Biliyordum böyle diyeceğini

İki ayrı dünyanın insanı. Biri Müslüman, Türk ve âlim. Diğeri gayrimüslim, Amerikalı ve entelektüel. Din, etnik köken, meslek, dil, kültür, örf ve âdet, dünya görüşü, hayat tarzı ve benzeri farklılıkları meydanda. Her ikisi de kendi dünyasını yaşıyor. Yıllar önce bir münasebetle tanışmışlar. Teşehhüt miktarı birlikte olmuş ve karşılıklı muhabbet etmişler. Aradan tam 8 yıl geçmiş. Bu sekiz yıl içinde gelen gidenle selam göndermeler, selam almaların ötesinde bir münasebetleri olmamış.

Yeniden buluştular geçenlerde. Ben de oradaydım. Toplam 5 dakika, yazı ile ifade edeyim, sadece beş dakikalık bir beraberlikti. Başka bir münasebetle yolu düşmüş oralara. Beş dakika bile olsa bir nezaket ziyaretinde bulunsam, nasılsınız desem demiş. Planladığı gibi de oldu. Karşılıklı birkaç soru ve cevap, bir de 8 yıl önce muhabbet konusu olan ve hatırlarda kalan şeyleri yeniden hatırlama ve hatırlatmadan başka bir şey konuşulmadı. Sorulardan birisi elbette “nasılsınız?” idi. Önce misafir sordu, Hocaefendi cevap verdi. Ardından Hocaefendi sordu, misafir cevap verdi.

Benim bu görüşmeyi nazara vermemin, yazı konusu yapmamın sebebi işte bu “nasılsınız?” sorusuna Hocaefendi’nin verdiği cevap ve o cevabın muhatap tarafından nasıl değerlendirildiği. Uğurluyoruz misafiri kapı önünde. Tam arabaya binerken arkadaşım sordu: “Nasılsınız sorunuza verdiği cevaba dikkat ettin mi?” Amerikalı, gayrimüslim ve entelektüel dediğim o zatın verdiği cevap çok manidar: “Etmez miyim; elbette ettim. Zaten ben bu cevabı vereceğini tahmin ediyordum fakat emin olmak ve kendi kulaklarımla duymak istedim.”

O arkadaşımla bu cevabı mütalaa ederken pes dediğimi hatırlıyorum. Halk tabiriyle “elin Amerikalısı” Hocaefendi’nin içinde bulunduğu şartlar itibarıyla nasılsınız sorusuna nasıl cevap vereceğini tahmin ve tahmininde isabet kaydedecek kadar iyi analiz etmiş, dedim.

Pekâlâ ne dedi Hocaefendi? Merakla beklediğiniz cevabı intikal ettireyim. Hayır; tahmin ettiğiniz gibi bedenî sağlığını önceleyen “iyiyim, hastayım” gibi klasik ve beylik bir cümle ile cevap vermedi. Aksine “dertli söylegen olur” fehvasınca ülkemizde yaşanan sıcak gündemi nazara veren, ikisi bir kelimelik toplam üç cümle söyledi: “Üzülüyorum. Sabrediyorum. Ülkemin dünyadan kopmasından endişe duyuyorum.” Evet, hepsi bu kadar.

Bu kadar ama tıpkı misafirimiz gibi ben de şaşırmadığımı ifade etmek ve ilavede bulunmak istiyorum. Diyorum ki: böyledir seyri urûcî ile seyri sülûkî rûhanide bulunan insanların genel hali. Nefislerini tezkiye etmemek suretiyle tezkiye edip kalbini tasfiye etmişlerin, ahlakını tezhip ile ihlas ve samimiyette derinliği yakalamışların, hakikat aşkı ile yanıp feyzin asıl menbasına ulaşmışların halidir bu. Çünkü yaşama zevkinden vazgeçip yaşatmayı hedeflemişlerdir böyleleri. Himmetleri nefisleri değil, milletleridir, mensubu oldukları insanlık ailesinin her bir ferdidir. Şahsî hayatları yoktur. Kendilerini düşünmezler hiçbir zaman. Zaten böyle olduğu için “nasılsınız” sorusuna “iyiyim, hastayım” gibi cevaplar vermez, veremezler.

Devam edeyim ilave etmeye: El-ayak, dil-dudak, göz-kulak gibi bedenî azalar kalp ve ruhun hayat mertebesinde yaşayan bu insanların dünyada iken ukbayı ya da ukba endeksli dünyayı yaşamalarına engel olamadıkları gibi şehvet, gadab, kin, nefret, öfke gibi duygular da engel olamaz. Dolayısıyla haricî âlemden kim ne derse desin, onlar doğru bildikleri yolda devam ederler yolculuklarına. Mesela zahiri ahvale göre her şeyin güllük gülistanlık olduğu zannedilen bir zamanda: “Kimseye küsüp darılmayacağıma söz veriyorum… Ölümü gülerek karşılayacağıma söz veriyorum… Celalden gelen cefayı, cemalden gelen vefa ile bir bileceğime söz veriyorum… Allah’a ait hukuka karışamam ama bana ait hiçbir haktan dolayı kimseden davacı olmayacağıma söz veriyorum.” mu demiş, yine zahiri ahvale göre her şeyin altüst olduğu zannedilen zamanda da aynı şeyi söylerler.

