Gönül Sohbet İster, Soru Bahâne!

Hocamızın sohbetlerinden mahrum kalışımızın üzerinden tam sekiz ay geçmişti ki, sohbetler yeniden başladı, baharın gelişiyle birlikte kalplerimiz de yeşerme heyecanına kapıldı. O menhel-i azb-i mevrûddan doldurulan ve bir "kırık bir testi" içinde, susamışlara takdim edilen âb-ı hayat misali nasihatler, gönlün bamtelinden çıktığı için, gönüllü gönüller tarafından da can kulağı ile bir kere daha dinlemeye başlandı.

Şükürler olsun ki, Cenab-ı Mevlamız, Hocaefendimiz'in imanı tecdid ile takviye, amel-i salihe terğîb ile teşvik eden ve Hakk'a hizmette eğitim gönüllülerine aşk ü şevk veren o musahabeleri ile bizleri bir kere daha nasiplendirmeyi takdir buyurdu. Hamd O'na, sena O'na, şükran O'na, teşekkür de kuluna. Bu büyük ilim ve mana ziyafetinden âzâmi rızıklanabilir isek, bunu kârımız bileceğiz, şükrümüz bildiğimiz gibi. Bilvesile, 27 Ocak 2007 Cumartesi günü Büyük Çamlıca'da kaleme aldığım bir hususu da paylaşmak istiyorum.

Nasip olur da ziyaretine tekrar gidebilseydim, "Ağlayan Hocaefendi"ye yıllardır sormak istediğim, fakat bir türlü dengine getirip de soramadığım bir suali -cesaretle- sormak isterdim. Sualime geçmezden önce, o suali doğuran zemine bir nebze değinmem daha isabetli olur kanaatindeyim. Belki çoklarının farkında olduğu, iradî mi desem, fıtrî mi desem, yahut kaderî mi desem, çok hoş bir tevafuk, bir tetâbuk vardır İslamî ilimler geleneğinde, şöyle ki:

Hiç şüphesiz takdir-i ilahî İslam ulemasına ümmet arasında ihtiyaca göre kendilerine has bir fonksiyon gördürmektedir. İşte bu fonksiyon ile onu ifa ederken kaleme aldıkları eserlerin isimleri, sanki yapılan bir iş ile o işin ismi arasındaki uyum gibi bir mutabakat ve muvafakat arzetmektedir. Adeta, âlimler, -bilerek veya bilmeyerek-, istihdam edildikleri sahayı, yazdıkları eserlerine birer isim olarak ya lafzen, ya da manen koymuşlardır, yerleştirmişlerdir denebilir. Kaderin onlara biçtiği asıl vazifeyi, sanki varlık sebepleri olan ana eserlerine isim olarak vermişlerdir. Bu açıdan baktığımız zaman çok açık, çok harika isimlendirmeler ile karşılaşırız, müellifi ile eseri, eseri ile misyonu arasında. Mesela:

İmam Azam Ebu Hanife Hazretleri, eserine Fıkhü'l-Ekber ismini vermiş. İsim olarak fıkıh (İslam hukuk) ilmi, fakat içerik olarak akaid-kelam üzerine yazılmış bir eser. İşin doğrusu İmam Ebu Hanife de esasen ana sahası itibariyle bir akaid-kelam âlimidir ki eserinin içeriği budur. Fakat akaid içerikli eseri hârice çıkarken "Fıkıh"la çıkmıştır, isimden görüntüsü fıkıh ilmidir. Çünkü haddizatında Ebu Hanife Hazretleri de akaid âlimi olmakla beraber, daha çok dışarıdan şöhreti ve işlevi itibariyle bir mutlak müçtehid imam, bir fakîh olarak maruf olmuştur. Bir güzel tevafuk da yine, nasıl ki eseri Fıkhü'l-Ekber'dir, "En Büyük Fıkıh"tır, öyle de kendisi de "İmam-ı Azam"dır, yani "En Büyük İmam!"

