Tartışma dili ve üslubu (1)

Uzun bir zamandır dershaneler üzerinden başlayan ve bugün farklı noktalara kadar uzanan tartışmalara bakınca anlaşılıyor ki, çağdaş İslami söylemin (özellikle de siyaseti merkeze alan İslamcı söylemin) içerisine düştüğü kriz ürkütücü boyuttadır.

Bu tartışmaların seyri kesinlikle klasik İslami disiplinlerin ilke, yöntem ve kavramsal çerçevesini izlemiyor. Meseleleri tartışma, temellendirme, sorgulama ve bu süreçlerde yürütülen akletme biçimi, İslami geleneğin fıkhi, kelami, irfani ve ahlaki mirasını takip etmekten çok, günlük pratik ve politik bakışın inşa ettiği bir akletme biçimini takip ediyor. Bu tavrın son derece pratik, kolay, modern yaşama biçimine odaklı fakat vahim bir “ötekileştirici zihin inşası” temelinde seyrettiğini söylemek mümkün. Nereden ve hangi İslami disiplin açısından bakılırsa bakılsın, çağdaş Müslümanlar hem nassları ve metodolojik temelleri kullanabilme kapasiteleri hem de meselelere İslami çözüm getirebilme yetkinlikleri bakımından klasiklerin teşekkül ettiği ve yaşandığı dönemin çok gerisindeler. Bu son tartışmalar İslami söylemin içine düştüğü krizin boyutunu gözler önüne serdi. Başka hiçbir mesele, İslami kesimlerin mevcut zihnî ve akli birikimlerinin ne derece “güncel politik gelişmelere odaklı” olduğunu bu denli açığa çıkaramazdı. Temelde Ehl-i Sünnet oldukları bilinmekle birlikte, bu kesimlerin meseleleri tartışma, temellendirme ve gerekçelendirme biçimleri tarihsel haricî, mu’tezilî, şiî ve selefî telakkilerle örtüşen ikinci sınıf entelektüel bir akletme düzeyi inşa etmektedir.

Örneğin bir köşe yazısı “karşı tarafı” ilzam için baştan sona ayet ve hadislerden bir demet sunarak mevcut iktidarın haklılığını ortaya koymaya çalışıyor kendince. “Ayet ve hadisler iktidarın son icraatını o kadar açık ortaya koyuyor ki bunu nasıl düşünemezsiniz” der gibi “karşı tarafı” iskâta çalışıyor! Bir başkası sanki “şer’î bir yönetim” varmış da yaptığı her icraat İslam teşri esaslarından birisini oluşturuyormuş gibi herhangi bir eleştiriyi “isyan” ya da “fitne” kavramı kapsamında değerlendiriyor. Bir başkası mevcut iktidarı o denli kutsuyor ki yürütmenin başındaki “vekili” farkında olmadan tüm Müslümanların bey’atını almış bir “halife” makamına kaim kılıyor. İslami bey’atın bağlayıcılığından yola çıkarak neredeyse Hindistan’dan Fas, Tunus, Cezayir’e kadar tüm İslam sokağını itaate çağırıyor gibi, üst bir dil kullanıyor eleştirilerde. Daha da vahim olanı, haber başlıklarında kullanılan dil veya üslup tarihsel Emevi valisinin sözlerini hatırlatırcasına “hükümetin icraatlarını asla eleştirmeyin, fitne çıkarmayın, oturun oturduğunuz yerde, rahat mı batıyor…” diyebiliyor. Meşhur Haccac-ı Zalim’in Iraklılara yaptığı tarihi konuşmada o da onlara aynısını söylüyordu; “icraatları eleştirmeyin, fitne çıkarmayın, yerinizde oturun…” Hatta hemen hemen aynı hadisler okunmakta. Farkında olunsun ya da olunmasın ama bu söylemler “modern iktidar erki” etrafında yeni bir “cebriye dili” inşa etmektedir. Hatta toplumsal ya da sivil herhangi bir muhalefetin ortaya çıkmasını önlemek için iktidara yakın olduğu bilinen vakıf ve stk’lar üzerinden bu cebriye dilini kullanarak “iktidarın icraatının asla ve kat’a sorgulanamayacağı” Emevi kabulüyle kamu vicdanı üzerinde psikolojik baskı kurmaktadır.

