Türk Okulları, "Balkanlaşma" ve Evrensel Barış

Geçtiğimiz pazar akşamı (16 Ekim 2005), İstanbul Hilton Oteli, Convention Center Salonu tarihî bir törene sahne oldu. TBMM Başkanı Sayın Bülent Arınç'ın ifadesiyle, "bir destan kahramanı" olan eğitim gönüllülerinden bir kısmı, ilk defa kelimenin tam anlamıyla bir Türkiye mozaiği olan davetlilere kendilerini tanıttılar. Gençlerin ortaya koyduğu muhteşem tablo, katılanlara duygulu ve anlamlı dakikalar yaşattı. Gözyaşlarını tutamayanlar veya gözyaşlarını gönlünün derinliklerine akıtanlar bir hayli fazla idi.

Ne idi, bu tablonun arkasındaki gerçek?

Türk basınında, zaman zaman, büyük ölçüde spekülatif amaçlarla gündeme gelen, haber ve değerlendirmeler dışında "Türk Okulları" şimdiye kadar kamuoyuna gerektiği şekilde aksetmedi. Bir istisnası dışında. Değerli bilim ve düşünce adamlarımız İlber Ortaylı, Toktamış Ateş ve Eser Karakaş'ın editörlüğünde, önümüzdeki günlerde okuyucularıyla buluşacak olan "Barış Köprüleri"/ Dünyaya Açılan Türk Okulları" kitabı, bu açıdan bir ilk olma özelliğini taşıyor. Umuyoruz ki, devamı gelecektir. Bu yazıda, Türk okullarını, "Balkanlaşma" ve Balkanlar örneğinden hareketle değerlendirmeye çalışacağız. Bilindiği gibi, siyaset literatüründe "Balkanlaşma" diye bir tabir vardır. Bu tabir, onlarca etnisitenin ve dinî grubun birlikte yaşadığı Balkan ülkelerinde, birkaç yüz yıldır devam eden, çatışmalara ve savaşlara bağlı olarak şekillenen ülkelere işaret eder.

Okullarda, bahar çiçekleri yeşeriyor

Yüce Kudret, dinî ve ırkî renkleri, adeta alaca ineğin üzerindeki benekler ya da rengârenk çakıl taşları gibi serpivermişti Balkanlara. Sırp, Hırvat, Boşnak, Arnavut, Makedon, Torbeş, Pomak, Bulgar, Türk vb. onlarca renk pek de geniş sayılamayacak bir alanda iç içe yaşıyorlar yüzyıllardır. İç içe, ama maalesef, tarihin pek az bir zaman diliminde "barış ve huzur içinde" birlikte yaşayabildiler.

Balkanlaşmanın faturası ülkelere çok ağır oldu. İnsanlar yerlerinden yurtlarından oldu. En önemlisi, kitlelerin "öteki"ne veya "ötekileştirdiklerine" güvenleri kalmadı. Ama şimdilerde, bunun aksine bir gelişme yaşanıyor, "Balkan" ülkelerinde. "Balkanlaşmaya" inat, birleştirmeye ve kaynaştırmaya yönelik bir gelişme bu. Asla siyasi değil çünkü gönüller üzerine kurulmuş bir eğitim sevdası bu hareket. Makedonya'nın Üsküp, Gostivar ve Struga şehirlerinde; mazinin kararanlık sayfalarına inat, Arnavut, Torbeş ve Türk gençleri geleceği barış üzerine inşa etmenin eğitimini alıyorlar.

Kosova'nın başşehri Priştine'de iki okul, farklılıklardan, harmoni ve kültürel zenginlik üretiyor. Kanlı ve kinli savaş yıllarını geride bırakmış olan Bosna-Hersek'te; Saraybosna, Tuzla ve Mostar'da, okul binalarında "bahar çiçekleri" yeşeriyor. Ne var ki bu günlere geliş kolay olmadı. Nice gayretler, nice himmetler ve nice çileler serildi çetin yollara. Sadece bir örnek olarak, Saraybosna hikayesi: "Yakında Bosna'ya gideceğiz. Babamla konuştuğumda, sesini güçlükle duydum. Fakat onu anladım. Benim babam, düşmanları dağlarımızdan kovacak."

