Yümni Sezen'in "İhanet" Kitabı
Ekonomik alanda faydamız dokunmuyor olabilir. Ama bu açığı kapatmak için muhtaç olduğumuz kudret, damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur, demekten başka yapacak bir şey yoktu.
Amerikalı akademisyenler bilim adamı vasfıyla yaptığı konuşmaların arasına, ilmî değeri olmayan temennileri asla sokmuyordu. Hele verilere dayanmayan hükümleri hiç telaffuz etmiyorlardı.
Mesela onlardan birisi "Ortadoğu'nun tek demokratik ve laik ülkesi" sözünü aldı. Tarihî perspektiften ama yine istatistiklere dayanarak şöyle noktaladı: "Demokrasi kültürü açısından bakacak olursak İran'ın altyapı itibariyle daha avantajlı olduğunu görürüz." Dayandığı nokta demokrasiyi taşıyacak tüccar sınıfının (bâzargân) İran'da eskiden beri mevcut olmasıydı. Ve canevimizden vuran cümle hemen arkasından geldi: "Türklerin tüccar sınıfını ise gayr-i Müslimler oluşturuyordu!"
Yani, tek demokratik ve laik İslam ülkesi olmakla faza övünmeyin, onu da gayr-i Müslimlere borçlusunuz!..
Gönül ferman dinlemedi. Göğüs kafesindeki daralmayı gidermek için yürüyüş nizamına uygun olarak, sert ve keskin bir telaffuz tarzıyla içimizden, "Her Türk asker doğar" diye haykırdık!.. Ardından beklemeye başladım. Bizim akademisyenlerden biri çıkacak ve fikrimizi besleyecek, sıkıntımızı giderecek bilgiler sunacaktı! Maalesef olmadı…
Söz buraya gelmişken, Ilımlı İslam'la yatıp-kalkan, dahili bedhahlara ve hainlere karşı amansız bir mücadeleye girişen "vatansever bilgelerimize" birkaç soruyla bir hususu hatırlatmak istiyorum. Gerçi onlar, her şeyi tartışılamayacak derecede iyi bilirler; ama olsun. "Tartışılamaz kesinlikteki" bilgilerinin yanında entellektüel sohbetlerinin çerez ihtiyacını karşılarsa kendimi bahtiyar sayacağım. Sorularım şunlar:
Celal Talabani'nin cumhurbaşkanı seçilmesi Iraklı Şiiler üzerinde nasıl bir etki yapıyordur? Sonra, Ahmedinecat'lı İran'da, eğer ABD amacına ulaşırsa ve orada bir demokrasi kurarsa ne olur? Ardından Basra Körfezi'nde oluşturduğu partnerleri boy sırasına dizerse, Suudi Arabistan'ın kuzeyindeki Şii yoğunluktan başlayarak, Birleşik Arap Emirlikleri, Uman ve Yemen'e uzanan Şii hattında nasıl bir dalgalanma meydana gelir? Bu dalga Humeyni devrimi ile yapamadığı açılımı gerçekleştirme imkanı verir mi? Ve bu dalgalanmanın etkisiyle, Türkiye dahil olmak üzere, diğer İslam ülkelerinde hangi anlayışlar hareketlenir?
Bu soruları neden soruyorum?
Elimde bir kitap var. İsmi, "Dinler Arası Diyalog İhaneti." Başlığın altında "Dinî-Psikolojik-Sosyolojik Tahlili" yazılı. Tahlil edilen şey nedir? Diyalog mu yoksa ihanet mi, diye soran olursa, verilebilecek cevap tek kelimeyle "hiçbiri". Çünkü kitapta bir diyalogdan bahsediliyor ama bu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfının öncülük ettiği diyalog faaliyetleriyle isim benzerliğinden öteye geçmiyor. İlginç olan taraf, kitabın müellifi acemi bir yazar değil. Yayımlanmış on üç kitabı bulunan sosyoloji Profesörü Sayın Yümni Sezen. Yümni Bey'in kitabını okuyunca şöyle bir kanaate vardım: "Bilim adamlarının duyguları, ilmi araştırma usullerinin önüne geçerse sonuç ne olur?" sorusuna verilebilecek cevapların başına örnek olarak bu kitap konulabilir.
Aklım yeniden Amerikalı akademisyenlere gitti. Sonra kitabın başındaki biyografiyi okudum. "1938 yılında Şanlıurfa'nın Birecik İlçesi'nde doğdu" cümlesiyle başlıyordu. Gözümde İbrahim Tatlıses canlandı birden. "Urfa'da Oxford vardı da okumadık mı?" sözü çınladı kulaklarımda. Sonra Yılmaz Erdoğan'ın "Hakkari'den İstanbul'a gelmek, İstanbul'dan Amerika'ya gitmekten daha zor" cümlesini hatırladım.