Bir de sanki kullanılan dil, savunmacı teknik ve taktiklerin ardında başka bir niyet yokmuş da yalnızca İslami akide, ahlak ve fıkıh ilkeleri ile hareket ediliyormuş gibi “karşı tarafı” susturmaya çalışıyorlar. Oysa pek çok kez görüldüğü ve kamuoyunun da yakinen bildiği gibi birçok yüklenmenin ardında “hased ve bu hasedin yol açtığı kin ve nefret” vardır. Sanki bugüne kadar cemaati hiç eleştirmemişler de yalnızca son yıllarda birkaç olay üzerinden (Mavi Marmara, 7 Şubat, KCK ve dershane) bu eleştirilerini yapıyorlarmış görüntüsü vererek iktidarın her icraatını haklılaştırmaya çabalıyorlar. Gerçekte ise taa yetmişli yıllardan bu yana cemaatin her icraatını insafsızca eleştirmişlerdir. Ev, yurt, okul, gazete, dergi, tv, dershane ve topyekûn hizmet… kısacası her müessese kıyasıya eleştirildi. Orta Asya’ya, Avrupa’ya, Afrika’ya, ABD ye açılım birçok açılardan iftira ve ithamlarla tenkit edildi. Abant platformu çalışmaları, diyalog çalışmaları, Anadolu’daki hizmet çalışmaları sürekli eleştirildi. Cemaatin büyümesini, gelişmesini, insanın ve toplumun var olduğu her alana dâhil olmasını bizler her zaman ve öncelikle “Allah’ın açık bir inayeti ve muvaffakıyeti” olarak görürken onlar her taşın altına bir fit sokarcasına cemaat üzerinde kuşku oluşturmaya son derece istekli davrandılar. Saf Anadolu Müslüman evladının ferâgat, ihlâs ve fedakârlıkta sergilediği civanmertliği görmezden gelircesine “Kim finanse ediyor bu koca yapıyı? Dünyanın dört bir yanında herhangi bir harici istihbarat örgütü ile ilişki kurmadan, onların desteğini almadan nasıl oralara gidiyor, müessese açıyor ve başarılı oluyorlar” diyenler; hatta kahve ve kafeterya köşelerine kadar bu kuşkuları etrafa yayanlar kendileri değilmiş gibi davranıyorlar. Bu kuşkular tutmayınca da bu defa köşelerinde cemaatin aşırı biçimde “dünyevileştiğini” ileri sürerek sözde “entelektüel ve iyi niyetli bir eleştiri” ve “kardeşçe bir uyarı” yaptıklarını iddia ve îmâ ediyorlar. Cemaatin yurt dışında hiçbir müessesesini gezmeden, görmeden oralarda diyalog kavramı adı altında sanki bir takım gizli misyonerlik faaliyetlerine alet olunuyormuş imajını ürettiler. Tüm bu itham ve üstü örtük çirkin iftiraları kendileri köşelerinde daha önce yazmamış gibiler.

