[15] O, aşkın da, iştiyakın da, kalbî alâka ve irtibatın da esasının, insanın güzellik diye değişik şekil ve suretlerde gördüğü her şeyin, birçok perdeden geçmiş ve biraz da aynaların kabiliyetlerine göre farklı mahiyetler almış Hakk'ın güzelliğinin gölgesinin gölgesi olduğunu belirtir.
İman, Güzellikleri Görmenin Bir Anahtarıdır
Hocaefendi, insanı dağınıklıktan kurtarıp tevhide ulaştırmasıyla, dünya ve ahiret saadetine erdirmesiyle, bütün dünyevî endişelerden insanı arındırmasıyla bizzat güzel olan imanı, söz konusu güzellikleri duyup zevk etmenin hatta dış görünüşleri itibariyle menfi gibi gözüken hâdiselerdeki güzelliği görmenin sihirli anahtarı olarak tarif eder.[16] Ona göre iman estetiğe açık ruhlarda derin bir sanat ruhu hâsıl eder. Bu sayede mümin bir sanatkâr birkaç fırça darbesiyle varlığın sonsuzluk menşûrundaki mahiyet-i mücerredesine ulaşır. Böyle bir sanat eseriyle karşılaşan insan da "sanat diliyle tevhit ve tecrit mülâhazalarının resimlendirilmesi içinde, çizgilerin büyülü dünyasında sınırlı objelerde sınırsızı, damlada deryayı, zerrede kâinatları temaşa etme neşvesine erer."[17] Söz konusu yazıda Hocaefendi, kâinattaki güzelliklerin iman sayesinde nasıl temaşa edildiğini anlattıktan sonra aynı güzelliklerin nasıl imanı derinleştiren birer tefekkür tablosuna dönüştüğüne de vurgu yapar. O, bu güzellikleri temaşa için yaratılan insanı ise, bütün güzelliklerin zirve noktası olarak değerlendirir.
Hocaefendi, insanın kâinattaki âhenk ve güzelliği anlamasına basamak teşkil eden, Yüce Olan'a ulaşmasına imkân sağlayan insan elinden çıkmış eserleri de tefekkür vesilesi olarak değerlendirir: "Bazen güzel bir şiir, zengin bir nesir, ince bir motif, latîf bir tezhip, gürül gürül bir kahramanlık destanı, iyi dramatize edilmiş bir hikâye, beşerî heyecanlarımızı haykıran bir mûsıkî nağmesi bizi o kadar coşturur ve heyecanlandırır ki, görüp duyduğumuz ses hevenkleri ve değişik objeler tıpkı bir meltem gibi dört bir yandan ruhumuzu sarar, bizi büyüler, güzelliklerin sihirli âlemine çeker ve bize ötelerden güftesiz-bestesiz ne nağmeler ne nağmeler duyurur."[18] Hocaefendi, Itrilerin, Dede Efendilerin duygu ve düşüncelerinden süzülüp gelen ezan, temcid ve tekbirlerimizdeki hava, üslûp ve estetiği, milletimizin kalbinin mübhem, çok buudlu bir sesi ve hususî bir lisanı olarak değerlendirir.[19] O, 'inanç, duygu, düşünce ve estetik anlayışımızı resmeden bir dekorla yüz yüze gelindiğinde' yaşanan hâlet-i ruhuyeyi şu sözlerle tasvir eder: "... geçmişimize ait ruh ve mânânın sağanağına tutulmuş gibi olur ve olduğumuzdan daha fazla bir vüs'ate ereriz; ereriz de işte o zaman hislerimiz, gider heyecanlarının serhaddine ulaşır.. ruhî melekelerimiz, tahayyül gücümüz, zaman üstü mülâhazalara yükselir ve hemen hepimiz âdiyat türünden duyduğumuz şeylerin yanında olağanüstü sesleri, sözleri duyabileceğimiz bir ufka ulaşır ve düşünce dünyamız itibarıyla, dünün, bugünün, yarının halitasından, fakat bu zaman dilimlerinden hiçbirine uymayan, ama hepsinden bir kısım çizgiler taşıyan daha sihirli bir dünyanın göbeğinde buluruz kendimizi. Derken her şeyi ile bizim olan bu dünyada her nesne, her renk, her desen ve her şive değişerek âdeta bir başka hâl alır."[20]
Hocaefendi güzelliklerden alınan zevkin devamlı olmasının, ruhanî hazların elemlere dönüşmemesinin yolunun, insanda o güzel hisleri uyaran unsurların hakiki sahibiyle irtibatlandırılmasından geçtiğini söyler. Ona göre, "Maddî ve cismanî güzellikler, nazarları Güzeller Güzeli'ne yönlendirmek için sadece birer vesiledirler. Vesilelere takılıp kalmak ise, hedef körlüğüne düşmek, varılacak noktayı unutmak, ömrü mecazî muhabbet ve alâkalarla tüketip, hakikate karşı kapalı kalmak demektir."[21]
Hocaefendi, zahirî güzelliklere takılıp kalan natüralist ve materyalistlerin heyecanlarını daralttıklarını, zaman-mekân üstü olanları, zamana, mekâna sıkıştırarak kendi ufuklarını kararttıklarını söyler. Ona göre, bütün güzellikler, insanı maddenin dar mahpesinden kurtararak aşkınlığa yükseltmek içindir. Hocaefendi insanın halife olması dolayısıyla varlığa müdahâlede bulunma hususiyetine göndermede bulunarak, ortaya konacak eserlerde kendi şuur, idrak ve hislerimizi ifade etmemiz gerektiğine diğer yandan da ledünnî gerçeklere tercüman olma durumuna vurgu yapar.