Şunu sorabilirsiniz bana, sözün geldiği bu aşamada: Pekâlâ insanı insanlığından utandıracak bunca hadisatın tazyikine karşı nasıl yaşıyor hatta nasıl nefes alıyor? Ben de bunu anlatmaya çalışıyorum zaten bu satırlarla. Hayatı sadece dünya buutlu yaşayan sıradan bizler gibi kişilerle böylelerini mukayese edersek anlayamaz ve doğru cevabını bulamayız bu sorunun. Baksanıza Bediüzzaman’a. Onca maddî çile ve ıstıraba karşı neler dediğine: “Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de.” Kolay söylenecek bir söz müdür bu Allah aşkına! Ya aynı noktaya vurgu yapan şu sözüne ne demeli: “Elimde iki can taşıyorum. Tek can taşıyan karşıma çıkmasın!”

Tekrar edeyim, dünyada iken ukbayı yaşayan, ukba adına dünyada kerhen kalan ve şeytanın iğvasına kapalı farklı bir hayat mertebesinin insanlarıdır bunlar. Fiziken insanlarla beraberdir ama ruhen ve kalben maiyyet semalarının ya eteklerinde ya tepelerinde ama mutlaka seviyelerine göre bir yerlerdedir. Zikrullah ile nefes alırlar. Hadisteki tabirle “müferridûn”dur bunlar. Allah Resulü’ne soruyorlar: “Müferridûn kimdir ya Rasulallah?” Efendimiz, cevap veriyor Müslim’de Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği hadis-i şerifte. İmam Gazzali’nin İhya’sında yaptığı yorumla birlikte aktarayım size hadisin mealini: “Başlarına ne gelirse gelsin aldırmayacak kadar Allah’ın zikrine dalanlardır. Zikir onların ağır yüklerini omuzlarından indirir. Böylece bu kişiler kıyamet gününde Allahü Teâlâ’nın huzuruna hafif bir yükle gelirler.”

Her neyse ilave edeceğim dedim ama sözü uzattım; geriye döneyim. Misafir uğurladıktan sonra tekrar huzura çıktım. Etrafındaki bir elin parmak sayısını geçmeyecek insanla oturuyordu. “Biz Rabb’imizle münasebeti kavi tutarsak, O bizi yalnız bırakmaz.” dediğini duydum. Defterimi çıkarıp bu cümleyi not alırken Niyazi Mısrî’den bahsettiklerini anladım. Halvetî şair olarak bildiğimiz Niyazi Mısrî’nin, Mısırlı değil Malatyalı “yanık bir şair” olduğunu, tahsilini Mısır’da yaptığı için Mısrî dediklerini, Limni adasında sürgünde iken vefat ettiğini anlattı ve “Sıkıntı çekmeyen, tavır ve davranışları kontrol altına alınmak istenmeyen hiçbir hak dostu yoktur.” dedi. Kendi sıkıntılı hapis hayatlarından bahsetti. Şirinyer, Buca, İskenderun hapishaneleri dedi; Kadir Kaymaz dedi; Bekir Berk dedi, daldı hatıralar âlemine. Şöyle bitirdi sözlerini: “Bakın; bunları yaşadığımız zamanlar ne ıstıraplar duymuştuk; şimdi fıkra tatlılığı içinde anlatıyoruz o günleri.” Tam da burada 5-10 saniye sustu ve: “İyiler iyilikleri ile, kötüler kötülükleri ile bugün öbür tarafta. Yarın da aynı şey olacak.”

Evet. Doğru söylüyorsun Hocam. Yarın da aynı şey olacak. Bugün yeryüzünde yaşayan herkes ama herkes yarın toprak altına inecek, sonra huzur-u İlahi’ye çıkıp her şeyden hesap verecek. “Gün gelir, bütün gizli haller ortaya dökülür... O gün insanın ne bir kudreti ne de bir yardımcısı kalır.” sırrınca defterler teker teker açılacak, sayfa sayfa önümüze konulacak, yaprak yaprak, satır satır okunacak ve kul “Eyvah bize! Bu deftere de ne oluyor? Ne küçük koymuş, ne büyük; yazılmadık şey bırakmamış!” diyecek ve ardından, “Rabb’in hiç kimseye zulmetmez” diye kendisini peygamberine ve bize anlatan Allah, adaletiyle hükmedecek.

Allah, bütün müminlerin yardımcısı ola!   

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.