"Düşmanım Olmadan Asla" Mantığıyla Yaşayanlar Ne Kadar Çağdaş Olabilir?
Ya belirsizlik varsa?
İşte o zaman karşıdaki gücün etkinliği ölçüsünde herkes kendisini teyakkuza geçme mecburiyetinde hisseder ve huzursuz olur.
Mahir Hoca'nın küresel güçler açısından yaptığı değerlendirme, ülkemizde her ay tekerrür eden ve 28 Şubat'ın zemherir gibi yaşandığı dönemde ise tam bir sendroma dönüşen MGK gündemlerini hatırlatıyor insana. İç tehdit değerlendirmelerinin gazete ve televizyonlardan kafaları patlatırcasına verildiği günlerde yaşanan huzursuzlukları akla getiriyor.
Bütün ülkeler açısından tehditler iç ve dış olarak tasnif edilebilir. Ama "muasır medeniyet seviyesindeki" ülkeler arasında iç tehdit değerlendirmesini medya aracılığı ile ifşa ederek mücadele etme yöntemini seçenler var mıdır ki, ülkemizin yönetimini üstlenenler bu tarz üzere gitmekte uzun süre ısrar etti?
Muasır medeniyet gibi, "Yurtta sulh cihanda sulh" prensibiyle yola koyulan Türkiye Cumhuriyeti hâlâ iç tehditten başını kaldıramıyorsa bunun anlamı nedir? "Her ülkede iç tehdit söz konusudur, galiba biz biraz fazla abartıyoruz" diyen, Özkök mü yurtta sulhü sağlama bakımından Atatürkçü düşünceye daha yakındır, yoksa "irtica" gibi ne manaya geldiği ve kimleri içine aldığı belli olmayan tanımlarla tehdidi belirsizleştirip, devam ettirenler mi?
Cihanda sulh açısından da, Ortadoğu'nun yeniden şekillendirileceğinin konuşulduğu bir dönemde, bölgede barışı sağlayıcı bir aktör olma, bunun için inisiyatif alma mı Atatürkçü düşünceye uygundur, yoksa böyle kritik bir zamanda ülke gündemini bröveye kilitlemek ve TSK'nın bile Atatürkçülüğünü sorgulayacak kadar gürültü çıkarmak mı?
Ülke olarak düşman tanımını doğru yapamıyor olmanın maliyeti milletin belini kırmaya devam ederken, bir de kurumsal ve hatta şahsi problemlerini aşmak için tehdit değerlendirmesi yapanlar görülmeye başlandı. Mesela, Hasan Cemal'in "Cumhuriyeti çok sevmiştim!" adlı eserinde kendisinden çokça bahsedilen İlhan Selçuk, olayı Cumhuriyet gazetesinden saptırarak Türkiye Cumhuriyeti'nin meselesi hâline getirmeye kalktı. Ve Cumhuriyet tarihi içinde süregelen iki ayrı hat varmış gibi şöyle bir ayrım yaptı:
Hatlardan birisi, Mustafa Kemal, Yunus Nadi ve Cumhuriyet gazetesi!
Diğer hat ise, Said Nursi, Fethullah Gülen ve Zaman gazetesi!
Selçuk, yaptığı bu ayrımla, gazetesinin içinde kendisini zımnen zikrederek yapılan eleştirilerin doğrudan Atatürk'e yönelik sayılması gerektiğini ima ediyordu aslında. Zaten Aydın Doğan'a yazdığı açık mektupta ve diğer yazılarında, bana ve gazeteme yönelik eleştiriler kimin işine yarıyor bir bakın, ondan sonra karar verin, manasına gelecek değerlendirmelerle de bu imasını pekiştirdi.
Selçuk'un tartışmayı başka taraflara itmek için "Atatürk yaşasaydı bizim partiden olurdu" türünden, ortaya attığı tezin sıhhat derecesi ayrı bir tartışma konusu. Burada düşünme biçimine ve iç tehdidi abartan mantıkla arasındaki benzerliği görmek bakımından birkaç hususa dikkat çekmek istiyorum.
Öncelikle bu mantık, tez-antitez-sentez formatında bir düşünce biçimi değildir. Aksine kendisini ifade edebilme sıkıntısını aşmak için düşman üretme taktiğinden ibarettir. Senteze ulaşma peşinde değildir; aksine alternatif tezlerin oluşumunu engelleyerek varlığını sürdürmeye odaklanmıştır. Dolayısıyla düşünceden ziyade eylemi ifade eder. Düşünceyi andıran tarafı, yanlışı doğru, meşru olmayanı meşru, haksız bir talebi haklı göstermek gibi, aslında itibar edilmeyecek amaçlara ulaşmak için yanıltma yöntemleri üretme çabasında nispeten ortaya çıkar. Amaç insanların psikolojisine etki eden korku ve benzeri damarlardan yararlanarak dikkatleri başka tarafa çekmektir. Böylece normal şartlarda kabul edilemeyecek teklifler 'başka çare kalmadığı' fikri uyarılarak benimsetilmek istenir.
Bu yöntemde "öteki" anlatılırken asılsız bilgilere muhtaç kalındığı da olur. Mesela, Said Nursi ile Şeyh Said ayrı kişiler olduğu hâlde, sadece isimlerinin "Said" olmasından hareketle uzun süre aynı kişiymiş gibi anlatılıp, yazıldı. Bu hatanın günümüzde de yer yer tekrarlandığı görülmektedir.
Eğer tutarlı bir tez, meşru bir amaç için, sıhhatinde şüphe edilemeyecek bir yöntemle ortaya konulacak olsa, düşmana ihtiyaç duyulur mu?
Bu sorunun cevabını, "öteki hattı" Said Nursi-Fethullah Gülen-Zaman gazetesi çizgisi olarak belirleyenlerin ısrarlı vurgusuna binaen Said Nursi'nin hayatından vermek mümkündür. Öcelikle Nursi'nin bir düşman tanımı olmadığını belirtmek gerekir. Ona göre asıl düşman içimizdeki düşmanlık duygusudur. Yani Nursi, kişileri ya da grupları düşman görmez, ona göre düşmanlığın sebeplerini ortadan kaldırmak için mücadele edilmelidir.
Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir. Bu tür temenniler güzeldir, ama uygulaması var mıdır?
Bu sorunun cevabını da yine Nursi'nin hayatında bulabiliriz. Mesela, kendisine yöneltilen bir soru üzerine şöyle der: "İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. (…) Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ân'ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur."
Aynı engin ruh Fethullah Gülen'de şöyle dile getirilmiştir: "Aç herkese açabildiğin kadar sîneni, ummanlar gibi olsun! İnançla geril ve insana sevgi duy; kalmasın alâka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül..!"
Nursi gibi Gülen'in de düşman tanımı yoktur. Yaydığı müsamaha iklimiyle dünyanın pek çok ülkesinde ırkları ayrı, dinleri ayrı, dilleri ve kültürleri ayrı insanların kucaklaşmasına vesile oldu.
Sonuç olarak çağımız kendisine uygun olanın yükselişine şahitlik edecektir. Bakalım, düşman üretenler mi, yoksa insanların kucaklaşması için düşmanlık duygularını yenmeye azmedenler mi çağın onayını alacak!
- tarihinde hazırlandı.