Hocaefendi "kendi düşünce çizgimizde kitlelere mâl olmuş estetiği, her yere ruh ve mânâyı nakşeden ve nakşında sonsuzu arayan sanatı, uhrevîleşen, inceleşen, ötelerle bütünleşen, gerçek bedîiyât zevkini"[22] geleceğin sanatkâr ruhlu insanlarına bir hedef olarak gösterir.
Hâl ve Davranışlara Yansıyan Estetik Telâkki
Estetiği, eşyanın bir anlık görüntüsünü alıp üryan resimler, donuk heykeller şeklinde yorumlamanın güzellik kültürünü sığlaştırarak belli bir kesiminin fantezisi hâline getireceğini[23] belirten Hocaefendi'nin bazı ifadelerinde estetiğin hayatın bütün müspet ünitelerini kapsayacak bir güzellikler meşheri olarak değerlendirildiği görülür. Ona göre milletimiz, bir yönüyle dört bin senelik, bir yönüyle de altın çağ olarak da nitelenebilecek bin senelik tarihinde, pek çok meselede mümârese sahibi olmuştur. Bunlardan biri de geliştirmiş olduğu estetik anlayıştır. Hocaefendi bu noktada hâl ve davranışlarda sadır olan güzellikleri milletimizin estetik anlayışının, bediî zevklerinin bir tezahürü olarak değerlendirir: "Bu güzellikleri teşhir etmemiz ve bu iş için sergiler açmamız hem hakkımız hem de vazifemizdir bizim. İşte günümüzde bu türlü sergilerin açıldığı yerler de eğitim yuvalarıdır, okullardır, kültür lokalleridir, hatta ticaret mülahazasıyla yurtdışına giden insanımızın açtığı iş yerleridir. Çünkü onların tavır ve davranışlarından dökülen şeyler de yine bizim mazimiz, bediî zevklerimiz, dinî telakkilerimiz ve ahlakî mülahazalarımız olacaktır ve bizim bu değerlerimiz başka medeniyetlerin insanlarına çok mânâ ifade edecektir."[24]
Tabiat Kitabıyla Uyumlu Bir Estetik Telâkkisi
Edebiyatı, bir milletin estetik anlayışını ifade eden mühim bir dinamik olarak değerlendiren[25] Hocaefendi mimaride de estetik zevkin ehemmiyetine vurgu yapar. Ona göre mazimizde birer güzellik armonisi olan büyük şehirler, estetik zevki inkişaf etmiş üstün peyzajcıların eserleridir.[26]
Milletimizin bedîiyât telakkisini, ruhunun bir buudu, düşünce dünyasının bir derinliği olarak değerlendiren Hocaefendi, Kasım 1993 tarihli Sızıntı dergisinde yayımlanan "Geçmişin Hülyalı Dünyası" isimli yazıda, tarih içinde tabiatla iç içe kurulan ev, sokak, mahalle, köy, kasaba ve şehirlerde kendini gösteren estetiğe temas eder ve milletimizin mazide inşa ettiği, gökleri ve yeri bir arada ruhlara duyuran şehircilik, bina ve peyzaj zevkine; ev, mahalle, köy ve şehir mimarisine dâir önemli şeyler söyler. O, geçmişin evlerini, sokaklarını, mahallelerini, kasaba ve şehirlerini her parçasıyla, her yanıyla âdeta kalblerin bir köşesi, hislerin bir derinliği ve düşüncelerin bir hendesesi olarak görür ve onların gönüllerimizin temâyüllerini, arzularımızın irtibatlarını ve kendimiz olmanın bütün enginliklerini yansıttığını ifade eder.