Belki yüzde yüz değil, fakat ekseriyetle İslam uleması, misyonlarını eserlerine isim olarak ya aynen vermişler, ya da zımnen imâ ve işâret etmişlerdir gibi gözükmektedir. Aynı adese ile bir İmam Gazalî Hazretlerine bakalım. Eserinin adına "İhyâü Ulûmiddîn" koymuş. "Dinî İlimlerin İhyâsı" demek. Hayatına, eserlerine, yaptığı vazifeye bakıyoruz, ana eserinin ismine ulaşıyoruz: Yunan ve Roma felsefesinin ciddi nüfûzuna maruz kalan bir İslam coğrafyasında dinî ilimleri âdeta yeniden ihya etmiştir İmam Gazali.

Bir Şah Veliyullah Dihlevî'ye nazar edelim, yine aynı bakış açısıyla, gördüğümüz manzara değişmez: "Huccetullâhi'l-Bâliğa" koymuş en büyük eserinin ismini ki çağında ifa ettiği tecdîd vazifesini bilmânâ ifade etmiştir denebilir. "Allah'ın En Güçlü Hücceti" demek oluyor. Şeytanın insî bilginlerini de yanına alarak Müslümanları dinleri mevzuunda şüpheye düşürmeye çalıştığı, aklı tereddütlere salmaya kalkıştığı bir dönemde "Allah'ın dinini, ve dindeki bazı meseleleri" o fıkıh, hadis ve tasavvufa dayalı kuşatıcı ve derin ilmiyle, ikna edici, ispat edici biçimde "dinde bir hüccet" olarak kaleme almıştır. Eserini okuyanlar, bunu tasdik edeceklerdir: Dihlevî, eserleri ve hayatıyla bir Hüccet-i İlahiyedir, diyeceklerdir.

Bize en yakın çağa gelelim... 20. yüzyılın müceddid-i âzâmı kabul edilen Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de, ilk hayatı Eski Said döneminde yazdığı Kur'an tefsirine "İşaratü'l-İ'câz" ismini vermiş, Yeni Said döneminde yazdığı Kur'an tefsirine ise Sözler (el-Kelimât) adını koymuş, hepsini ise Risale-i Nur Külliyat'ı ana ünvanı altında bir araya toplamıştır. Önce manadan hareket edecek olursak: Kendi ifadesiyle, Kur'an'ın etrafındaki surların yıkıldığı bir dönemde, Kur'an'a kendisini müdafaa ettiren bir İslam müfessiridir o. Bu sebeple de bütün eserleri Kur'an merkezlidir, tefsir sahasına dâhildir denilebilir.

Dünyadaki varlık sebebi, tarihî tecdid geleneğindeki misyonu "Kur'an'la vesile-i iman olma" da diyebileceğimiz bu "Zamanın Bedîsi Zat", şahsî zühd ü takvası, ferdî terakki meşrebi itibariyle kendisine velayetteki -yine kendi teşbihiyle- "Reşha yolu"nu (sızıntı gibi, buhar gibi var-yok arası bulunmayı) esas almıştır ki, misyonunu görmesinde en büyük vesile olarak kullandığı eserlerini o gönül yolunun esası ile isimlendirmiştir, mânen. Reşha yolu, hiçlik yolu, benliği atma ve kendini sıfırlama yoludur. Hocamızın ifadesiyle, "zeroizm".

Kur'an'ın müdafii, daha doğrusu müdafaasında misyon sahibi o hârika zât, Bediüzzaman Hazretleri, ben'lik'siz bu Reşha yolunun rengini de, eserlerine açıkça yansıtmıştır. Yansıtır iken de aynen, lafzen belirtmeyerek, ismine râci bir gönül yoluna tam inanmış ve bağlanmışlığın ifadesi olarak onu mahviyet içerisinde yansıtmıştır. İşâratü'l-İ'câz: Kur'an'ın İ'câz'ına dair işaretler, demek. Ne kadar mahviyet halinde, kendini küçülten bir yaklaşımdır, "işaret" kelimesi. Tarihî tefsirlerin isimlerini gözden geçirir isek, böyle bir tercihin ne kadar alçakgönüllü olduğunu daha iyi anlarız.