1994 yılında, 8,5 yaşında olan Bosnalı Emine Kocagiç'in bu satırları kaleme almasından 3 yıl sonra Saraybosna'ya gitmiştik. Yani Emine'nin babasının "Düşmanları Bosna dağlarından ve bağlarından kovmasından" sonra… Seyahatimizin beşinci gününde, İstanbul'a uğurlamaya gelen Ali ve Mehmet bunlardan sadece ikisiydi. Anadolu'nun bağrından kopup gelen iki genç, Bosnalı kardeşlerine eğitim hizmeti götürmek üzere gelirler. Çalışırlar ve bir eğitim merkezi ile yola çıkmaya karar verirler. Binalara bakılır, kendilerine destek olacak kişilerle temas kurulur ve mutabakata varılır. Sonra, "enerji ve destek toplamak" üzere Türkiye'ye dönerler. Türkiye'de bulundukları sırada, o meş'um, o uğursuz; kanlı ve kinli savaş patlak verir, Boşnaklar, Hırvatlar ve Sırplar arasında.

Gönülleri paramparça, çaresiz beklerken, barış zamanı kaderlerini paylaştıkları Bosnalılar için bir şey yapamamanın ızdırabını çekmektedirler. Ne pahasına olursa olsun, "barış zamanı" kaderlerini paylaştıkları insanlarla, "savaş zamanı" da birlikte olmalıydılar. Aksi takdirde bu bir vefasızlık ve kadirnaşinaslık olacaktı. Ne var ki, yollar ya kapalı, ya da çok tehlikeli idi. Nihayet "tehlikesi daha az!" bir yol bulundu. Hırvatistan'a gidilecek, oradan da dağlık yoldan, bölgeye insani malzeme götüren kafilelere karışarak, Saraybosna'ya ulaşılacaktı.

Ali ve Mehmet yola koyuldular. Maksat "insani" idi, ama yol boyunca "insan haysiyetine uymayan" uygulamalar vardı. Bir "Hırvat mafyası" ile "makul ücret" karşılığı yapılan anlaşmaya göre, rehberler kendilerini dağlık araziden, İgman dağı üzerinden Saraybosna'ya götüreceklerdi. Ancak, İgman'ın tepesine vardıklarında, rehberler, "İşte buraya kadar. BM kontrolündeki Saraybosna Havaalan aşağıda. Oraya kendiniz gidersiniz." deyip ıssız dağ başında bırakıverdiler. Tartışmalar sonuç vermedi. Çünkü adamlar silahlı ve güçlü idi. Mevsim kış, dağlar ise karlı idi. Yer yer iki metreyi bulan karlar arasında, ellerindeki iki bavulla birlikte, dağdan inmeye başladılar. Tabii ki buna inmek denirse. Nice meçhul tehlikeler arasında, sarp vadilerden aşağıya doğru sürünüyorlardı. Uzaklardan gelen çetniklerin silah sesleri ve snaypırların vızıltıları eşliğinde.

Zaman zaman birbirlerini kaybediyorlar ve birbirlerine sesleniyorlardı. "Mehmeeeet! Neredesin?" Uzunca bir bekleyişten sonra, karlar arasından çıkan bir el görüyordu Ali. Sürünerek, arkadaşının yanına gidiyor ve kurtulmasına yardım ediyordu. Mehmet kurtuluyor, ancak içinde giyecekleri ve sınırlı sayıda yiyecekleri bulunan bavulları kayboluyordu. Ve bu "dağcılık seremonisi" aşağıya ininceye kadar devam etti. Nihayet ellerinde beyaz bayrakla BM askerlerinin himayesine sığındılar. Gün akşama dönmüş ve şehre giden son zırhlı araç da ayrılmıştı. Ertesi sabahı beklemeliydiler. Ne var ki onlar sabırsızdılar. Bir an önce şehre ulaşmak ve mazlum insanların kaderlerini paylaşmak istiyorlardı.

… Savaş bütün acımasızlığıyla devam etmekte; dünyanın her tarafında olduğu gibi, Türkiye'de de birtakım kurum ve kuruluşlar, çilekeş Bosnalılar için bir şeyler yapabilmenin telaşı içinde idi. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı da bunlardan birisi idi. Ne yapılması gerektiği hususunda, Vakıf yöneticileri, günler süren istişareler yaptılar. "Geniş katılımlı bir yardım kampanyası" ve uluslararası camianın dikkatini çekecek bir sempozyum iki önemli seçenek olarak gözüküyordu. Derken, bir teklif geldi: "Dünya futbolunun devleri ile Türkiye Karması arasında bir maç organize edelim ve gelirini de Bosna'ya gönderelim". Bu teklif memnuniyetle ve heyecanla karşılandı. "Her Şey Bosnalı Çocuklar İçin" adı altında İstanbul'da, Ali Sami Yen Stadı'nda dev bir maç organize edildi.