Destek buldukları zaman kimse cemaatin fazla büyüdüğünden, politikaya ve iktidara müdahale ettiğinden, işin gerisinde İsrail ve Amerika olduğu îmâsından söz etmedi. Kimse politika yapacaksanız parti kurun demedi o zamanlar. Evet, herhangi bir iktidarın İslami hassasiyetlere sahip olmasını, toplumun dini, milli ve ahlaki değerlerine, demokratik ve hukuki kazanımlarına saygılı olmasını Hizmet hep önemsedi. Bunu bazen “öncelikli şart” bazen de “yeter şart” kabul ederek iktidarlarla hiçbir zaman açık bir nizaya girmedi, girmeyi doğru bulmadı. Ama herhangi bir hakkın zayii konusunda da hassas olmaya özen gösterdi. Her tür siyasi eleştiride sağduyulu bir üslubu benimsedi. Sertliği, dışlayıcılığı, hakareti, ötekileştirici polemikleri, kavgayı tırmandırıcı üslubu asla uygun bulmadı. Eğer kamuoyundaki gerginliği yatıştıracak ve tartışmaların ateşini söndürecek ve düşürecekse bazen kendi değerlerinden feragat sayılabilecek açıklamalarda bulunmayı göze aldı. Gelen eleştiri ve tenkit dalgasını da göğüslemeyi ve sinesine çekmeyi ilke edindi. Lâkin 28 Şubat süreci dâhil, bu denli psikolojik ve siyasi baskıya maruz kalmamıştır. 28 Şubat sürecinin mimarlarının bu hareketi bitirmek istemelerini elbette anlayabiliyorduk. Ama bugün açık ve örtük biçimde yürütülen “bitirme kampanyalarını” anlamakta zorlanıyoruz. Meselenin dershane meselesi olmadığını artık tüm kamuoyu biliyor. Dolayısıyla “dershanelerin kapanması dünyanın sonu değil” nev’inden saçma ve sığ argümanların artık bir anlam ifade etmediği bilinmelidir. İktidar cemaat üzerinden bir şeye inandırıldı, bunu gizlemeye gücü ve aldığı tedbiri de yetmiyor artık. Fakat bunu “İslami ve ahlaki ilkeler” açısından meşru kılacak hiçbir argümana sahip değil. Bu yüzden siyasi, politik ve yandaş gazeteci diliyle polemikler geliştirerek İslami kesim üzerinde cemaatin tüm icraatları eleştirdiği, bürokrasi içerisinde paralel bir yapı ve örgüt oluşturduğu görüntüsünü ve kanaatini uyarmaya çalışıyor. Bu hem doğru değil hem de etik değil. İktidar dolaylı olarak, İslami yapılar ve cemaatler arasında mevcut olan münâfeseyi, hased ve ayrışmayı daha da derinleştirerek körüklüyor.

Oysa hiçbir hükümetin icraatlarındaki hata, yanlış ve haksız uygulamalara bu kadar sessiz kalınmamıştı. Yeter ki çok dillendirilen o “fitne” çıkmasın, zaten yeterince dâhili problem varken zihinler ve iktidar elitleri bir de bu tür haber ve yazılarla meşgul edilmesin, ülkenin istikrarı zarar görmesin diye. Maalesef son dershane olayı içeride ve derinde cemaate oynanmak istenen oyunları açığa çıkardı. Bazı İslamcı entelektüel çevrelerde gizli ve örtük olan nefreti, kıskançlığı ve öfkeyi âşikâr kıldı. Kimin İslami telakkisini ve entelektüel birikimini nerede ve nasıl kullanabileceğini müşahede ettik. Bu zemin onlara eteğindeki tüm taşları (silaha dönüştürerek) dökme imkânı sundu, esefle seyrettik.

