Hacı Ata’nın yetimleri
Mehmet Ali Şengül Hoca’mız bizzat şâhit olduğu iki olayı anlatıp şöyle bir değerlendirme yapmıştı:
Askerliğimi yaptığım bir dönemde personel subaylığında çalışıyordum. Şehrin mezarlığı kışlanın içindeydi. Bir gün sabah erkenden çalışmak üzere büroya geldim. Henüz güneş doğmamıştı. Camdan dışarıya baktığımda bir gencin bir mezarın üzerine oturmuş saz çalarak şarap içtiğini gördüm. Hayret ettim. Bu genç saz çalacak, içki içecek mezardan başka bir yer bulamamış mıydı, hem de bu saatte?!. Sonra öğrendik ki, o mezar, babasınınmış... Babaları vefat etmiş, miras taksiminde kardeşleriyle takışmışlar. Biraz hırpalanınca, öfke ile soluğu mezarda almış. Saz çalıp, içki içerek ve babasına göndermeler yaparak sıkıntısını atmaya çalışıyormuş...
Bir de 14 Mart 1997’ye gelelim... Bu tarihten bir hafta önce Hacı Kemal Erimez Ağabey’le görüşmüş ve ayrılırken de “İnşallah, tekrar görüşmek üzere...” diyerek vedalaşmıştık... 13 Mart’ta vefatını öğrendik. Çünkü bizden ayrıldıktan sonra komaya girmişti... Cenazenin techiz ve tekfinini yapıp Fatih Camii’nin musalla taşına koyduğumuzda, sevenleri, dostları gözyaşları ile cenazesine gelirlerken yirmi-yirmi beş yaşlarında bir grup gencin de, tabutunun üzerine başlarını koyup hıçkıra hıçkıra ağladıklarını “Hacı Ata, bizleri bırakıp nereye gidiyorsun? Şimdi bizlerle kim ilgilenecek?. Bizim önümüze diz çöküp, dizlerimize ellerini koyarak gözyaşları ile Rabb’imizi bize kim anlatacak?” diyorlardı...
Kimdi bu gençler? Çocuklarına ve akrabalarına benzemiyorlardı... Bu gençlerin Tacik-Türk Koleji’nden mezun olmuş İstanbul Üniversitesi’nde okuyan talebeler olduğunu öğrendik. Neydi onları bu kadar üzen durum? Evet hiçbir karşılık beklemeden Hacı Kemal Ağabey’in kendisini bunların yetişmesi uğruna adamasıydı. Adanmışlık ruhu ile o gençlerle kendi evlatları gibi sahip çıkmasıydı... Onları şefkatle bağrına basmasıydı... Sevgisiydi... Maddî-manevî bütün dertlerine ortak olmasıydı. Beyinlerinin ilimlerle, vicdanlarının faziletle donanması için bütün gayretini sarf etmesiydi...
Onu 1960’lı yılların başında ilk tanıdığımız günlerden itibaren hep hayır işlerinde koştururken gördük... Bir dönem her Ramazan ayında İzmir’e vaaz vermek için gelen muhterem Hacı Tahir Büyükkörükçü Hocaefendi’nin peşinde elinde teybi ile koştururken, daha sonra Yaşar Tunagür Hoca’mızın yanında, daha sonra da Fethullah Gülen Hoca’mızın en yakınında gördük. Büyüklerin söyledikleri her sözü “Bu bana söylendi... Vallahi bana idi bu!.. Üzerime düşeni hemen yapmalıyım!..” diye değerlendirir ve gerekeni yapmaya çalışırdı... Son zamanlarında ihtiyarlık ve hastalıkların belini bükmesine rağmen, “Kendilerini eğitime adamış, hicret etmiş, çiçeği burnunda gençleri görüyorum ve onlara çok özeniyorum... Ölmeden önce hicret şerefine ermek istiyorum. Duanızı alarak hicret edeceğim yere gitmek arzu ediyorum!..” demiş ve Tacikistan’a gitmişti... Hem de iç savaş yüzünden insanların birbirini boğazladığı bir hengâmede... İşte o eğitim hizmet ve gayretlerinin meyveleri olan gençler tabutu başında bir vefa borcu olarak öyle ağlaşıyorlardı.
Kur’an-ı Kerim’in anne-baba hakkındaki hükümlerini bildiğimize göre, hangi Müslüman, çocuğunun mezarı başında çalgı çalıp içki içen bir evladının olmasını ister?.. Ama emek verilmeyenler için, kimin bir garantisi vardır?
Hacı Kemal ruhuyla hareket edenlerin, bu cihanı bir huzur adası yapmaya namzet yiğitler oldukları da şüphesizdir...
- tarihinde hazırlandı.