Yine "Sözler" ismi, yani el-Kelimât. Adı üstünde sözler, kelimeler. Lem'alar, Mektuplar, Şualar... Tulûât, Sünûhât, İşârât, Rumûz... Reşhalar, Lasiyyemalar, Katre, Hubâb, Zühre, Zerre, Şemme, Şule, Nokta isimli eserleri. Ve hepsinin genel ünvanı olan Risale-i Nur Külliyâtı. Nur'un Risaleleri. Malum, Risâle, kitapçık demektir. Kitap değil, kitapçık, esercik manasına gelir ki yine Reşha yoluna yakışır bir isimdir. Nur'un Risaleleri denilerek, orada da Kur'an Nurundan derilen kitapçıklar kastedilmiştir. Asıl duruş yeri Kur'an olan bir müceddid müfessirin, eserine isim koyar iken, hiçbir enaniyete girmeden, eserini kendi egosunu yükseltmeye aracı kullanmadan, gayet alçakgönüllülük içinde ama hakperestçe, "Kur'an nurundan devşirilen sözler kitapçığı" demesi, tam hakikatiyle bir Reşha duyuşudur, duruşudur. Burada da müellifin misyonu ile eserlerinin isimleri arasındaki tetabuk göze çarpmaktadır.

Gelelim çağımıza... Kendisine Risale-i Nur yolunu meslek edinmiş muhterem M. Fethullah Gülen Hocaefendi de, eserlerini isimlendirmede aynı Reşha tevazuu ve mahfiyetini bir prensip olarak daima takip etmiştir denilebilir. Hocaefendi her ne kadar müstakil bir tefsir yazmamış olsa da, konuşmalarında ve yazılarında pek çok ayet-i kerimeyi tefsir etmiştir ve okuttuğu tefsir derslerinde tutulan notlar, bir kısmı itibariyle toplanıp tashihinden geçtikten sonra kitap olarak istifadeye sunulmuştur. Bu meyanda iki eser bulunmaktadır:

"Fatiha Üzerine Mülahazalar" ve "Kur'an'dan İdrake Yansıyanlar". Olabildiğine dikkatli, temkinli ve tahkikli bir tesmiye her ikisi de. Fatiha Suresinin tefsiri yapılmış olduğu halde, yaptığına tefsir ismini layık görmeyip "mülahazalar" demesi, "Bu kadar da tevazu olmaz ki!" dedirten bir incelik örneğidir. Huzur-u dâimî kazanmanın adı olan ihsan şuurunun tezahürlerinden birisidir. "Kur'an'dan idrake yansıyanlar", ferdî idrâkimize, aklımıza, ruhumuza, kalbimize yansıyan manalar, hakikatler, nükteler, latifeler manasına geliyor.

Fakat 50'ye bâliğ eserlerinin konularındaki renklilik ve zenginlik karşısında, Hocaefendi'nin dünya ölçeğinde etkisini gösteren ferdî hayattan sosyal hayata kadar pek çok dâirede, hayat tabakalarında yankılanan vesile âsârı, müesseseleşen fikirleri, fonksiyon gören çözümleri.. bütün bunları, eserlerinden bir tanesinin ismine bağlı mütalaa etmek ve yorumlara girişmek de muhtemelen haksızlık olacaktır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri gibi, eselerine umumî bir unvan da henüz koymuş değildir kendileri...

Hani derler ya "nâçizâne, min gayri haddin, haddim olmayarak", işte böyle bir hâlet-i ruhiyeyle, diyorum ki: Eğer Hocaefendi'nin ziyaretine bir daha gidebilir isem, kendisine şu suali tevcih etmeyi düşünüyorum: "Eğer bir roman yazsaydım, adını "Ve insan aldandı" koyardım", demiştiniz. Böyle bir isimlendirmede mutlaka sizin ister insan, isterse romanla alakalı mülahazalarınız, düşünceleriniz, mütalaalarınız, muktesabatınızın derin tesiri olmuştur. Her ne kadar, Üstad Hazretleri de, Zât-ı Âlîniz de artık ferdî tefsir yazma döneminin yerini heyet tefsirlerinin alması gerektiğini, mükerrer defalar ifade ettiniz, duyduk, okuduk. Fakat biz yine de talebe merakımızla sormadan edemiyoruz:

"Acaba bir Kur'an tefsiri yazmış olsaydınız, ismini ne koyardınız Efendim?"

Mütebessim bir çehre ile, "Çok önemli bir soruymuş..." dediğinizi duyar gibi oluyorum. Peki, tamam, hiç direnmeyeceğim, sizi yormayacağım; itiraf ediyorum. İşin doğrusu: Suâle yüklenen derin bir özlemdi bu. Aslında gönül sohbet ister, soru bahâne...

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.