Aslında politikanın bir ülkede aşırı azmanlaşmasıyla, hayatın en önemli meselesine ve hatta bir yaşama biçimine dönüşmesiyle nasıl bir kıyma aygıtı üretebildiğinin aynası oldu son günlerdeki tartışmalar. Bu durum bir kere daha gösterdi ki “yalnızca politik” davranan iktidarlar hiçbir şekilde İslami idealleri bütünüyle taşıyamamaktadır. Sudan’dan, Körfez ülkelerine, Suudi Arabistan’dan İran’a, Afganistan ve Pakistan’a kadar her yerde bu gerçeği görüyoruz. Daha genel olarak siyasal İslam’ın veya “siyaseti merkeze alan” İslamcılık ideolojisinin, İslam’ın tüm ideallerini bütünüyle temsil edemeyeceği ve taşıyamayacağı gerçeğini son yarım yüzyıllık gelişmelerde gördük. Bir sürü siyasi ve politik tecrübe tanıdı İslam sokakları. Tüm bu tecrübelerin yersiz ve haksız olduğunu söylemiyorum. Oldukça da geniş bir siyasi İslam bilinci, tecrübesi ve mirası ortaya çıkardığını inkâr edemeyiz. Ama Müslümanların bütün hayati dinamiklerinin “politika” üzerinden tanımlanmasını son derece riskli ve sakıncalı buluyorum. Bütün hayati dinamiklerin politikanın emrine ve yedeğine verilmesini İslam adına savunmanın imkânı yoktur. Müslümanlar her yerde çeşitli toplum formlarında oldukça farklı ve zengin sivil organizasyon biçimleri ortaya çıkarmışlardır. Bu tecrübeleri yalnızca “hayır ve yardım derneklerine” indirgemek de doğru ve meşru değildir. Tarikat ve cemaatler, Müslüman toplumun ahlaki ve zihni birikimi üzerinde siyasi erkten her zaman daha etkili, kalıcı, daha kapsamlı ve müspet rol oynamışlardır. En koyu İslam rejimi olarak bilinen İran’da bile bu böyledir. Hatta siyasi molla rejimini ayakta tutan dinamik, mollaların sivil ve toplumsal rehberliğidir.

İslam’ın bir din olarak (modern anlamıyla ifade edersek) siyasi ideal ve ilkelere sahip olduğunda şüphe yoktur. Lâkin Türkiye politik ve toplumsal pratiğinde sanıyorum ne iktidar özelinde ne de rejim üzerinde bu konuları bu açıdan tartışmaya imkân bile yoktur. Dolayısıyla “politik iktidarı” koruma güdüsüyle İslam adına bu kadar acımasız bir saldırı ve hücum gerçekten anlamsızdır. “Evet, İslami hassasiyetlere sahip olmak öncelikli şarttır.” Ama “yeter şart” mıdır gerçekten? Mesela İslamcı entelektüeller bir merhum Turgut Özal’ı, Demirel’i, Mesut Yılmaz ve Çiller’i eleştirirken kullandıkları İslami siyasi ve ahlaki argümanların binde birini bu iktidar döneminde kullanmadılar. Merhum Özal’a “faizci” diyenler bugün bunu nasıl yediriyorlar kendilerine acaba? Zinanın suç olmaktan çıkarılmasını aynı siyaset teorileri içinde nereye sığdırdılar? Özal, Demirel, Yılmaz ve Çiller yönetimlerine işkence yaparcasına İslam’ın siyasi ve ahlaki argümanlarını “mebzulce” kullananlar bugün hasıraltına çekilmiş görünüyorlar. O iktidarları “bunların hepsi Batının uşağıdır” diyerek yaftalayanlar, bu iktidarın en büyük başarı ve övünmesinin “AB uyum yasalarını çıkarmak ve uygulamak” olduğu gerçeğini nasıl içlerine sindiriyorlar? Tam bir ikiyüzlülük değil midir bu tavır? “İktidar” yalnızca siyasal erkin el ve cep değiştirmesi midir? Tamam, “öncelikli şart” baki. Peki, “yeter şartı” aramak