Afganistanlı Bill Gates

Ne olacaktı ki sanki burada(!) Kuş uçmaz, kervan geçmez bir diyar. Taş üstünde taş kalmamış. Her yer harabe. Göze hoş görünen hiçbir yapı yok adeta nazar edilen her yerde. Her taraf yıkık-dökük, hem de kelimenin tam manasıyla. Kalınan binanın duvarlarında roket atar mermi yatakları. Belli ki zamanında çok dövülmüş karşı yamaçtan. Merdiven aralıklarında, kırık pencerelerden ruhsat almış kurşun izleri.

Gece binadan dışarı çıkmak imkansız, çünkü elektriksiz yapıda bir kat aşağıya inmek bile büyük tehlike. Oysa sağlam bir Rus binası. Eski zamanlardan kaldığı her halinden belli. Zaten koca şehirde iki katı geçen ve ayakta kalan iki yapıttan biri. Kaderin işine bakın ki, o da bizim genel müdürlük binası için tahsis edilen kata da ev sahipliği yapıyor.

9. katta kalıyoruz arkadaşlarımızla birlikte ilk zamanlarda kolera tehlikesi yüzünden sadece yumurta yediğimiz misafirhanemizde. Hem bahtiyarız, hem de kemtalih. Bahtiyarız, zira tüm Kabil ayaklarımızın altında. Şanssızız, çünkü her gün harabe bir şehirle karşı karşıyayız. Gözün temas ettiği her yer harabe. Penceresiz evler, duvarı yıkık binalar, çatısı çökmüş yapıtlar. Gece olunca bazılarından ışık gelirdi buraların ve hayret ederdik. Hala nasıl da kalıyorlar buralarda bu insanlar diye.

Afganistan'da yatırım yapmak için gelenler olurdu sık sık çevre ülkelerden. Gelenlerin hemen ilk sordukları soru bir sonraki uçağın günü olurdu genelde. Bir defasında, pazartesi gelen ve şöyle bir şehir turunun akabinde tekrardan ikamet ettiği misafir hanemize gelen bir iş adamının, bir sonraki uçağın Perşembe'ye olduğunu duyduğunda yaşadığı travma hiç gitmez hafızamın en zinde yerinden. Hatırlar hatırlar gülerim o cümlesini 'Ben o zamana kadar ne yaparım burada?'. Oysa geldiğinde hiç zorlanmadan milyon dolarlar kazanabileceğini bildiği halde gelmek istemedi bu memlekete. Halbuki vatanımızdaki ekonomik krizlerin birbirini takip ettiği günlerde bir çıkış kapısı arayanlardandı o da. Kapıyı bulduğu halde, ekonomik darboğazı yaşamayı yeğlemişti. Bir ekmek yiyeyim ama, akşam başım yastığa rahat uzansın diyordu.

Bir defasında da, bir milyon dolarlık bir yatırım için burada çalışacak bir eleman bulamadığından yakınmıştı bir inşaatçı dostumuz. Villada kalıyor, koruması var kapının önünde. Yirmi dört saat elektriği, suyu mevcut. Altında son model araba, şoförü her an emrinde. Fakat her gelen en fazla bir, bilemedin iki ay sabrediyor, sonra ilk fırsatta Türkiye'de diye yakınmıştı.

Oysa öte yandan, günde belki iki veya üç saat su verilen, elektriği gece akşam namazı ve yatsı arası ancak verilebilen, elektrik olmadığı için su motoru çalışmadığından, suyu da olmayan; haliyle elektrikli ısıtıcının da çalışmadığı ortamlarda gazlı sobalara sarılan; eski Rus patiyezlerinde (apartmanlarında) yaşıyorlardı Türk Okulu öğretmenleri de. Kapısında koruması yok. Komşuları hep Afgan. Sabah gelirken, normal şehir içi ulaşım araçlarını kullanıyor, alış-verişini de normal sokak pazarlarından yapıyorlardı.

İki ayrı dünya vardı adeta ortada. Bir tarafta onca imkana rağmen hayatının endişesiyle bir fırsat arayıp ilkinde Türkiye'nin yolunu tutanlara mukabil, diğer yanda maddi imkanları yönüyle halleri belli olan ve severek o toplumun içinde hayat süren Türk öğretmenler.

Onları yakından tanıma fırsatı bulan ve az-çok da dışarıyla da irtibatı olan öğrencilerin gözlerinden de kaçmıyordu elbette bu durum ve soruyorlardı fırsat bulduklarında:

'Hocam neden diğerleri de sizler gibi değil?' Tebessümle verilen, derin bir cevap. Evet, kafi geliyordu soruyu sorana bu kısa yanıt.