Söz konusu ev ve binalardaki incelik, güzellik ve sanatın tabiat kitabıyla uyum hâlinde olduğunu belirten Hocaefendi'nin maziye bir özlem olarak da değerlendirilebilecek aşağıdaki ifadeleri, günümüz şehirlerinde tabiattan kopuk bir hayat sürenlere aslında ne kadar çok şey yitirdiklerini haber vermektedir: "Bir zamanlar, tıpkı bir ana yatağı veya ana beşiği gibi, bağrında doğup büyüdüğümüz tabiat anayı hep başımızın üstünde, ayağımızın ucunda, burnumuzun dibinde hisseder; her gün, Güzeller Güzeli'nin değişik dalga boyundaki tecellîleriyle tanışır ve güzelliklere hasret nedir bilmezdik. İstediğimizde, evlerimizin kapılarını-pencerelerini açar, dört bir yanda tüllenen o İlâhî binbir güzelliğin tâ yatak odalarımıza kadar akıp gelmesini sağlar ve kulübelerimizi, evlerimizi, yalılarımızı, köşklerimizi kendi ölçüleri içinde ve seviyeleri nisbetinde kâinatın bir şirin köşesi hâline getirip bu mini cennetlerde zevklerin en derinini ve hazların en enginini birden yaşardık.. ve yine istediğimizde, oturduğumuz yerden çevremize yönelir, kulaklarımızı varlığın bağrında yankılanan ayrı ayrı nağmelerle doldurur.. ve gönüllerimize mûsıkîlerin en enfesiyle ziyafetler çekerdik."[27]
Estetik ve Mabet Kültürü
Hocaefendi'ye göre milletimiz, uğradığı her yere inanç ve estetik telâkkilerini aksettiren abideleriyle tarihin 'yâd-ı cemil'i olmuştur.[28] Osmanlı'nın cami, köprü, çeşme, kervansaray, medrese, bina gibi hemen bütün mimarî sahalarda, estetik mânâda en üst seviyeye ulaştığının altını çizen Hocaefendi, bunda büyük emekleri olan Mimar Sinan'ı 'binlerce eseriyle bizlere hâlâ rehberlik yapan ve mimarîde ruh dünyamızın eşsiz mümessili' olarak nazara verir.[29] Hocaefendi bu çerçevede özellikle medeniyetimizin en önemli buudunu teşkil ettiğini belirttiği mâbed kültürünü oldukça önemser. O âdeta mazinin bütün estetik birikimini camilerde temaşa eder. Ruh ve mânâ köklerimizle oldukça sıkı münasebetleri olan mabetler, ona göre çevre ve müştemilâtıyla tamamen kendi medeniyet ve kültürümüzün eseridir. Kasım 1992 tarihli Sızıntı dergisinde yayımlanan "Ma'bed" isimli yazıda, 'madde âleminin serhaddından ötelere açılmak için hazırlanmış bir liman ve insan ruhunun derinliklerine ulaşabilmek için bir tahtelbahir' olarak tasvir ettiği mabetleri ülkemizin en temel güzellik unsuru olarak değerlendirir. Ona göre, mabetlerin içli ve derin ukba buutlu güzelliğine denk başka bir güzellik bulmak mümkün değildir. Sözkonusu yazıda Hocaefendi mabetlerin insan ruhunda meydana getirdiği güzellikleri uzun uzun anlatır ve onlardaki maddî güzelliklerin nasıl bir derunî güzelliğe vesile olduğunu şu sözlerle ortaya koyar: "Dünyada ma'bed kadar vakûr, ma'bed kadar mehip, ma'bed kadar sonsuza açık ve ma'bed kadar füsûnlu başka bir mekan hatırlamıyorum. Orada, âdeta semânın ışıkları, avize ve kandillerin ziyalarıyla bütünleşir ve gönüllere akmaya başlar. Derken âdiyattan olan şeyler bir bir fevkalâdeleşir ve her taraf efsânevî bir güzelliğe bürünür."