İslami ilke ve idealler açısından gerekmiyor mu on yıllık iktidar tecrübesinden sonra? Eğer geçmişte ilkeli, etik, insaflı ve iyi niyetli davrandıklarını düşünüyorlarsa en azından geçmiş yönetimlerde kullandıkları İslami eleştirel aklı ve dili bugün de insafla işletebilirlerdi. Bütün birikimlerini ve dil maharetlerini, değil iktidarın herhangi bir icraatını eleştirmek, her icraatı etrafında neredeyse bir “masumiyet zırhı inşa etmeye” hasretmezlerdi. “Öncelikli şart” baki diyerek, kıyamete kadar hiçbir icraata eleştirel bir bakış ve yorum getirilmeyecek mi? Getirilen her eleştiri “fitne, isyan, mescid-i dırar zırhı” ile mi ya da “Anadolu’daki vakıf ve stk’ları örgütleyerek” mi bertaraf edilecek? Son birkaç gündür şu yolsuzluk belasına bakıyorum. Siyasal bürokrasi –iktidar demiyorum lütfen dikkat edilsin- hantallaşmış ve iliklerine kadar kirlenmiş. Yalnızca “öncelikli şartla” (yani “Müslüman bir kadronun Yürütmede olduğu” kabulü ve revahatıyla) bu mekanizmayı ilânihâye işletmek ve götürmenin imkânı kalmamıştır, bu niye görülemiyor? Yolsuzluklarla mücadele yalnızca savcıların ve emniyet mensuplarının işi midir? İktidarın, muhalefetin, sivil toplum örgütlerinin, gazetecilerin ve İslamcı entelektüellerin de işi ve görevi değil midir?

İktidarın Anadolu’da İslamcı, Ankara’da demokrat rolünü oynaması ne kadar inandırıcı? İslamcı entelektüellerin de aynı oyunu medyada oynaması şaşırtıcı değil mi? Tabanın dini duygu ve hassasiyetlerini kontrol etmek için İslamcı bir dil, hükümetin icraatlarını methetmek için ise seküler ve demokrat bir dil kullanmak ikiyüzlülüktür. Daha önceki sağcı yönetimleri genellikle salt dini ve ahlaki argümanlarla eleştirenler nedense bu iktidar dönemi boyunca bu dini eleştiri dilini kullanmamak için inanılmaz özen gösteriyorlar. Anadolu’da kahvehanelerde bile müthiş bir dini ve ahlaki dil vardır. Bu elbette bin küsur yıldır İslam dünya görüşü içerisinde şekillenmiş bir dildir. İslamcı entelektüeller Anadolu’da bu kartı kullanmadıkça herhangi bir siyasi ilkeyi temellendiremezler, bunu iyi biliyorlar. Bunun için Anadolu’da her gelişme din diliyle izah edilmelidir. İktidarın son icraatlarını bu yüzden izahta zorlanıyorlar. Anadolu’da cemaatin dini hizmet, gayret ve hamiyeti yakinen biliniyor ve takip ediliyor. Bu yüzden paralel yapılanma, örgüt vb. tanımlamalar onların diline yabancı. Bu Ankara’nın kurduğu seküler bir dil. Bundan dolayı dini bir kavram ve argüman üretmek zorunda idiler. İşte “fitne, isyan ve mescid-i dırar” kavramlarının bu açıdan onların zihin dünyalarında karşılık bulacağını biliyorlar. O kadar vakıf ve stk’yı da bu yüzden örgütlüyorlar. Halkın bu dini duygularını tahrik etmek istediler. 