Ulu çınar

İdrakini Medine’den almış bir ulu çınar olarak gördüm dün Hocaefendi’yi. Dikkat edin, sağdan soldan gelen, doğruluğu tartışılır haberlerden elde edilen izlenimin adı olan algı değil; aksine ince bir zeka, müthiş bir bilgi birikimi, uzun yıllara vabeste tecrübesi ile meseleyi bütün boyutları ile gören mahrûtî bakışın adı olan idrak.

Medine dedim; İstanbul değil, Kahire değil, Bağdat değil, Medine. Bir cümle ile ifade ettiğim idrakin temelini oluşturan, 15 asırlık İslam medeniyet tarihinde çekirdek hüviyetini kaybetmeyen, aradan geçen asırlara rağmen yeniliğini, tazeliğini, güzelliğini, doğruluğunu muhafaza eden Medine. Ed-Din’in Peygamber eliyle ete-kemiğe büründüğü, varlık sahnesine çıktığı Medine.

Ve ulu bir çınar. Ansiklopedilerde verilen bilgilere göre, kökleri kuvvetli, dalları dağınık, her toprak cinsinde semaya doğru şer çeken, uzun seneler hatta asırlarca ayakta kalabilen ağaç cinsi. 75 yıllık ömrüne sığan onca fitne, bela, imtihan, çile, ıstırap, sıkıntıya rağmen Medine idrakine göre hayatını devam ettiren ulu bir çınar.

Yüzü her zaman beşaşet gamzeden saadetli dostu, içini döküyordu Hocaefendi’ye sabah kahvaltı sonrası salona girdiğimde. Söylediklerini duyunca zihnimde oluşan “nasıl söyler, bu ne cesaret” sorusuna şöyle cevap buldum. Aradaki kadîm dostluk, bu dostluğun verdiği muarefe, muarefenin mesafeyi mesafesizleştirmeye doğru sürüklemesi. Mekke’de sırf ‘Rabb’im Allah’ dediği için reva görülen zulüm ve işkencelerden bunalan ve Efendimiz’e (sas) gelip dert yanan Habbab b. Eret geldi aklıma. Şunu diyordu o dost: “Hiç böylesi bir dönem yaşanmış mı?” Baktı Hocaefendi o kadîm dostunun yüzüne ve “Efendimiz (sas)..” dedi. Medine’ye intikal etti. Übeyy b. Selul’dan dem vurdu. İdrakini Medine’den alan derken haksız değilim değil mi?

Cevap tatmin ediciydi ama ah o acûl fıtrat. Efendimiz’in (sas) “el-hilmu ve’l enâe” diye anlattığı yumuşaklık ve teenni ile hareket edebilmeyi, benim gibi bunu şahsiyetinin, karakterinin bir parçası haline getirebilmeyi beceremeyen insanlarda ağırlığını hissettiren acûliyet. İşte bu acûliyet devreye girdi ve devam etti sormaya: “Ne zamana kadar?” Bir saniye bile duraklamadı Hocaefendi. Üç şey sıraladı arka arkasına. Ses tonunu hafifçe yükseltti. “Bir” dedi; “Allah’ın dediği olur.” Defalarca duydum son 3-4 aylık süreçte Hocaefendi’den bu sözü; “Allah’ın dediği olur.” Zira her şey ama her şey O’nun elinde, ilminde, kudretinde. Biz ise mü’min ve müslim olarak o kudret-i nâmütenâhi’nin, o nâkâbil-i idrak ilm-i İlahinin hükmünü icra ettiği alemde imtihan olan varlıklar. Unutmayın; “O’nun olmasını dilediği şey olur; olmamasını dilediği şey olmaz.” Bir şeyin olması da olmaması da O’nun meşietine, iradesine bağlıdır vesselam.

“İki: siz gerek milletimiz gerek insanlık adına bir mana ifade ediyor musunuz?” Gayet açık değil mi? Yaptığınız, yaptık dediğiniz hizmetler gerçekten insanlık ailesinin bugünü ve yarınına ne kazandırıyor, neler va’d ediyorsunuz? Şu ana kadar elde ettiğiniz bir başarı varsa, o başarı yaptıklarınızın insanlık adına bir mana ifade etmesinden dolayı. Eğer o kaybolduysa, varlığınızın manası kalmamıştır ki! Evet; Hocaefendi’nin o bir cümlelik cevabından çıkan ders bu. Gayet açık ve net. Ve yine dikkat edin; bu ders idrakin Medine’den geldiğinin göstergesi.

