Şeytan-ı Racim'den Başkası İtiraz Etmemeli
Osmanlılar döneminde, yaşanılan zamanın ve dünya üzerindeki şartların genel-geçer karakteri olarak, devlet yapımız militarist bir hüviyet arz ediyordu. Daha sonra, Batı'dan gelen demokratikleşme rüzgarları bizi de tesirine alınca, bir bakıma demokrasiye geçmemiz önü alınamaz bir süreç haline geldi. Ne var ki, Batı'da demokratik hareketlere yon veren, bizzat devlet üst kademesindeki idareci ve onları destekleyen statükocu 'aydın' sınıf değil, alttan gelişen ve belli bir sermaye birikimine sahip olmaya başlayan orta sınıfla, bilhassa Kilise etrafında örgütlenen aristokrasi taraftarı 'aydınlar'a mukabil, özellikle bilimden ve hur düşünceden güç alan aydınlardı. Bunun neticesinde, Batı'da demokrasi kendi kuralları üzerinde gelişti ve yerleşti. Oysa ülkemizde demokratikleşme süreci böyle işlemedi. Cumhuriyet'le başlayan bu süreç, bizzat askeri kökenden gelen devlet adamları eliyle devreye kondu. Bu sürece, bizzat kendi gayretleriyle sermaye sahibi olan özel teşebbüs ve hür düşünceli aydınlar yerine, devlet mekanizması çevresinde örgütlenen ve palazlanan sermaye çevreleriyle aydınlar katkıda bulundu. Dolayısıyla, bir zaman için belki şartların gereği olarak görülebilecek ve bizzat bu dönemin savunucusu aydın ve bilim adamlarınca da böyle takdim edilen demokratikleşme sürecimizin ilk çeyrek asrı, tek parti idaresi şeklinde geçti. Ancak, tek parti döneminin sembol isimlerinden İsmet İnönü'nün de yol vermesiyle çok partili sisteme geçildikten sonradır ki, Batı'dakine benzer bir demokratikleşme sürecine girdiğimiz söylenebilir.
Tarihi Paradoks
Batı'da genel karakteri ve tarihi ve konjonktürel şartlar gereği Kilise, demokrasi temayülleri karşısında statükonun savunucusu pozisyonundaydı. Oysa, çok partili döneme geçildikten sonra Türkiye'de İslam, demokratikleşmenin önemli bir ayağı olabilecek mahiyet arz ediyordu. Fakat, bazı çevrelerce İslam'ın yanlış şekilde, adeta sert bir ideoloji olarak algılanması ve siyasi bir kutuplaşmanın bir ayağı haline getirilmesinin meydana getirdiği rahatsızlık, hakimiyetin millete veya halka ait olmasından rahatsız olan bazı despot karakterlerle, varlıklarını ve rahatlarını güdümlü demokraside gören menfaat çevrelerinin ve sözüm ona bazı aydınların, Batı'da demokratikleşme ve liberalleşme hareketlerine cephe alan aristokrasinin ve Kilise'nin rolüne soyunmasında önemli bir rol oynadı.