[30] Mabetlerin gerçek güzellik ve derinliğini anlamanın, ancak onların göz ve gönülleri dolduran aydınlık ikliminde hayata uyanmakla mümkün olduğunun altını çizen Hocaefendi, Mart 2001 tarihli Sızıntı dergisinde yayımlanan "Mabedlerin Büyülü Dünyası veya Mabed Medeniyeti" isimli yazıda ise, mabetlerin kültür ve medeniyetimizdeki yerini, anlamını insanda uyardığı derunî hisleri oldukça ayrıntılı olarak ele alır. Bu yazı, Hocaefendi'nin mimaride estetikten ne kasdettiğine dâir de önemli ipuçları barındırır: "Bizim medeniyetimizin sikkesi ve mührü sayılan bu mâbedler, şuradan-buradan alınmış herhangi bir hendesî şablon ve plâna değil de, şeâiri ilan esprisine bağlı engin, uhrevî buudlu, bizlere öteleri rasat etme imkânını veren bir blokaja oturtulmuş gibidirler. Onların çehrelerine dikkatle bakıldığında, bu çehrelerde, engin ruh zenginliğimizi, buğu buğu sonsuzluk duygularımızı, mücerredin çerçevesinde iman esaslarına ait tasavvurlarımızı, İslâm şeâirinin renkli çizgilerini, kendi yolumuzda sevinç ve kederlerimizi aksettiren işaretleri, ümitlerimizden fışkıran ışıkları, zaferlerimizden taşan renkleri, hamaset destanlarımızdan en canlı motifleri, kendi romantizmimizden aşk u vuslatları temâşâ edebiliriz. Kezâ, bu mâbedlerin çehrelerinde, büyük niyetlerin nurlarını, yürekten nezirlerin televvünlerini, ana-babaya armağan edilmiş olmanın saygısını, evlât hatırasına inşa edilişin şefkatini, bir hasret ve bir hicrana karşı teselli olmanın izlerini, hatalara kefaret duygusunun solgun renklerini, değişik mazhariyetlere ait şükranın parıltılarını görmek de mümkündür.. evet, bir uçtan bir uca bu mâbedler medeniyetini ne zaman temâşâ ve dinlemeye koyulsak, yukarıda söz konusu edilen hususlardan hiç olmazsa birkaçıyla karşılaşır ve bu Hak evlerini bizden biri gibi buluruz; biz öyle buluruz, onlar da karşılaştığımız her yerde bizim üzerimizde âdeta birer canlı hissi uyarır ve hayâllerimize, heykellerinin arkasındaki ruh ve mânâyı aksettirirler. (...) Bu mâbedler aynı zamanda, inşa edildikleri yerler itibarıyla da sırlı bir kısım hususiyetleri haizdirler: Onların, o mehabetli ve ledünnî görünüşlerinin yanında, incelik, güzellik, zarâfet, ihtiyaç ve estetik gibi yanları itibarıyla da öyle fevkalâde ve mükemmel hâlleri vardır ki; eğer sağlarına-sollarına münasebetsizce yerleştirdiğimiz o hoyrat beton yığınlarını görmez ya da yok farz edersek, onları bulundukları mekânlarla uyum içinde en enfes birer sanat harikası olarak bulur ve büyüleniriz; evet insan, pek çoğu itibarıyla bu sihirli mekânlara doğru yürürken, kendini bir zirveye doğru yükseliyor gibi hisseder.. ve mâbedde hakikîsine ulaşacağı bir terakkînin ilk basamaklarında bulunduğunu sanır. Bilhassa mâbede bağlı eskiden kalma nâzım plânların korunduğu yerlerde, insan yol boyu mâbed hedefli cadde ve sokaklarla, pek çok mescid mücâviri evlerin önünden geçerken hep Allah'a yürüyor gibi Allah evine yürür.. yürüdükçe içi açılır.. her adımda yeni bir inşirah duyar.. bazen uzun bazen de kısa, ona götüren bütün yolları, duygularında, düşüncelerinde mâbedleştirerek her şeyi zâtî kıymetlerinin çok çok üstünde değerlere ulaştırır."[31]
Estetik, İhtiyaç ve Mânâ