“Üç; biz bu liyakati devam ettiriyor muyuz?” Yoruma gerek var mı bilmiyorum ama söyleyeyim; yaptığınız şeyler bir mana ifade etmeye devam ediyordur ama siz eski siz değilsinizdir. Bu takdirde İlahi meşiet sizi alır, bir başkasını getirir ve mana ifade eden o hizmetleri bir başkasının eliyle yürütür. Kur’an’ın sarih beyanı var bu konuda: “Bir millet kendilerinde bulunan güzel ahlâk ve meziyetleri değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimeti, güzel durumu değiştirmez.” (Enfal, 8/53); “Bir toplum özündeki güzellikleri değiştirmedikçe, Allah Teâlâ da onlara lütuf buyurduğu nimetlerini ve iyi hali tağyir etmez.” (Ra’d, 13/11).

Defalarca anlatmıştır Hocaefendi bu hususu şimdiye kadar. Teşebbüh demiştir, iltihak demiştir, başkalaşma demiştir. Üzerinde ilmi bir çalışma yapılsa kocaman bir literatür çıkar bu konuda. İsterseniz birkaç kelime, kavram ve cümle ile ucunu göstereyim bunun: “değişme, başkalaşma, yenilenme, her gün âfâk ve enfüste derinleşme, imanı yeniden duyma, renk atmama, deformasyon, öz değerlere bağlılığı sorgulama, marifet, saffet, samimiyet, azim, kararlılık ve hasbilik” ve daha neler neler. Bütün bunlar idrakin Medine’den geldiğinin bir başka göstergesi değil mi?

Ben sohbet ortamına geri döneyim: “Ben ben ben demeler oluyor zamanla” dedi Hocaefendi. “Liyakat deformasyonudur bu. Evim, arabam olsun diyenler oluyor. İçten içe çürümedir, başkalaşmadır bu.”

Devam edeceğim ama araya gireyim, başkalaşma Hocaefendi’nin zihin dünyasında çok ağırlıklı bir yer teşkil eder ve bunu hemen her fırsatta dile getirir. Bu hususta herkesin bilmesi gereken çok çarpıcı ve cami beyanı şudur: İmriü’l-Kays’a isnad edilen bir sözde, “İki şey vardır ki, onları başlatanlar da nerede durduracaklarını bilemezler: Bunlar, savaş ve yangındır.” denilir. Bu söze üçüncü bir hususun daha ilave edilmesi gerektiğini düşünüyorum ki, o da “başkalaşma”dır; evet, bir türlü başkalaşan her türlü başkalaşabilir, dolayısıyla, o kapı hiç aralanmamalıdır.”

“Allah’ın rahmetinin inkıtasına, kesilmesine sebebiyet verir bu türlü içten çürümeler. Bakın Hz. Ali dönemine. Saffet-i aslî korunamadığı için Haruriler çıkmış, Hariciler çıkmış, peşinden Emeviler gelmiş, onları Abbasiler takip etmiş ve nice zulümler irtikap edilmiş. Sebep, ilk dönemlerdeki saffet korunamamış. Halbuki insanlar hakk-ı temettü aramasa ne olur? Ben demese ne olur? Hz. Üstad ne güzel der: ‘Ben beni beğenmiyorum. Beni beğenenleri de beğenmiyorum.’ Halbuki etrafa bakıyorsun, akıl hastası Mehdi’ler var. 10 tane adamı etrafına toplayınca kendini bir şey zannedenler.”

Birkaç dakika sustu, her zamanki gibi salonda bulunanları teker teker süzdü ve “Öyle ince bir denge ki, korumak lazım bu dengeyi. Birbirimize destek olmamız lazım. Zor. Fakat Efendimiz’in (sas) ‘aleyküm bi’l cemaa’ beyanının mucibince birbirimize destek vererek, kuvve-i maneviyelerimizi teyid ederek koruyabiliriz.”

‘Allah’a dayanma’ dedi bu cümlelerden sonra sessizce ve Akif’i konuşturdu: ‘Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol; Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol!!!’

Namaz vakti yaklaştı. Kalkmaya hazırlanırken o kadîm dostuna dönerek: “Gözümüz hep Leyla’da olmalı, Leyla’da. Leyla Sen’sin Ya Rabbi.”

Yazının başında ‘İdrakini Medine’den almış bir ulu çınar olarak gördüm dün Hocaefendi’yi.’ demiştim. Şöyle demek belki daha doğru, dün idrakini ed-din’den, Medine’den, Medine’nin en şerefli sakininden, onun beşere hediye ettiği medeniyetten alan ulu çınarın bir kez daha farkına vardım.

Kaynak: http://www.zaman.com.tr/ahmet-kurucan/ulu-cinar_2226901.html

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.