Şimdiye kadar olup bitenler bir yana, su anda Fethullah Gülen Hocaefendi'nin şahsında temsil ediliyor görünen hareket, esasen, ülkemizde kimseyi rahatsız etmeyecek bir demokratikleşme sürecinde çok önemli bir mekanizma olma istidadı arz etmektedir. Hemen her kesimde kabul gören ve heyecanla karşılanan bu hareket, şu anda sadece, esasen geçmişleri ve halihazır faaliyetleriyle, ülke adına hayırlı hizmet vermeleri şöyle dursun, sürekli problem kaynağı olmuş bazı alabildiğine marjinal çevreleri rahatsız etmişe benziyor. Aynı rahatsızlık bir zaman, Bediüzzaman'a da gösterilmişti. O, müteaddit defalar, bu rahatsız kesimin ülke içinde ancak % 5'lik bir potansiyele sahip olduğunu tekrarlamış, onlara bile kucak açıp, hakkını helal ettiğini söylemişti. Gerek kendi zamanında, gerekse vefatından sonra, bizzat şahsi ve eserleri hakkında bugün artık 2000'e yaklaşan dava açılmış, fakat bu davaların hepsi beraatla neticelenmiştir. Aynı durum Fethullah Gülen Hocaefendi için de geçerli olmasına, kendisinin ve hizmet şeklinin hiçbir mahkumiyeti bulunmamasına ve devletimizin en üst makamlarınca kabul görmesine rağmen, ülke içinde binde biri bile temsil etmeyen ve geçmişleri sabıkalı bazıları, O'na ve O'nun temsil ettiği çizgiye cephe almayı adeta varlık sebebi görmektedirler. Şu anda yurt içinde ve dışında onbinlerce aileye ve yüz binlerce kişiye hizmet götürmüş ve 'şeytan-i racimden başka kimsenin karşı çıkmaması gereken' bu çizgi içinde, her yerde ve her kesimde olabilecek bazı gayr-i memnunların çıkıp, iftiraya varan suçlamalarda bulunmaları gayet normaldir. Eğer gayr-i memnun ve iğfal edilmiş bir-iki kişiyle bu hizmet çizgisi karalanacaksa, ülkemizde bunu kat kat hak etmeyen hiçbir hareket veya kuruluş olamaz. En basitinden, Türkiye'de sisteme muhalif ve onu yıkmaya çalışan yüz binlerce insan, anarşist, terörist yetişmiştir. Bundandır ki, ordu üç defa müdahalede bulunma mecburiyeti duymuştur. Simdi, burada suç Cumhuriyet'e veya Kemalizm'e mi ait olacaktır? Aynı şekilde, hemen hepsi üniversitelerde yetişen bu insanların suçunu üniversite idarecilerinin üzerine yıkmamız mı gerekecektir? Kaldı ki, yapılan suçlamaların hepsi, şimdiye kadar mesnetsiz yapıla gelen ve defalarca tekzip almış ve mahkemelerce reddedilmiş birer iftiradan ibarettir. sürekli aynı yalanlara sarılınması, esasen suçlayanların art niyetlerini ortaya koymaktan başka bir fonksiyon görmemektedir.
Birkaç Meyvenin Çürüklüğü Ağacı Çürük Yapmaz
İyi niyetli bir insan, bir ağaca bakarken kök ve gövdelerinden başlayarak bakar ve eğer kök ve gövdeler sağlamsa, ağaçta birkaç çürük meyvenin olması, o ağaç hakkında menfi bir mana ifade etmez. Bu çürük meyvelerin çürüklüğü kendilerinden kaynaklanır. Güneş % 99 faydalıdır; fakat biri güneş altında fazla kalır ve güneş çarpmasına uğrarsa veya bozulmaya müsait yiyeceği güneş altında fazla tutar da yiyecek bozulursa, suç güneşte değil, bizzat o kişide ve yemeğin bozulma özelliğindedir. Fakat, niyeti kotu veya art niyetli kişi, ağaca meyvelerinden yaklaşır ve tepede bir-iki çürük meyve görünce, ağaçtaki sağlam yüzlerce meyveye ve ağacın tamamen sağlam dallarına, kok ve gövdesine bakmadan, ağaç hakkında çürük hükmünü verir. Bu, samimiyetsizliğin, kötülük düşüncesinin ve sadece art niyetin ifadesidir.
Bunun gibi, Fethullah Hocaefendi ve hizmet çizgisini değerlendirmek isteyenler, bu hizmetin köklerine, gövdesine, dallarına ve yüz binlerce sağlam meyvelerine bakmalıdırlar. Arada kalmış, mahiyeti meçhul birkaç çürük meyve, her bakımdan sapasağlam bir ağacı değerlendirmede asla ölçü olamaz.
- tarihinde hazırlandı.