Hocaefendi, medeniyetimizde estetiğin, ihtiyacın sınırları dâhilinde bir mânâ kazandığını, milletimizin estetik telakkisinin, Batı romantizminden oldukça uzakta, vahdet ruhu içinde, ihtiyacın bir buudunu teşkil ettiğini belirtir. Ona göre, bir kubbenin, ihtiyaca cevap verme maksadıyla inşa edilmiş olmasının -akustik ve isten mürekkep elde etmenin- yanında bir mânâ ifade etmesi de gerekir. Hocaefendi bu çerçevede askerlikten önce vazife yaptığı Edirne'deki Üç Şerefeli Camii için şunları söyler: "Kubbesinde işlenen motifler, hususi ile o günün estetik anlayışı içerisinde ele alınacak olursa, insanı bayıltacak güzelliktedir. Kullanılan mürekkep, daimiyet ve sabitiyet, ahenk karşısında hayran kalmamak mümkün değil. Fakat aynı zamanda mimaride bir kanaat resmedilmiştir. Bir yönüyle İslâm'ın içinde birbirinden farklı gibi gösterilen ayrı dinamikler, ayrı rükünler, ayrı esaslar vardır. Fakat İslâm estetiği bu ayrılıkları aşarak, aynı zamanda bir kompleks hâlinde, tevhid anlayışını meydana getirmiştir. Kubbelerin her biri birbirinden farklıdır. Fakat o farklılıklar, âdeta birbirlerine içirilerek bir vahdete irca edilmiştir. Bunun yanı sıra bütün bir yapı iki direk üzerine oturtulur. (...) Teferruatına girdiğinizde o muhteşem mimarinin, kendi inanç kökümüz etrafında şekillendiğini de görürsünüz. İki tane sütun üzerinde durmuştur meselâ, (caminin mimarı) bunu namazın rekâtlarından hareketle düşünmüş. İki rekat. Dokuz tane kubbe koymuş ve her kubbede bir farklılık sergilemiş. Yapı olarak ayrı, nakış olarak ayrı, arabesk olarak ayrı, ayrı... Ve böylece kendi ruhunu, bu küçük kubbelerden âdeta parça parça fakültelerden geçirip sonsuza doğru yürütmüş... Kubbeye geldiğiniz zaman, azıcık bir delik açılsa, ordan Cenab-ı Hakk'ın arşının eteklerini görecek gibi olursunuz."[32]
Bunun yanında Hocaefendi faydalı olanın, sırf bu özelliğinden dolayı güzele, iyiye ve doğruya tercih edilmesini de doğru bulmaz. O bu noktada günümüz insanının talihsizliğini ve art arda gelen musibetlerden bir türlü kurtulamamasının sebebini; dini, ahlâkı, fazileti ve estetiği gereksiz göstererek bilim, teknik ve teknolojiyi tabulaştıran anlayışta görür.[33]
İslâm Estetiğinin Günümüzde Aşmak Durumunda Olduğu Problemler
"Sanat" bahsinde de dikkat çektiğimiz gibi, bir dönem büyük eserlerin ortaya konmasına vesile olmuş; ancak medreselerin, tasavvufa kapılarını kapatması ve müspet ilimlerin önünün tıkanmasıyla gerilemeye başlayan İslâm estetiğinin tekrar neşv u nema bulabilmesinin önünde birçok çetin zorluk vardır. Hocaefendi'nin de altını çizdiği gibi aradan uzunca bir zaman geçmiş; bu ve buna bağlı sebeplerle günümüz insanı, bugün o estetiği ortaya koyan insanların duygu ve düşünce dünyasından uzaklaşmıştır. Hocaefendi, o yüksek seviyenin tekrar yakalanabilmesi için insanların o estetiği ortaya çıkaranların inanç ve anlayış ufkuna ulaşmalarının lâzım geldiğini belirtir. Ona göre, bunlar da yeterli değildir, mevcut olanlar, aynı zamanda zevkimizi ve bizi kucaklar duruma gelmelidir. Bunun yanında sonsuzluk mülâhazasının, tekrar insanlığın iç âleminde mayalanması lâzımdır.[34]
[1] Kahraman Bostancı, Suut Kemal Yetkin'in Estetik ve Sanat Anlayışı, Doktora Tezi, Dijital Yayın, Ulusal Tez Merkezi, Edirne, 2001, s. 33–67,
[2] Beşir Ayvazoğlu, İslâm Estetiği ve İnsan, Çağ Yayınları, İstanbul, 1989, s. 15–16.
[3] Recep Duymaz, "Estetiğe Yaklaşımımızdaki Kuramsal Kopukluk", Dergâh, sSayı: 205, 2005, 16.
