Ben önemserdim kendisini

Bir köşe yazısı ebadında kendisine cevap vermem mümkün değil. Ama “ben önemserim kendisini” cümlesi ile ismen benden bahsedince cevap vermemezlik yapamazdım. “Ben de önemserdim kendisini.” Çok eski yıllarda Zaman’da sayfaya yatay şekilde çalışılan yazılarını okumak için çarşamba günlerini, Aksiyon için hafta, Altınoluk dergisindeki yazıları içinse ay başlarını iple çekerdim. “İslam insanı” kavramı ile zihnime nakşolan o sade, samimi, duru ve gönülden olduğuna inandığım satırları beni can evimden vururdu. Analitik zekanın ürünü olarak görürdüm satırlarını. İslam ahlakına muvafık olmadığı için gıybetlere, suizanlara girmeden satır aralarına sıkıştırdığı ve delalet, işaret, ima ile verdiği mesajlar “işte böyle olmalı” dedirtirdi bana.

Daha çok şeyler yazabilirim. Ama 17 Aralık süreci sonrası almış olduğu tavır beni can evimden vurdu. Ortada müşahhas delillerle var olagelen yolsuzluk soruşturmalarına yasak savma kabilinden ettiği bazı cümleler hariç vehimler ve kurgular üzerine inşa edilmiş hayali düşmana “vur abalıya” mantığı ile saldıran grubunun neferi olması artık kendisini çok önemsememek gerektiğini ilham etti bana önceleri. Hocaefendi’nin BBC röportajında kullandığı “arkadaş” kelimesini Başbakan’a saygısızlık olarak nitelendirip 3 aydan beri haşa! yalancı peygamberden hain’e uzayan hakaretlere karşı bir “İslam insanı” olarak ses çıkarmaması beni daha da uzaklaştırdı düşüncelerinden. Okumaz oldum artık yazılarını. Hocaefendi ve cemaate karşı bir lafz-ı kafir olan yalan ve iftiralar karşısında da sesini yükselttiğini şahsen ben görmedim, duymadım, okumadım. Hele TV ekranlarında hükümet gazetecisi olarak boy gösterip sormadığı, soramadığı soruları gördüğüm an, tamam bitti dedim. Seçim meydanlarında gerek Başbakan’ı övmek için gerekse bizatihi Başbakan tarafından sarf edilen itikadî ve fıkhî bağlamda çok ama çok sorunlu olan sözlere bir ilâhiyatçı olarak hiçbir şey demediğini müşahede ettiğimde bitti kanaatim pekişti. Yalnız haksızlık etmeyeyim; bu süreçte o, yalnız değil. Ona şürekalık eden birçok başka yazar var. Her neyse… “Vazo kırıldı.”

Geçen hafta yazdığım oy meselesini gündemine taşımış. Türkiye’de bittiğini düşündüğüm kimlik siyasetinin argümanlarını diline doluyor. Bizim kimliğimiz Müslüman, öyleyse etnik veya ideolojik yaklaşımları ön plana çıkartan partilere değil İslami kimliği en ağır basan partiye oy vermemizin zorunluğundan bahsediyor. Adres malum, şiddeti zuhurunda gizli. En güçlü delil olarak da 60-70 yıl öncesinin İslam ve Müslümanlara zulmeden partisine oy vermenin yanlışlığını dile getiriyor ama nedense iki şeyi unutuyor. Bir; o parti bu parti mi? Aradan geçen uzun yıllar o partiyi oluşturan insanlar, imanları, itikatları, globalleşen dünyada düşünceleri, siyaset tarzları hiç ama hiç mi değişmemiş? Öyle derseniz kalbi imanlı, alnı secdeli binlerce yüz binlerce insana suizanda bulunmuş, imanları hiçe saymış hatta hakaret etmiş olmaz mısınız?

İki, o devletçi ve jakoben zihniyetin 60-70 yıl öncesi zulümlerini bugüne taşırken, bugünkü iktidar partisinin artık zulüm olarak kabullenilen uygulamalarını görmezden geliyor. Yolsuzluk iddialarının üzerini kapatmak için hukuk ve devletin içini boşaltıp geçmişin “Milli Şef” dönemini aratmayan uygulamalardan bahsediyorum.

Mahkeme kararına “sıkıysa durdursun” tavırlarından, kupon arazileri “benden izinsiz satmayacaksın” sözlerinden, maden işletme ruhsatı verme yetkisini kendisine bağlamalardan, tasfiye edilen on binlerce devlet görevlisinden, % 58’in iradesinin bir gece kanunu ile lağvından, 30 Mart sonrası görürsünüz tehditlerinden. Evet, bunlar neden görülmüyor acaba?

Zannederim; toplumda yer alan dindarların Gezi ve 17 Aralık ile gün yüzüne çıkan ama onun öncesinde de belediye ve hükümetle işi olan herkesin bildiği yolsuzluk ve rüşvet başta birçok alandaki ahlaki tefessühün insanları iktidar partisinden uzaklaştırdığının farkına varamıyor.

Başbakan’ın kullandığı “hain, çete, örgüt, dış güçler, faiz lobisi” vb. 1930’ların jargonları ile Hocaefendi’nin kullandığı “insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi” gibi 21 yy dili arasındaki farkı hâlâ fark edemiyor.

Son seçimlerinde siyasi ve ekonomik istikrar deyip bütün siyasi partilere karşı eşit yakınlıkta durma prensibini bozan cemaate o dönemler “git partini kur, öyle gel” demeyen ama bugün muhalif çizgide yerini alınca “partini kur gel” diyen ilkesiz ve seviyesiz siyaset anlayışını mukayese edemiyor.

Mevhum şeyler üzerine hüküm bina edilmez ama seçim zamanı yaklaştıkça artan “30 Mart sonrası görürsünüz” tehditlerinin hukuktaki tabirle “yakın, açık ve hazır tehlike” kapsamı içine girdiğini görmüyor ve bunun tavır almayı gerektiren yaklaşım olduğunu göz ardı ediyor.

“Nasıl bir söz aldınız?” diye bir soru soruyor ama söz almaya gerek olmadan “Türkçe Olimpiyatları için stadyumları vermeyeceğim” diyerek seçim meydanlarında seçmenine söz veren otoriter tavrı nedense dikkate almıyor.

Kimlik siyaseti terk edilecek bu ülkede, başka çare yok. Evrensel insani ve ahlaki değerlere göre siyaset yapılacak artık bundan sonra. Adayların veya partilerin bu değerleri ne kadar kabullendiğine bakılacak. İlkeler, prensipler, projeler hakim rolü oynayacak seçmenin kararında. Bu değerlere göre hiçbir ülke “iç düşman” konsepti içine oturtsa bile vatandaşını böyle delilsiz, mesnetsiz bir şekilde suçlamaz, hakaret etmez, düşmanlaştırmaz, şeytanlaştırmaz. Varsa suçu deliller ışığında mahkemeye verir. Hepsi bu kadar.

Ahlâkın gücü yerine gücün oluşturmuş olduğu ahlâk daha doğrusu ahlâksızlık saflarında yer alamayız. Mümin bir yılan deliğinden iki defa ısırılmaz. Din tahakküm aracı değildir ve olamaz.

Onlara “su bile yok” mu demiştiniz?

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.