…Ve Dayton anlaşmasının henüz mürekkebinin kurumadığı günlerdeyiz. İki güzide dostla birlikte Saraybosna'nın ara sokaklarında dolaşıyoruz. Sindirilmemiş bir barış anlaşmasının meydana getirdiği tedirgin yüzler, harabeye dönmüş bir şehir ve bir kısmı eleğe dönmüş duvarlarla karşı karşıyayız.

Mihmandarımız bizi şehre hâkim bir tepeye getiriyor. "Şehre hâkim tepe", Boşnaklar için, "Sırp çetniklerinin şehir halkına kurşun yağdırdığı hakim mevziler" anlamına geliyor. Derken, etrafı tel duvarlarla çevrili bir binanın yanına yaklaşıyoruz. "İşte" diyor mihmandarımız. "Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın inisiyatifi ile, okul olarak faaliyete geçmek üzere tahsis edilen bina!" diyor. Daha yakından binayı tanımak istediğimizde ise, "Sakın ha!" diyor. "Henüz mayınlardan temizlenmedi." Delik deşik olmuş duvarlar önümüzü kesiyor zaten. Pencerelerden içeriye bakıldığında görünen manzara dehşet vericiydi: Duvarlarda kan izleri ve içleri kurumuş kan dolu postallalar ve şarapnel parçaları. Ve bina çevresinde oturan ileri yaşlı Boşnak bir kadının anlattıkları: "Evladım! Burası çetniklerin karargâhı idi. Buradan şehri ateşe verirlerdi. Sabahlara kadar, Boşnak esirlere yapılan işkence feryatları duyulurdu bu binadan!"

Evrensel barışa doğru...

Yıl 1999, yine Saraybosna'dayız. Bilge Devlet Başkanı, kahraman merhum Aliya İzzet Begoviç'le görüştükten sonra, Mehmet S. Aydın ve Nevzat Yalçıntaş'la birlikte Türk okuluna gidiyoruz. Okulu tanımak mümkün değil. "Çetnik karargahı", güzide bir eğitim kurumuna dönüşmüş. Silah tarrakaları ve mazlumların feryadı, yerini masum yavrularımızın neşeli konuşmalarına terk etmiş. Duygularımız yoğun. Müdür bey, okulun başarılarından söz ediyor bize: "Yeni dönem için öğrenci kontenjanımız 70 kişi. Ne var ki, 1250 kişilik bir müracaatla karşı karşıyayız. İmtihan yaparak öğrenci seçmeye mecburuz."

Dışarıda, cıvıl cıvıl oynayarak, Türkçe-Boşnakça şarkılar söyleyen, savaş sırasında, henüz 8,5 yaşında olan ve "Benim babam, düşmanları dağlarımızdan kovacak!" diye şiirler yazan Emine Kocagiç'i arıyor buğulu gözlerimiz. "Acaba, hangisi olabilir?" diye bakınıyoruz etrafa. Müdür beye sormak istiyorum, ama vazgeçiyorum. İnanıyorum ki, Emine, babasından ve diğer babalardan farklı olarak, "cehalet"e karşı ilimle; "zaruret"e karşı, sanat ve marifetle; "ihtilaf"a karşı, "ittihad" silahıyla savaşıyordu. İngman dağında, bir çentik mermisiyle, şehid olan babasına rahmet duaları ve kendisine de başarı dileklerimi gönderiyorum, sessizce. Bunun gibi, daha nice destanlar yaşandı ve halen de yaşanmakta dünyanın muhtelif köşelerinde. Her birinin destanı, diğerinden daha kahramanca. Her birinin kendine göre rengi ve tadı var.

16 Ekim gecesi Hilton'da "Evrensel Barışa Doğru" programında, Saraybosnalı Edin'in "Bizim ülkemize okul açmakla ne kaybettiniz? Biz, Boşnak, Hırvat ve Sırp aynı okulda yan yana okuyoruz. Türkler her ülkede okul açsa, dünyada savaş olmaz." sözleri ve Nijeryalı zenci gencin, "Kara kıtamın kara bahtını bu okullar güldürecek." sözleri beni hayalen Bosna savaşı yıllarına götürdü ve bu yazıyı kaleme almama vesile oldu.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.