[4] Beşir Ayvazoğlu, İslâm Estetiği ve İnsan, s. 16.
[5] Beşir Ayvazoğlu, "Asıl Yaratıcılık, Hürriyet Ortamında Mümkün", Konuşan: Evrim Altuğ, Sabah Gazetesi Pazar Eki, 21 Eylül 2008.
[6] Murat Belge, "İslâm'ın Estetiği Var, Ama...", Konuşan: Evrim Altuğ, Sabah Gazetesi Pazar Eki, 31 Ağustos 2008.
[7] Beşir Ayvazoğlu, "Asıl Yaratıcılık, Hürriyet Ortamında Mümkün", agy.
[8] Simulasyon, 'gerçeğe ait bütün göstergeleri ele geçirmiş ve gerçeğin yerine geçmiş sahte' olarak tanımlanır.
[9] H. Bülent Kahraman, "Kandil Simitten, Mevlit Şekerden, Ramazan Çadırdan Ötedir...", Konuşan: Evrim Altuğ, Sabah Gazetesi Pazar Eki, 7 Eylül 2008.
[10] İskender Pala, "Sanatı Bilen İslâm'dan, İslâm'ı Bilen Sanattan Uzak" Konuşan: Evrim Altuğ, Sabah Gazetesi Pazar Eki, 27 Eylül 2008.
[11] Hilmi Yavuz "İslâmi Burjuvazi Olmadan, Estetiğinden Söz Edemeyiz", Konuşan: Evrim Altuğ, Sabah Gazetesi Pazar Eki, 14 Eylül 2008.
[12] Bu hususta Sızıntı Dergisi Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Arif Sarsılmaz'ın ismi zikredilebilir.
[13] Arif Sarsılmaz Hocaefendi'nin giyim tarzına dâir 15.09.2010 tarihli özel bir sohbette şunları söyledi: "Hocaefendi'nin lüks olmayan ancak kaliteli; sırıtmayan ancak kendini hemen hissettiren sade bir giyim kuşam tarzı vardır."
[14] M. Fethullah Gülen, "Güzel ve Güzellik", Yağmur, Temmuz 1999.
[15] _____, "Güzel ve Güzellik", Yağmur, Temmuz 1999.
[16] _____, "Güzel ve Güzellik", Yağmur, Temmuz 1999.
[17] _____, "Islâm Düşüncesinin Ana Karakteristiği", Yeni Ümit, Nisan 1999.
[18] _____, "Güzel ve Güzellik", Yağmur, Temmuz 1999.
[19] _____, "Bayram Düşünceleri–1", Sızıntı, Nisan 1992.
[20] _____, "Özündeki Sihriyle Bizim Dünya", Sızıntı, Temmuz 2001.
[21] _____, "Güzel ve Güzellik", Yağmur, Temmuz 1999.
[22] _____, "Kendi Dünyamıza Doğru", Yeni Ümit, Ekim 1993.
[23] _____, "Kültür Problemimiz ya da Kendimiz Olma" Yeni Ümit, Temmuz 1998.
[24] _____, "Tenkit Hastalığı ve Sevgi Okulları" Kırık Testi-4 (Ümit Burcu), Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yay., 4. Baskı, İst., 2008, s. 257.
[25] _____, "Düşüncenin Edebiyatla Sunulması", Fasıldan Fasıla–5, Fikir Atlası, Nil Yay., İst., 2008, s. 152.
[26] _____, "Geçmişin Hülyalı Dünyası", Sızıntı, Kasım 1993.
[27] _____, "Geçmişin Hülyalı Dünyası", Sızıntı, Kasım 1993.
[28] _____, "Günümüzün Karasevdalıları", Sızıntı, Eylül 2002.
[29] _____, "Sokullu ve Sinan", Fasıldan Fasıla-3 , Nil yay., İzmir 1996, s. 17.
[30] _____, "Ma'bed", Sızıntı, Kasım 1992.
[31] _____, "Mabedlerin Büyülü Dünyası veya Mabed Medeniyeti", Sızıntı, Mart 2001.
[32] Eyüp Can, Fethullah Gülen Hocaefendi ile Ufuk Turu, "İnancımız Henüz Resmedilemedi", Zaman, 20.08.1995.
[33] Fethullah Gülen, "Kendi Derinlikleriyle İnsan–2", Sızıntı, Haziran 1993.
[34] Eyüp Can, agy.
- tarihinde hazırlandı.