28 Şubat şartlarını bir kamçı gibi kullanıyorlar. Sanki 28 Şubat sürecini aşmak için yalnızca siyasi irade tek başına bütün işleri yürütmüş gibi yapıyorlar. Hâlbuki birçok alanda siyasi iradenin bu süreçte takoz olduğunu da gördük. Hatta zahirde tam bir süreç karşıtlığı sergilemekle birlikte, bazı askeri erkâna özel hitaplarda “bizim sizlerle bir problemimiz yok, sizin probleminiz cemaatle” gibi ikircikli bir tutum sergileyenleri de hep gördük. Ama dediğim gibi siyaset Ankara’da bir dil, Anadolu’da başka bir dil kullanıyor. Bu ikircikli dili ne CHP ne de MHP’nin yalnızca siyasi bir muhalefet olarak kaldıkça anlaması mümkün değildir. İslami tabandaki dini hassasiyetlere ve görüş farklılıklarına duyarsız kalmaya devam ettikleri sürece bu dili deşifre etmelerine de imkân yoktur zaten. Hatta siyasi iktidarın örtük imalarında kullandığı “teolojik/sembolik” ifadeleri bile anlayamazlar. Bunlar hep tabandaki ayrışmaya yönelik tahriklerdir. Söylemsel olarak üstü örtük bir kavga vardır bu hitaplarda. Ve yalnızca son olaylardaki ayrışmalarla ilgili de değildir. Mesela meşhur ilahiyat duâyenlerinden bir hocamızın verdiği ilginç fetva, bu söylemin yol açabileceği vahameti göstermesi bakımından oldukça manidardır. Mecelleden bir madde ile temellendirmeye çalışsa da laik bir toplumda, laik bir yönetimde yaşayan her Müslümanı açmaza ve çıkmaza sürükleyebilecek bir yoruma kapı aralamaktadır. Mecelle maddesi ve hocanın bu maddeyi yorumlayışı şöyle: “Zarar-ı âmmı def'içün zarar-ı hâss ihtiyar olunur (mad.26). Kamuya (ve bu arada ümmete) ait zararı önlemek için bir şahıs, bölge veya gruba ait zarar göze alınır, sineye çekilir… Siyasette olan selim akıl ve kalb sahiplerine de bu kuralı hatırlatıyor ve örnek olarak merhum şehid Muhsin Yazıcıoğlu'nu dua ile anıyorum.”

Bu yorum yine Anadolu’da kullanılan İslamcı dile, hassasiyete ve zihni arka plana sesleniyor. Yani biraz daha Türkçesi ile söylenirse “cemaatin her tür faaliyeti ümmetin yararına olarak engellenebilir, engellenmeli hatta gerektiğinde katl dâhil zor kullanarak her tür çareye başvurulabilir” demektir! Bu yaklaşımın ve yorumun yol açabileceği hukuki, ahlaki, toplumsal ve siyasi sonuçları düşünebiliyor musunuz? 1) Öncelikle iktidar erkini elinde bulunduranlara bu kuralı şiddetle tavsiye ediyor hoca. Bu kuralı acilen işletin yoksa sonunuz merhum Muhsin Yazıcıoğlu gibi olur diyor. 2) Daha uç ve örtük bir yorum olarak bu madde ümmetin(!) salahı için katil dâhil her tür müdahaleyi meşru gösteriyor. 3) “Ümmet” vurgusu yaptığına göre iktidarın şeriat esaslarına göre kurulup işletildiğini îmâ ediyor ki son derece tartışmalı bir îmâdır. 4) İktidarın selim aklına ve kalbine seslenerek zecri bir tedbir almasını ona salıklayarak yine merhum Muhsin Yazıcıoğlu üzerinden gerektiğinde bu yolda feda’y-ı can etmelerini örtük biçimde tavsiye ediyor. Hoca açıkça ifade etmediği için yaptığı îmâdan tüm bunlar anlaşılabilir. Hocanın bu maddeyi bu derece karmaşık bir siyaset-cemaat-hukuk-yolsuzluk tartışmaları içerisinde dile getirmesi İslamcı söylemin içine düştüğü çaresizlik ve vahameti gösteriyor. Bu vahamet akl-ı selim sahibi herkesi düşündürmelidir. Hoca öyle anlaşılıyor ki, bu ülkede uzun zamandır siyasi bir ahlak haline dönüşmüş bulunan kamu kaynaklarını talanın, yolsuzluk ve ihale usulsüzlüklerinin de aynı madde kapsamına girebileceğini göz ardı ediyor. Bu fetva çok tartışılacaktır.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.