Evet Birecik'ten çıkıp üniversite okumak, fakülteyi bitirdikten yirmi dört yıl sonra üniversiteye intisap etmek çekilen sıkıntıları gösterdiği gibi, azmin de göstergesi aynı zamanda. Ve bu çileli yoldan geçmiş hocalarımızdan fakültede en çok duyduğumuz sözler şunlardı: "Batılıların imkanları var. Adamlar dil biliyor. Araştıma yapacakları konuyu gidip bizzat yerinde araştırabiliyorlar. Tabii sonuç da ona göre oluyor. Biz ne zorluklarla akademik çalışma yapıyoruz. Buna da şükür."
Hocalarımızın öğrencileriyle halleşmesi onları daha iyi imkanlarla daha iyi işler yapmaya teşvik içindi. Yümni Hoca da bu tür teşviklerde bulunmuştur mutlaka. Ama diyalog meselesinde ele aldığı Said Nursi ve Fethullah Gülen gibi şahsiyetleri anlamak için yabancı dil bilmek gerekmiyor. Başka bir ülkeye gitmek de gerekmiyor. Diyalog faaliyetlerine öncülük eden Vakıf Türkiye'de. Buna rağmen Yümni Bey vakıf yetkilileriyle hiç görüşmemiş. Diyalog toplantılarına katılmamış. Hatta Prof. Dr. Suat Yıldırım ve Prof. Dr. Bekir Karlığa beyler gibi diyalog çalışmalarında önemli yere sahip kişilerle aynı fakültede çalıştığı hâlde onlarla bile bu konuyu tartışmamış. Daha da kötüsü Said Nursi ve Gülen Hocaefendi'nin kitaplarından değil, onlara ait fikirleri ikinci üçüncü kaynaklardan almış. Kendi kitaplarından alınan istisnai yerler var, onlar da manası tam tersine çevirilecek şekilde tahrif edilerek alınmış.
İnsan sormadan edemiyor, "ihanet" gibi hazmedilmesi mümkün olmayan bir hükmü verirken kişilerin Türkçe yazılmış eserlerine bile müracaat etme gereği hissetmemek bilimsel yöntemin hangi çeşidi oluyor? Sosyoloji bir karış ötemizde cereyan eden sosyal olayı değil de, o olay hakkında yabancıların kanaat ve yorumlarını esas almayı mı öngörüyor?
İşte fark burada. Amerikalı kalkıp Ümraniye'deki başörtülü kızın evine geliyor. Ailesini ve yaşantısını inceliyor. Onunla aylarca arkadaşlık yaparak anlamaya çalışıyor. Bizim akademisyenlerimiz kapısının önünde cereyan eden olayları bile yerinde incelemiyor. Alan çalışması yapmıyor. Bilim adına kelime ve kavramlar üzerinden spekülasyon yapmayı fazlasıyla yeterli görüyor. Sonuçlar ortada…
Alemlerin Rabbi bunu görüyor ve adaletle hükmediyor.
Tahrif Örneklerinden Biri
İhanet kitabının iç kapağında kullanılan alıntı: "Said Nursî diyor ki: Birinci Dünya Savaşı'nda, bizimle savaşmış da olsa, bir Hıristiyan ölmüşse şehit sayılır, âhirette mükâfatı vardır." (Kastamonu Lahikası, 45)
Kastamonu Lahikası'ndan alıntılanan metnin aslı: Birinci Dünya Savaşında, düşmanların Müslümanlara, bilhassa Müslümanların kadın ve çocuklarına yaptığı zulüm ve katliamlardan dolayı çok elem çekiyordum. Fıtraten fazla şefkatli ve rikkatli olduğum için çektiğim azap tahammülümü aşacak boyutlara ulaşıyordu. (Üzüntü içinde bu konuyu düşünürken) Birden kalbime şu cümleler doğdu: Katledilen o masum Müslümanlar şehid oldukları için velayet mertebesi kazanıyorlar. Fâni hayatlarına karşılık bâki bir hayata kavuşuyorlar. Talan edilen mal ve mülkleri de sadaka hükmüne geçtiği için ahiret kazancına dönüşüyor. (Allah'ın adalet ve rahmetinin gereği olarak) zulme maruz kalarak katledilenler, -değil Müslüman kafir bile olsa-, dünyadaki o afetlerden çektiklerine karşılık, ahirette kendilerine göre İlahî Rahmet'in hazinelerinden öyle mükâfatlarla karşılaşırlar ki, (şaşırır kalırlar.) Eğer gayp perdesi açılsa ve zulme maruz kalan insanlar haklarında tezahür edecek rahmetin boyutlarını görse, "Yâ Rabbi, şükür elhamdülillah" diyecekler. Kalbime doğan bu düşüncelerle aşırı şefkatten kaynaklanan şiddetli üzüntü ve elemden kurtuldum. (Sadeleştirme ve vurgular tarafımızdan yapılmıştır)
- tarihinde hazırlandı.