Moğol Kızı Dolgormaa ve "Yokuşlarda Susamak"

Mâlûm, Haziran başında Türkçe Olimpiyatları yapıldı. Bendeniz de, bir grup arkadaşımla İstanbul'daki programdaydım. Beraberimde olan o fedâkâr ruhlular, dakikalarca ağladılar. Onlarla beraber tüm salon ağladı. Yarışmacı öğrencilerimizin hepsi hârikaydı. Ama, Moğolistanlı kızımız Dolgormaa'nın okuduğu "Sakarya Türküsü" ile, daha doğrusu "Sakarya Destanı" ile gözlerimiz yaşardı, yüreğimiz hopladı. "Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!" denince neler hissettik neler! Ülkemizin hüzünlü serencamesi, insanımızın hâl-i pür-melâli, yılların vermiş olduğu vebâller... dahası, bizden beklenenler... velhâsıl, hepsi gözümüzün önünde canlanıverdi.

Bizler de su misâli, kıvrım kıvrım akmalı, kıvranmalıydık. Bizim alınyazımız da yokuşlarda susamak olmalıydı. Çalışmalıydık, çabalamalıydık, yırtınmalıydık, çırpınmalıydık, gayret etmeliydik ve hep yokuşlarda susamalıydık. Sırtımız dâimâ terli olmalıydı ki ötelerde terlemeyelim. Bizim de köpükten gövdemizde, kurşundan bir yük, dize dize konteynırlar vardı. Evet, sırtımızda ağır bir emânet vardı. Bir zamanlar o emâneti gökler, yerler, dağlar kaldıramamış, şâk şâk olup parçalanmışlardı. ...ve işte onu, bizler, yani insanoğlu yüklenmişti. İşte o köpükten gövdemizdeki müthiş ağırlık, cılız sırtımızdaki kurşundan yük, bu kudsî emânetti.

Bu yükü sırtlanmak bize/hepimize düşmüştü. Biliyorduk, bu dava hordu, öksüzdü, büyüktü... ama bir dakika, bir dakika! Anladık bu dava hor, bu dava büyük... fakat bu dava hâlâ öksüz mü idi acaba? Hayır, aslâ öyle değildi. Bunca gözyaşı döken şuurlu sineyi görünce, hayır, diyoruz hayır! Artık bu dava (en azından kısmen) öksüz sayılamaz. Ona sahip çıkan Anadolu insanı var. Onun için yüreğini ortaya koyan beklentisiz yiğitler var. Hayatını buna adayan bir dolu güzel insan var. Bu davanın öksüz olduğunu düşünemeyiz artık. Necip Fazıl (rahmetli) bu destanı 1949'da yazmıştı. O sıralarda gerçekten de öksüzdü bu yüce dava. Bir Bediüzzaman Hazretleri vardı, bir Süleyman H. Tunahan, bir de üç beş hak eri. İşte o kadar. Evet o zamanlarda gerçekten de öksüzdü. Ama şimdi, hayır! İstenen ölçülerde olamasa da, bu dava şimdi sahipsiz değil, Rabbimize binlerce kez hamdolsun.

Bizler, inşaallah bu davanın hamallarıyız. Öyle olmayı ümid ediyor, veya öyle olma yolundayız. Ama bu işin en önemli yanı, beklentisizlik. Sonunda rütbe ve maddî bir beklenti yok. Ötede verirlerse âmennâ. Nitekim bazı hizmet erlerinin, ötelerde madalya aldıkları, Ravza-i Tâhire'nin yanında villa edindikleri görülüyor bazı sâlih rüyalarda. Zaten bizim isteğimiz de bundan başkası olamaz. İhlâsın kaçmaması için kesinlikle bu gerekli. Evet sonunda, ayrılık var, anadan, vatandan, arkadaştan. Senelerce önce, Muhterem Hocamız, Erzurum'dan ayrılır, Edirne'ye gelir, neden sonra Erzurum'a dönünce, annesi bile tanıyamaz evlâdını. Bu hüzünlü vuslatı şöyle anlatır: "Ben sokağa girince etraftan asker geliyor diye bağıranlar oldu. Kapıyı, çaldım. Annem beni tanıyamamıştı. Neden sonra ki, "Sen Fethullah mısın?" diye sordu ve boynuma sarıldı. O gün annem çok ağladı..." Adını çağlara mühür gibi vuran muzdarip insan da öyle değil mi! Hazreti Bediüzzaman, yıllar evvel memleketinden ayrılmış, ama bir daha da aslâ dönememişti.

"Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu an; Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!" Evet eski güneşler, Yunuslar, Fatihler, Ulubatlılar, Yavuzlar... veya o eski ihtişamlı günler; Bedirler, Uhutlar, Mohaçlar, Ridaniyeler, Çanakkaleler... Onlar, kehkeşanlara çekildi, kaybolup gittiler. Bir zamanlar Yunus Emerler vardı, mâneviyatı temsil ediyorlardı. Bir de ardına çil çil kubbeler serpen ordularımız vardı; onlar da işin madde boyutunu, gücü temsil ediyorlardı. Demek ki asıl mesele, hem maddî gücü, hem de mânevî kuvveti temsil edebilmekte idi. Bir zamanlar, bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şen idik; bin atlı, o gün dev gibi bir orduyu yenmiş idik. Bir zamanlar, yetmiş bir kavme aynı anda akın çıkarabiliyorduk. İşte şimdi o günleri hatırla ve bu durgun seli canlandırmaya çalış...

"Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna?" Bir zamanlar bu millet üç kıtada at koşturuyordu. Nil, Kuzey Afrika ve Orta Doğu'yu temsil ediyor; Yeşil Tuna ise bir baştan bir başa Avrupa'yı. Ama bugün, ya ne haldeyiz! Hekimoğlu'nun tabiriyle, çarşaf kadar ülkeden, mendil kadarı elimizde kaldı. Ona da can kurban! Ama gel gör ki, cihanlara değişmeyeceğimiz bu güzel vatanımızda bizi, parya ve garip bir halde yaşatıyorlar. "Giden şanlı akıncı ne gün döner yurduna!" denince, hissettiklerimizi bir Allah bilir, bir de biz. O şanlı akıncıların ruhunun yeniden dirildiğini gördük biz o olimpiyat salonunda. Atlastan cepkenli yiğit akıncıyı düşündük. Kalk ey yiğit uykudan, diye inleyen şairi hatırladık. Bazen "Dönüyor şanlı akıncı artık seferinden!" deyip sevindik. Bazen de "Bir yiğit vardı, gömdüler şu karşı bayıra!"yı mırıldanıp, iki büklüm olduk... Ama şurası kesin ki, o şanlı akıncıyı bizler yetiştirecek, ona bizler sahip çıkacak ve gerektiğinde de o şanlı akıncı bizler olacağız. Yoksa oturup beklemekle şanlı akıncıların gelmeyeceği pek âşikârdır.

"Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!" Fark var mı, 1920'lerdeki Akif'in çığlıklarıyla, "Tesellîden nasîbim yok, hazan ağlar baharımda; Bugün hanümansız bir serseriyim öz diyarımda!" Sene 2008, ne değişti Allah aşkına. Bir yandan bakınca aynı çile hâlâ devam etmiyor mu? Birileri "ölümlü yalan"ı getirip, "ölümsüz gerçek"in üzerini taşlarla örtmediler mi! Ancak, bir asırdır gönül erleri, işte o "ölümsüz gerçeği" hayata taşımak için canhırâşane didiniyorlar, yırtınıyorlar! Ama eninde sonunda muhakkak o ölümsüz gerçek gelecek, hayatımızı şereflendirecek. Bu hayata pusu kuran hayat tarzı, yerini, "hayata hayat veren" hayat şekline muhakkak bırakacak. Hayat süren leşler, yani mezar-ı müteharrikler, ya çekilip gidecek, yerlerini altın nesle bırakacak, ya da onlar da bu Mesîhî soluklarla bir şekilde dirilecekler. Başka şansı yok bi-iznillâh.

Sene 1949'da, evet, "dîvanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!" denebilirdi. Ama bugün hamdolsun milyonlar var. Kader bizi akrebin kıskacında çilelerle yoğurmuş; mayamız ızdırap, inilti, hüzün. Hamurumuz, gözyaşıyla ıslanmış. Rahat ve rehâveti ötelere bıraktığımız için, kefen bize yatak gibi gelir. Suların kıvrılıp gitmesi gibi, biz de bu davada çilelerle adım adım yol alacak ve inşaallah durmadan ilerleyeceğiz. Çünkü bizim önümüzde, Âkif'imizin, dünya neye sahipse onun vergisidir hep, dediği, cemiyetin de ferdin de Kendisine borçlu olduğu, yolun da varlığın da sahibi, Kılavuz Bir Peygamber vardır, (Aleyhisselâm). Evet bu millet yüzüstü çok süründü. Artık ayağa kalkmalıdır.

"Sakarya Destanı" ile bizi, yitik sevdalara alıp götüren Dolgormaa'ya, onu yetiştirenlere, onun ardındaki gönül insanlarına, bu güzellikleri yaşamamıza vesîle olan tüm Anadolulu fedâkârlara binler selâm. Moğolistan'ın bağrında yatan rahmetli Adem Tatlı abimizin de ruhu şâd olsun, tabii ki.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.