İşte böyle bir tabloyu temaşaya dalınan günlerde sorulan sorular olurdu ister istemeden. Acaba ne netice verecek bize bu araziye çalınan çapalar. Ne olurdu ki bu topraklarda!.. Ne elde edilebilirdi bu çift sürmeye elverişsiz tarladan. Olsundu, vardır bunun da bir hikmeti, biz bu dönemde bize düşeni yapalım. Zaten neticeyi burada görmeye de niyetli değil ki hiçbir arkadaşımız.

Bu niyetle her gün gidilen okul, her geçen gün biraz daha büyüdü. Her gün bir kat daha koydu üzerine. İlk defa şahit olmuştum sırasız sınıflara burada. İlk kez bir sınıf hapishane duvarlarını anımsatmıştı bana. En küçük bir günlük ihtiyacın bile karşılanması için beklenilmesi gerekli zaman dilimlerini ilk kez yaşamıştık burada. Ve derken, okul bir merkez halini alıverdi zamanla. Tüm bakanların aracılar aradığı bir kurum oldu çocuklarını göndermek için. Elçiliğe mektuplar yazılıp, aracı olması için rica edilen bir müesseseye dönüştü. Amerikan büyükelçisinin bizzat sizi ülkemizde görmek isteriz diyerek ayakta karşıladığı öğrencilerin beşiğine dönüşüverdi. Hatta elçiliğe girişinde, tüm basın mensuplarının önünde 'Hoşgeldin Afganistan'ın Bill Gates'i' selamıyla karşılamıştı onu. Zalmai Halilzat, Afganistan'ın o dönemki elçisiydi. Her türlü iltifatı yapmıştı, gizli ve de açıktan öğrencimize herkesin gözleri önünde hem de. Yapacaktı, zira Türkmenistan'daki bilgisayar olimpiyatlarında altın madalya getirmişti çocuk. Kuruldaki profesörler ikinci kez çağırmışlardı kendisini, bir daha sormuşlardı aynı soruları şaşkınlıkla. "Sahi sen nereden öğrendin İngilizceyi bu netlikte?" demişlerdi hem de hayretle. Yani inanamamışlardı onlar da. Günlerce gazete manşetlerinde kalmıştı haber, Karzai misafir etmişti kendisini. Devlet erkanı daha bir yakın markaja almıştı okulumuzu.

Derken okula yabancı kurum yetkilileri de gelir olmuşlardı. Hatta hiç unutmam, bir Kanadalı eğitim kurumu okulumuzu pilot okul seçmişti. "Bizler İngilizce öğretemiyoruz bu insanlara, sizin kitap ve metotlarınızı izleyebilir miyiz?" diyerek birkaç kez derslerimize de iştirak etmişlerdi.


Ömer Gaznevi'ye, öğrencimize, biraz da şaka yollu:

'Azizim artık randevu falan alalım mı senden, bir anda meşhur oldun baksana' dediğimde yaşadığı o mahcubiyet hala gözlerimin önünde.
'Olur mu hocam ne demek o öyle' diyebilmişti sadece.
'Nasıl, gidecek misin ABD'ye, baksana adam nerdeyse ayaklarına kapanacaktı utanmasa?'
'Hocam git derseniz giderim ancak.'
'Aslanım, adam ne paralar önerdi sana baksana.'
'Olsun hocam, gitmem lazımsa giderim ben ancak.'

Esasında ben de biliyordum bu Mevlana torununun samimiyetini, hem de çok iyi. Acaba, kaymış mıdır ki gönlü bunca şatafata diye bir yoklamaydı sadece benimkisi. Ama onun gönlü dupduru, alabildiğince berraktı. Hiç şüphe yok. Azimli ve de kararlı. Oysa neredeyse yukarıda resmetmeye çalıştığım yokluk ve sefaleti çeken hemen hemen her Afganlının hayaliydi ona arzedilen. Oysa o hocalarının ağzından çıkacak bir kelimeye odaklanmıştı. Git derlerse, gidecek; hayır kalmalısın derlerse kalacaktı. Ve geçen gün öğrendim ki, ona da git demişler. Ve o da gitmiş. ABD'ye mukabil Türkiye'mi tercih etmiş. Şimdi güzel ülkemde eğitim almaya başlamış. Ve gün gelecek yine gidecek, hem de bugün olduğu gibi git denilen yere. Aynen hocaları gibi, neden demeden, nasıl demeden, nereye demeden. Gidecek ve o da birilerini gönderecek. Eline aldığı meşaleyle tutuşturabildiği kadar çıra tutuşturacak. Ta ki karanlık, yerini aydınlığa terk edinceye dek.

Neden acaba bu çocuklar, hocalarının iki dudakları arasından çıkacak söze mıhlamışlar bakışlarını dersiniz? Sadece yukarıda anlatılan birkaç imkansızlığa gösterilen vefa gereği mi bu yaşanılan tablo. Hayır, elbette değil. Onları, hocalarına amade kılan nedenleri dilerseniz bir sonraki satırlara havale edelim örnekleriyle beraber.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.